Ara

Sırât-ı Müstakîm

Sırât-ı Müstakîm

Yâ Rabbi! Sen kavmimi doğru yola yönelt, çünkü onlar bilmezler” diyerek, Peygamber Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm Allah’dan (cc) yardım dilemiştir.  

Hâtemü'l-enbiyâ Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed aleyh-is-salât-ü-vesselâm ile berâber hak din gâlip gelmiş, hak bâtıldan ayrılmış, muhteşem sırât-ı müstakîm yolu tesis olmuştur. Bu, Ümmet-i Muhammed'in hazînesi, Allâh'ın hak yolunda mücâdeleye dâvetidir.

“Dosdoğru Yol” ile gelen en yüksek kemâl; sırât-ı müstakîm, Allah Teâlâ’nın ilâhî sıfat ve isimlerinin yoludur. O, “Tarîkat-ı Muhammedî”dir ve Efendimiz’in “Ahlâk-ı Muhammedî”sini temsîl eder, Hakk’ın ebedî cemâl ve kemâline götüren yoldur.

Her bir insan aslında mü'min olarak, sırât-ı müstakîm üzere doğar; bu nedenle sırât-ı müstakîm dünyâdaki yaşadığımız hayâtın kendisidir. Yaşantımızın her ânı, sırât-ı müstakîm üzere olması gereken bir adım anlamına gelir. Bu adımların doğru yönde atılabilmesi için, Allâhu Teâlâ’nın hidâyet nûru ile görmeye, basîret ile duymaya ve yine O’nun verdiği hikmetle akletmeye ihtiyâcımız vardır. 

Sırât-ı müstakîm’in varoluşu, bu yolda Allâh'a kavuşabilmek için mücâdele gösteren mü'minlerin hidâyet nûruna varabilmesi içindir. Sırât-ı müstakîm bizi asıl vatanımıza götürecek yoldur. Zîrâ bizi eşref-i mahlûkat yapan ruhlarımızın vatanı bu dünyâ değildir. Gafletten uyanmış olanlar, fıtratındaki güzelliğe, kendi özüne, ilâhî köklerine ulaşma gayretinde olurlar. Bu anlamda varılabilecek menzil Kâbe olan kalbe ulaşmaktır, çünkü kâinâta sığmayan Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allah mü'minlerin kalbine sığar. Kâbe’nin hakîkatine kavuştuğumuzda kalbimiz sırât-ı müstakîm üzere olmanın verdiği coşkuyla semâya başlar. Sırât-ı müstakîmin takvâ sahibi yolcuları, Kâbe’nin gizli sırrı etrâfında tavâf etmeye başlar. 

Bu yol insanın fıtratı üzere tasarlanmıştır. Bütün insanlar sırât-ı müstakîm üzere ve müslüman olarak doğarlar. Çoğu insan gerçek inancın kimliğinden yoksundur ve bu sebeple de Hz. Muhammed'in aleyh-is-salât-ü-vesselâm yolundan haberdar değildir. Sırât-ı müstakîm'in farkındalığının yokluğu doğru yoldan sapmış olmak demektir. Hakîkî mü'min kimliğini kazanmak için soylu zât Hz. Muhammed'in yolu olan sırât-ı müstakîm'in o yüce farkındalığına uyanmak, gafletten ilâhî bilincin nûruna uyanmak gerekmektedir. Bu farkındalık Ahlâk-ı Muhammediyye’nin idrâkidir. Ne zaman sırât-ı müstakîm’in aslında “Tarîk-i Muhammedî” olduğunu anlar ve bu hakîkate gönülden teslîm olursak ancak o zaman içinde yaşadığımız bu dünyâ, yolun ihtişâmını yansıtan bir vâsıta hâline gelir. 

İnsanoğlunun bu dünyâda doğuşu, doğru yola, sırât-ı müstakîm’e bir dâvettir. Güzellik ve mükemmelliğin, uçsuz bucaksız sonsuzluğun, süregelen devamlılığın, ebedî nûr ve aşkın yolu üzerinde tefekkür etmek için bir dâvettir. Ebedî refah, cömertlik, lütuf, ikram ve fazîlet yoluna bir dâvettir. Bu dâvet, cennete kurbiyet ve ünsiyet kazanmak için bir ilâhî dâvettir.

Bu yol, nur yoludur. Bu nur, şeref ve izzet kazanma yolu olan sırât-ı müstakîmin nûrudur. Bu nur, hakîkat yolunda samîmiyetle mücâhede eden her bir ferde açıktır. Mahviyet ilminden sızan o nûr, ilâhî hidâyet nûrudur. Sırât-ı müstakîm bizi hidâyet nûruna vardırır. “Bizi doğru yola ilet” âyetiyle Allah'tan hidâyet dilemek aslında, O’nun bize verdiği hidâyet nûru netîcesinde yaptığımız duadır.

Bu yol kalbi ve rûhu saflaştırmanın yoludur, hizmet ve fedâkârlık yoludur. Bu yol kendisi ümmî olan, Habîbullah Efendimiz’in aleyh-is-salât-ü-vesselâm yoludur. Bu yol ilâhî ilhâmın ışığıdır, kendini fedâ etme mutluluğunun yoludur, hicret ve hac yoludur. Bu yol, Yaratıcımıza “iyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn” diye yalvardığımız yoldur. Anma, dua, ibâdet yoludur, teslîmiyet aşkının yoludur. Bu yol; yakarıştır.

Hakk’ın ebedî cemâl ve kemâline götüren yol sırât-ı müstakîm, bizi Allâh'ın rızâsına götüren yoldur. Şeyh Sadi Şirâzî şöyle ifade etmiştir: ”Tarîkat; Hakk yolunda yürümek, insanlara hizmetten, yararlı olmaktan başka bir şey değil. Yoksa tesbih çekmek, çok namaz kılmak, sûfî elbisesi giymek değildir.” Benzer bir öğüdü de Hafız Şirazi şöyle yapmıştır: ”Yolda laf atmak değil, adım atmak lâzım. Yürümedikten sonra lafın mânâsı kalmaz.” Hz. Mevlânâ, bize, gittiği yola katılmamız için dâvette bulunuyor: “Beni yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy. Ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü, acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi. Ancak ondan sonra beni yargılayabilirsin.” 

Hazreti Muzaffer Ozak Efendi sırât-ı müstakîm’i bize şöyle anlatıyor: “Kırk rekâtta 'ihdinâ's-sırâtal-müstakîm' diyoruz; 'Yâ Rabbi! Sana giden yolda ayağımızı sâbit kadem et, ayağımızı kaydırma, îmansız çenemizi kapama', kırk defa diyoruz. Peygamber aleyh-is-salât-ü-vesselâm'ı seversen îmânın kemâle erer. O'nu sevmeyince yolu bulamazsın. En kestirme yol Rasûlullâh'ın muhabbeti ile Allâh'a vuslattır. O'ndan başka yol yok. Çok yol var. Her mahlûkâtın nefesinin sayısınca Allâh'a giden yol var. Bütün yollar kesilmiş, ancak bir kapı var, Bâb-ı Muhammediye, oradan gidiliyor. En kestirme kısa yol. Âdem aleyhisselâm bile öyle yapmış. Üç yüz sene ağlamış da büyük babamız, sonra kalbine şu ilham gelmiş: “Yâ Rabbi Habîbin Ahmed, Resûlün Muhammed, hâmil olduğum Nûr-u Muhammed hürmetine beni affet!” Ve affedilmiş. Hak Teâlâ sormuş: ‘Yâ Adem, hâmil olduğun nûrun benim indimdeki fazîletini nereden bildin?’ “Bana ruh verdiğin vakitte Yâ Rabbi, nereye baktımsa Sen’in isminle O’nun ismini bir gördüm. Hep berâber yazmışsın. Anladım ki bu kâinât O’nun hürmetine halk olundu.” 

Kişinin âhirette karşılaşacağı sırat köprüsünün bu dünyâdaki bir benzeri sırât-ı müstakîmdir. Sırât-ı müstakîm üzere olmak, âdetâ bu dünyâda sırat köprüsü üzerinde yürümeye başlamaktır. Sırat köprüsünün kıldan ince kılıçtan keskin olması gibi, sırât-ı müstakîm üzere olmak gafletten uyanmayı, adımlarını dikkatle, kalbi selîm ve huzurla atmayı gerektirir. Yine sırât köprüsünün altında cehennem olduğu gibi sırât-ı müstakîm üzere olmayan tüm yollarda kişi, daha bu dünyâda elemi, kederi ve nice ruhsal hattâ bedensel eziyeti tatmaya başlar. Sırat köprüsü dünyâdır. Yûsuf’un kuyusu dünyâdır. Kalpteki îmânın nûru içimizdeki cehennem ateşini söndürdüğünde, sırat köprüsünden geçtiğimizde, Allâh'ın ipini tutarak kuyudan kurtulduğumuzda bu dünyâda cenneti yaşarız. 

Sırât-ı müstakîm mü'minin yansımasıdır, mü'minin yansıması ise o yoldur. Mü'min kendi ilâhî köklerine fıtratıyla, ilâhî özüyle ulaştığında, yolun ebedî güzelliklerini müşâhede eder. Fıtratını, cevherini, ilâhî özünü yaşadığı boyutta, yolun ilâhî ışığı onda parlamaya başlar. Kendisinin yaratıldığı hale ne ölçüde sâdık kalırsa, Allâh'ın onun hayâtında bilinme isteğine ne kadar karşılık verirse, yolun lütuf, ikram ve fazîleti onun kalbinde o kadar yansımaya başlar.

Sırât-ı müstakîm üzere olan fıtratımızın sesine kulak vermeliyiz. Aksi takdirde doğru yoldan sapmış oluruz ve böylece kendi fıtratımızın özünden uzaklaşmış oluruz. Bu sese kulak vermeyince sağırlık, duyarsızlık ve şuursuzluğumuz artar. Kendimize yabancılaşıp, düşman olur ve böylece kendi kendimize zulmetmiş oluruz. 

Bu yolun olmazsa olmaz bir şartı, insanın kendisiyle yüzleşmesidir. Kendiyle hesaplaşması, ölmeden evvel ölmek anlamına gelir. Bu hesaplaşmayla kişi nefsini bilir ve ancak o zaman Hâtem'ül-Enbiyâ Efendimiz’in aleyh-is-salât-ü-vesselâm söylediği gibi Rabbini bilebilir. Kendini bilmeyenin bu yolun ihtişâmının hakkını vermesi mümkün olmaz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle buyurmaktadır: ”Eğer Hak yoluna koyulursan, sana yol açarlar. Benliğinden geçer yok olursan, seni gerçek varlığa ulaştırırlar. Nefsini alt eder, tevâzu gösterirsen dünyâlara sığmazsın. O zaman seni, sana, sensiz gösterirler.”  

Sahte insan kimliğinden kurtulmadan hakîkî insan kimliğine sahip olamayız. Benlik erimeden mahviyet sırrına kavuşamaz, kalpdeki şirkleri kırmadan nûrun güzelliklerini göremeyiz. Tedavi edilmeden sıhhatli olamayız. Dünyâyı boşamadan kulluk makamına erişemez, nefsimizin zulmünü kaldırmadan adâlete kavuşamayız. Tüm bu “ulaşılamaz”lara insanı ulaştıracak olan ise sırât-ı müstakîm üzere olmaktır.

İnsanın eşref-i mahlûkât olarak yaratıldığını fark edebilmesi için sırât-ı müstakîm üzere olması gerekir.

Ancak o zaman nefis kendini bilme şuuruna erişebilir. Ancak o zaman meleklerden üstün olabilme potansiyeline sahip olduğunu, bununla berâber hayvanlardan daha da aşağı olabileceğini idrâk edebilir. Ancak o zaman bütünün bir parçası olduğunu fark edebilir. Ancak o zaman ilimlerin en büyüğü olan “bilmediğini bilme” şuuruna erişebilir. Ancak o zaman, Rahmânî işaretlerle şeytânî vesveseleri ayırt edebilir. Ancak o zaman manevî hastalıklarını tespit edebilme şuuruna erişebilir. Ancak o zaman kalpteki putları fark edip kırabilir. Ancak o zaman Allah Teâlâ’nın insanoğluna verdiği imtihanların, sorunların, sorumlulukların bizi O'na yaklaştıracak vesîle olduğunu bilebilir. Ancak o zaman kaybımızın kazancımız, derdimizin dermânımız, fakirliğimizin zenginliğimiz, düşüşümüzün yükselmemiz, yokluğumuzun dirilişimiz olduğu idrâk edebiliriz. 

İnsan ancak sırât-ı müstakîm üzere olduğunda ubûdiyet makamının, kelime-i şehâdetteki “abduhu ve Rasûluhu” lafzının ne olduğunu bilme şuuruna erişebilir. Onu yolundan saptıracak engelleri, tuzakları, tehditleri, tehlikeleri, düşmanları tanıyabilme şuuruna ancak o zaman erişebilir.

Gayemizi, motivasyonumuzu gözden geçirip, zihnimizi ve niyetlerimizi temizlemek zorundayız, istikametimizi tekrar bulmalıyız. Bir karınca hacca gitmek için yola çıkmış, merak edip sormuşlar: Sen bu küçük cirmin ile oraya nasıl varacaksın? Karınca ise; ”Yolunda ölsem bana yeter” demiştir. Cehâlete düşmüşlerin kıblesi tok karındır; ancak inananların kıblesi ebedî âlemdir, gök sofrasıdır. Allâh'ın yolu sırât-ı müstakîmdir, sonsuz cemâl ve kemâl istikametine giden yoldur.

Allah yolunda savaşçı olmak bizim borcumuz çünkü biz Rahmeten li'l-âlemîn'in ümmetiyiz. Allâh'a karşı ölümden korkmama ve hakîkat yolunda yürüme borcumuz var, bir mücâhid olma borcumuz var. Şehit olanlara, onların izinden gitme borcumuz var. Her ne kadar acziyetimizle bu yolun hakkını veremesek de, yolda olmak için gayret etme mecbûriyetimiz var. Hazreti Mevlânâ Celâleddîn Rûmî şöyle buyurmaktadır: ”Bu yolculukta taklit tıpkı bir teneke parçasıdır elinde; ama sonra yolun izzeti-ihtişâmı onu, herşeyi fetheden bir kılıca dönüştürür.”

Bizi âhirete götüren, sınırı olmayan ebedî hayâta götüren bu yol, Kur'ân ve Sünnet yoludur. Bizim rehberimiz, feyz kaynağımız, ilhâmımız, aşkımız ve kurtuluşumuzdur. Çünkü ilâhî yardım, ilâhî nur, ilâhî rahmet ve bereket bu yol üzerinde sürekli akmaktadır. 

Yolun kendisi, yolun aydınlatıcısından gayrı değildir. Tefekkür edenler için bu yol mürşidin tâ kendisidir.

Şubat 2023, sayfa no: 12-13-14-15

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak