Ara

Sinan, Aynı Zamanda Bir Şehir Mimarıdır!

Sinan, Aynı Zamanda Bir Şehir Mimarıdır!

 

Mimar Sinan’ın mimarlık anlayışını hayatın zaruretleriyle birleştirerek ele almak gerekir diye düşünüyoruz. O, hiçbir zaman, yapacağı binalarda estetiği ve tezyinatı ihmal etmemişse de, aşırılığa varmayan doğal sadelik duygusundan da uzaklaşmamıştır. Yaşadığı dönemin şartları ve kendini “Cihan Devleti” olarak tanıtma idealine bağlı olarak yaptığı eserlerdeki mükemmellik ve ihtişam, Sinan’ın dehasıyla birlikte, kendisini yönlendiren siyasi otoritenin ona bahşettiği imkânları da göz ardı edilmemelidir. İnancın önderliğinde; ‘Akıl’la ‘Güc’ün birleşmesinden bu eserler doğmuştur. Ancak bunların bir de öncesi vardır: Selçuklu döneminde yaşayan ve Selçuklu eserlerindeki resmi binaların taç kapılarındaki arabesk süsler ile Anadolu’daki eserlerin iç mekânlarındaki Orta Asya’da da dışa taşınan çinilerle gerçekleştirilen tezyinatı fazla bulan İmam Gazali’nin telkini Osmanlı için yönlendirici olmuştur. Bu bakımdan Selçuklularda olsun, Osmanlılarda olsun, sivil mimari, bu telkinden etkilenerek hep geri planda kalmış ve onlardan beklenen ihtişam, Gazali’nin genel eleştirisinin odağında olmasına rağmen, toplumun taleplerine cevap veren binalarda gerçekleştirilmiştir. Bunun da ana sebeplerinden birisi, rekabetten ziyade kendini ispat ideali ön plana çıkmıştır. Çünkü Batılı sanatçılar, Müslüman sanatçıların kendileriyle yarışamayacağı iddiasında ısrarlı olmuşlardır. İşte bu noktada Sinan, neredeyse bir başlangıç rolünü üstlenir. Bunu yaparken de yeniden bir şehir kurmak yerine, şehrin mevcut dokusunu ıslah ederek onu kendi eserleriyle bütünleştirme yoluna gitmiştir. Mimar Sinan’ın eserlerinin kullanım amaçları ve nitelikleri dikkate alındığı zaman, onda ‘Mekân ve Alan Kavramı’nın ön planda olduğu görülür. Sinan’ın bugün İstanbul’da ayakta bulunan 150 dolayındaki eserinin yerleşim alanları incelendiğinde, bunların belli mesafelerde ve belli caddeler üzerinde olduğu dikkati çeker. O, kendi mekânlarını oluştururken hiçbir zaman alan israfında bulunmamış ve binaların bir bölgede yığılması gibi kötü bir arsa israfına da girmemiştir. Burada, dikkate alınması gereken bir hususu belirtmek isterim: Sinan, sentezci bir mimardır. Yani, kendinden önce yapılmış eserlerin önemli bir bölümünü incelemiş ve oradan kendi anlayışıyla birleştirebileceği detayları alarak yeni eserler meydana getirmiştir. Onu, böyle bir çalışmada başarıya götüren, çocukluk dönemini geçirdiği Kayseri’nin büyük payının olduğunu unutmamak gerekir: Kayseri, Selçuklu döneminin en önemli şehirlerinden birisidir ve adeta bir ilim şehri olarak o dönemde yeni baştan imar edilmiştir. Burada bugün bile ayakta bulunan bir düzine medrese ve bir o kadar da caminin şehre yerleştiriliş biçimi onun inşa edeceği eserlerde alanları kullanma bakımından yönlendirici olmalıdır. Biliyoruz ki, o asırlarda, şehir plancıları yoktu ve şehirler genellikle beslenebileceği su kaynaklarının etrafında kümelenmişlerdir. Bunun yanında, şehrin atıklarını taşıyacak sistemleri de dikkate almak gerekmektedir. Sinan’ın su projelerine bu açıdan bakıldığı zaman, inşa ettiği eserlerin perspektifini tayin etmek mümkündür. Mimariyle tezyinatı, estetikle stratejiyi birleştiren bu anlayışta, ilk çağların kalın dış kale surlarının yerine gerektiğinde sığınma ve korunma alanları olarak cami ve medreseleri dikkate aldığını düşünüyoruz biz. Bunun içindir ki, bu tür toplumsal talebe cevap veren eserler sağlam yapılmışlar ve böylece bizlere kadar ayakta kalmalarına da imkân verilmiştir. Bunu, elbette sadece böyle bir zarurete bağlayarak bu eserleri değerlendirmek istemiyoruz: Bundan daha önemlisi, her şeyden evvel İslam’ın tevhit anlayışının bunu yönlendirdiği de bir vakıadır. Burada dinin işareti ile hayatın zarureti birleşince şehir medeniyetini besleyen dinamikler kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Sinan, akıllıca bir iş yapmış ve bunları kendi sınırları içerisinde tutarak sağlıklı bir şehir yapısı oluşturmuştur. Şehirleri geçmişten günümüze taşıyan ve onların kalıcılığının ilk şartı olan bu tarihi binaların altındaki imza kime aitse, o şehre alın terinden çok, kabiliyetinden onur duyacağı bir hizmet alanı bırakmış olmaktadır. Şehirlerin geçmişini besleyici etnografik ve arkeolojik iki damarı vardır. Dünyanın bütün şehirlerinde, bu iki kanal şehirlerin hafızasını canlı tutar ve geleceğe taşır. Sinan buna bir de kendi hatırasını eklemiş ve elimize, kendisinden intikal eden bir metin emanet etmiştir. Sai Çelebi’ye dikte ettirdiği; “Tezkiretü’l Bünyan”ında Sinan, meselenin bu yönünü fazla irdelemeden anlatır. Buradan öğreniyoruz ki, Sinan, bir şehir için olmazsa olmazları öne almış ve bunlarla öncelikle İstanbul’u donatmıştır. Köprüler, suyolları, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, medreseler ve nihayet camiler… Bunlar olmadan bir şehrin sağlıklı gelişmesi, hatta onun içinde hayatın huzurla geçmesi mümkün mü? İşte bunun içindir ki, Osmanlı’yı yarım asırda dört yüzün üzerinde eserle donatan Sinan, gerçek bir mimar olduğu kadar tam anlamıyla da bir şehir planlamacısıdır. Bunu yaparken de, şehirleri taş yığını görüntüsüne taşımak istememiş ve bu yüzden eserlerinde taşın dillenebileceği bir estektik zarafeti ön plana almıştır. Burada, çok önemli bir noktanın da üzerinde durmakta fayda vardır: Sinan eserlerinde bir başkaldırı tavrından çok, iddia ve ispatın da peşindedir: Hıristiyan dünyasının, gotik mimari tarzının hoyratlığını yontup şekillendirerek binaları kubbelerle kâinatın ahengine yaklaştırması, bu duygudan doğmuştur. Üstelik onların, “Müslüman sanatçılar, Ayasofya’nın kubbesinden daha büyüğünü yapamazlar”, iddialarına, Selimiye Camii’nin kubbesini altı arşın boydan ve dört arşın derinlikten daha büyük ve yüksek yapması o yaklaşıma verilen net bir cevaptır! Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Mimar Sinan, bir taraftan karşısındaki Batı sanatçılarıyla yarışırken, içerde de öncesi ve sonrasıyla Osmanlı mimari geleneğine yeni bir kimlik kazandırma gayretine yönelmiştir. O, kendinden önceki eserlerden olabildiğince faydalanmış ve daha yetkin eserleri kendi üslubu haline getirerek bize emanet etmiştir. Ne acıdır ki biz bu birikimi pek fark edemedik ve giderek kendi şehircilik anlayışımızdan, hem sivil mimaride, hem de ortak kullanım alanı olarak görülen büyük binalarda, kendimize göreliğin dışına çıkarak Batı’yı taklit zaafına ve kültürel kirliliğe sürüklendik. Ondaki iddiayı ideal haline getiremedik. Sonuç itibariyle; Sinan, hemen bütün eserlerini şehirlerde inşa etmiştir. Şehir dışında kalabilen bazı Kervansarayları da, şehre yönelen insanların korunma ve barınmalarına yönelik bir işlevi üstlendiği için onları da şehri tamamlayan unsurlar olarak görmek gerekecektir. Şehri zenginleştiren bu taş biblolar, Türk kültür ve medeniyetinin tamamlayıcı eserleri olarak bulundukları mahalleri yeni bir kimlik ve önem kazandırmıştır. Mimar Sinan’ın bu mirasının günümüzde ve gelecek nesillerce çok daha iyi anlaşılabilmesi için bugün bu eserlerin bulunduğu şehirlerin yerleşim dokusunun dikkatle gözden geçirilmesi gerekmektedir… Gerçekleri hayallerin üzerine çıkarmayı başardığınız zaman ideallerin nefes alıp verdiği bu eserleri ve onları vücuda getiren bu insanları anlamak daha kolay olacaktır diye inanıyorum.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak