Ara

Sev ve Tâkip Et

Sev ve Tâkip Et

Tâkipçiliğin bir ön şartı şudur ki, varlık hapishânesinden kurtulmak için motive olmalıyız. Tâkip, hakîkate ermek için fiziksel bir çabayla, Allâh'a kaçmayı ve Allâh'a koşmayı gerektirir. Gerçek tâkipçiliğin sırrı; kişinin Allâh'a (cc) olan ihtiyaç ve bağlılığını fark etmesi ve karşı konulmaz bir iştiyakla Sevgiliye ulaşmayı dilemesidir. 

Tâkipçilik Allah Teâlâ'ya duyulan sevginin ve O’na ibâdetin, O’na karşı minnettarlığın ve O’na kul olmanın bir ifâdesidir. Tâkip edenler, Allâh'ın yeryüzündeki temsilcisi olanlar, Allâh'ın en şerefli dostlarıdır, en yüce, en seçilmiş kulları.

Gerçekten öğrenip, aydınlanmak isteyenler Allâh'ın sevdiklerini sevenlerdir ve onların muhteşem kulluklarının irfan boyutundan istifâde edenlerdir. 

Hakîkî tâkipçilik; yönlendirilme arzusunun ve öğrenme iştiyâkının, ilim ve irfâna kölelik etme isteğinin, ilâhî sırların güzel kokularını duyma, gizli hazîneyi arama ve âb-ı hayâtı bulma iştiyâkının kişiye hâkim olması demektir. 

Hak yolunun tâkipçileri arayanlardır. Bu kişiler hakîkate o denli susamışlardır ki, onu gündelik hayatlarına aktarmaktan bir an geri durmazlar. Bu kişiler içsel bir örneği tâkip ederler; bu örneğin yol göstericiliği ile hevâ ve heveslerine tâbi olmayıp, cüz’î irâdelerini bütünüyle Mutlak irâdeye teslîm etme noktasına kadar gelirler. Bir başka deyişle, onların bu yoğun arayışları hakîkate susamışlıkları, onları maksutlarında eriyip yok olma noktasına getirmiştir. Aradıkları hakîkat artık kendileri olmuştur. Arayan ve aranılan, âşık ve mâşuk bundan böyle bir olmuştur.

İnsanın varoluş sırrı Yaratıcısına karşı duyduğu aşkta gizlidir. Sevdiğimiz zaman, parçalar olarak bütünün cezbesine kapılırız. Aradığımız zaman aradığımıza aşkla bağlanırız. Sevdiğimiz zaman, sürekli öğrenen bir kul, mütevâzı bir öğrenci, gözü yaşlı bir hayran, samîmî bir araştırmacı hâline geliriz. Sevdiğimiz zaman, Sevgiliyi tâkip ederiz. Arzu ettiğimizde, arzu edilene doğru çekiliriz. Sevdiğimizde, aşkla yaşar ve aşk için ölürüz. Bu sevgi hakîkate susamışlıkla, bu sevgi teslîmiyet, itâat ve tâkip aşkıyla netîcelenir. Bu sevgi âlemlere rahmet olarak gönderilene duyulan aşkla netîcelenir. Bu sevgi Ehli Beyt-i Mustafâ’ya ve O’nun güzîde ashâbına duyulan aşkla netîcelenir. Bu sevgi; kulluk etme şerefine ve şuuruna ermiş, kulluktaki cezbedici güzelliği fark etmiş gelmiş geçmiş tüm âşıklara muhabbet duymamızla netîcelenir. 

Verilen dînî eğitimlerde temel bir farklılık göze çarpar. Bir kişi bilgileri kitaplardan edinirken, bir başkası onları hayâtında deneyimleyerek öğrenir. İkinci tür öğrenimde ilim, nefis mücâdelesi sonucunda gelir. Bu ilim, içimizde sürekli devâm eden mücâhedenin meyvesidir. 

Hakîkî ilim kitaplardan, derslerden değil, Allah (cc) ile ve O’nun Resûlü Hazreti Muhammed (sav) ile ünsiyet kurmakla elde edilir. Allâh'ın yol göstericiliğini dilemekle, Allâh'ın sevgilisi Fahr-i kâinât Efendimiz aleyhi's-salâtu ve's-selâm'a yakın olma arzusuyla, O’na benzeme isteğiyle ve O’nun yüce davranışlarını taklîd etmekle elde edilir. Bu açıdan, bildiklerimize boyun eğmek bilginin kendisinden daha önemlidir. Hak yol üzere olmak maksûda erişmekten daha önemlidir. Ayrı kalmanın acısıyla yanıp yakılmak, ihtiyaç ve hasret duymak, arayışa düşmek, birleşmekten daha önemlidir.

İslâm dîninde bilgilerin ortaya konduğu sahne bütünüyle canlıdır. Aktarılan hiçbir şey kuru bir târih dersi veya yavan bir bilgi kırıntısı değildir. Muvahhitler bir silsile hâlinde devâm eden o rûhânî aydınlanma geleneğinin izini sürebilirler. 

İslâmiyet, ilk insan olan Hz. Âdem’le başlamıştır. Hz. Muhammed aleyhi's-salâtu ve's-selâm’ın bu dünyâyı teşrîfiyle, hakîkat nurlarına ve sevgi hazînelerine giden yol da tâliplilerine açılmış oldu. Bu yolda ilerlemek, Hz. Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selâm'ı ve O’nun sünnet-i seniyyesini anlamaya çalışmak ve hayâta geçirmekle mümkündür. Gerçek ve kâmil bir îmâna erişmek ancak Efendimizin en yakın tâkipçileri olan Ashâb-ı Kiram Hazerâtını ve onları tâkip edenleri bir silsile hâlinde tâkip etmekle mümkün olabilir. 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî şöyle gözlemlemiş: “Dînim aşktır benim." "Ben Kur’ân’ın kölesi, Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum.”, “Ben aklımı Mustafâ’nın hükümleri önünde kurbân ettim.” Bütün düşünce, his, hareket ve davranış biçimlerimiz O’na aleyhi's-salâtu ve's-selâm olan sevgimizin ispâtı olmalıdır. 

Hz. Ali’nin (kv) tüm beşeriyete duyduğu koşulsuz sevgiyi ortaya koyan sözlerden birisi de şudur: “Beni arayan bulur; beni bulan bilir; beni bilen sever. Beni kim severse onu severim; beni sevenin yanındayım; sevdiğimin hatâsı benim hatâmdır; sevdiğimin sorumluluğu da benimdir.” İlmin kapısı olan Hz. Ali şu âlemde Efendimiz aleyhi's-salâtu ve's-selâm’dan sonra, gelmiş geçmiş en âlim kişidir. Aynı zamanda büyük bir mahviyetle, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” demiştir. Yüce halîfe, o muazzam mahviyet sıfatı taşıyan Hazret Ömer (ra): “Bana bir hatâmı söyleyenden Allah râzı olsun!”

Can alıcı nokta şudur: Hakîkat arayışına girebilmemiz için birilerinin bizi bilinçsizlik uykusundan uyandırması gerekmektedir. Hakk’a olan iştiyâkımızı, hakîkate olan susamışlığımızı yeniden hissedebilmemiz için nefsimizin örtülerinden, tortularından arındırılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde o muhteşem sırât-ı müstakîm yoluna koyulabilir, ilâhî sırların kokusunu almaya başlayabiliriz. 

İmam Gazâlî Hazretleri şöyle der: “Aklımı o kadar genişlettim ki neredeyse kopacaktı. O zaman anladım ki, akıl sınırlıdır. Bir tür cinnet geçirdim ve neredeyse aklımı kaybediyordum. Sonunda Allah Resûlü’nün aleyhi's-salâtu ve's-selâm rahmetine sığındım. Herşey berraklaştı ve sırrı keşfettim ve kurtuldum.” 

İnsanların en şereflisi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’i samîmiyetle tâkip edersek, O’nun en büyük hazînesine vâris oluruz. O hazîne de, Allah Teâlâ tarafından bir kula bahşedilen en büyük şeref ve en büyük rütbe olan Ahlâk-ı Muhammedî’dir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu gibi: “De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Âl’i İmrân, 31.), “Allâh'a itâat edin, Resûl’üne de itâat edin.” (Nisâ, 59.), “Kim Resûl’e itâat ederse o, Allâh'a itâat etmiş olur.” (Nisâ, 80.) 

Hakk Teâlâ, “Peygamber, mü'minler için kendi öz nefislerinden daha evlâdır.” (Ahzâp, 6.) buyurmaktadır. Bu âyete göre, hayâtımızdaki her bir davranışta, her bir harekette Efendimiz’in sünnetine mutlak öncelik vermeli, doğrudan sünnetten delil bulamadığımız zamanlarda da Nebevî sünnetin ışığında, onunla kıyâs ederek kararlarımızı vermeli.

Bundan ziyâde, Efendimiz’in ardında öylesine bir saf tutmalıyız ki Efendimiz’in Fâtiha’sının "İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn” kısmında bedenî, kalbî, hissî ve zihnî bir fenâ hâli yaşayabilelim. Bu dördüncü âyetle kulluk şuuru zirveye varıp bütün varlığımıza sirâyet etsin. Uğruna kâinâtın yaratıldığı ve Fâtiha’nın nâzil olduğu Efendimiz’in ümmeti olarak bu hâli yaşayabilmemiz elzemdir.

En yüksek insanlık sırrı Ahlâk-ı Muhammedî’deki hikmetleri bilip yaşamaktır ve sırât-ı müstakîm de bunu anlatmaktadır. İnananlar, O’nun aleyhi's-salâtu ve's-selâm asîl ve azîm ahlâkına dâir bilgiyle mücehhez olup onu amele dökmedikleri sürece Sevgili Efendimiz’in gerçek tâbîlerinden olamazlar. Diğer bir tâbirle aşk; ilimden değil, Efendimiz’in hayâtını samîmiyetle taklîd edip tahkîka ermemizden gelir. Çünkü Efendimiz canlı Kur’ân idi. O’nu taklîd ise sâdece zâhirini taklitle değil, öğretilerindeki hikmetleri anlamaya çalışmak ve derûnî hallerine de bürünmeye gayretle olur.

Güneşe çıplak gözle bakacak tâkatimiz yoktur, fakat dolunayın ihtişâmını ve yıldızların sayısız güzelliğini tam anlamıyla algılayabiliriz. Üstelik parlaklıklarıyla hayâtımızı aydınlatan binlerce mum var etrâfımızda. Bunlar evliyâlar, şehitler, sıddîklar, âşıklar, Allâh'ın dostları. Habîb-i Edîb-i Kibriyâsı olan Efendimiz, aleyhi's-salâtu ve's-selâm, Kâinâtın nûru, “sirâcen münîra” “nur saçan kandil” ile Allah Teâlâ insanlığa gönderdiği ilâhî nûrunu tamamladı ve ümmetinin fertlerinin kalplerini hidâyet nûru üzerinde birleştirdi. Ve Onunla insanlık târihinin en muhteşem medeniyeti gerçekleşti. Bu mûcizevî toplumun kuruluşu, aydınlanmış nurlu şehir anlamına gelen Medîne-i Münevvere şehrinde mümkün oldu. 

İslâm âleminin başı dertte; Rabbinden yalnızca ümmetine yakınlık dileyen, ümmeti için hidâyet, rahmet ve mağfiret dileyen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O zâtı örnek almıyoruz. Müslümanlar, Peygamber Muhammed Mustafâ aleyhi's-salâtu ve's-selâm’ın ahlâkını kendilerine rehber olarak görmüyor artık, onun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. 

Fahr-i Kâinat Efendimiz aleyhi's-salâtu ve's-selâm; “Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisini tâkip ederseniz hidâyeti bulursunuz.” buyurmuşlardır. O yıldızları tanımak, hayatlarımıza örnek almak imkânı varken ilgisiz kalıyoruz. Merâkımız söndü. Başımızı göğe kaldırmıyoruz. O yıldızlara bakmak onları görmek yerine başımızı eğiyor karanlığımızı artırıyoruz. Görme yeteneğimizi kaybettik, kör, sağır, duyarsız ve dilsiz kaldık. Yüzeysel ibâdetlerden memnun kalıyor ve pazarlık eder gibi duâ ediyoruz. Kendimize rûhumuzun gıdâsını vermiyoruz. Gök sofrasına katılmıyoruz. 

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez değerli bir yorumda bulunuyor: “İslâm bütünlüğü esas alırken, modern zihin, parçalanmayı esas almaktadır. Bugün İslâm coğrafyasında yaşanan parçalanmışlık bu zihin kaymalarından kaynaklanmaktadır. Geleneksel toplumsal bilinçte gerek ırkî gerekse dînî ve mezhebî farklılıklar insanlık âleminin doğal yansımaları olarak görülürken, bugün farklılıklar ötekileştirilmeye ve dışlanmaya neden olmaktadır.” 

En nûrânî misâllerden, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın, Sahabe Efendilerimiz’in ve Allah dostları, Evliyâlar’ın yaşadıklarından ve öğütlerinden etkilenmez hâle geldik. Bu nedenle onlardan öğrenmeye, hidâyet bulmaya, ibret almaya, onları tâkip etmeye bir niyetimiz yoktur.

Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri bizi uyanık olmaya çağırıyor:

“Ey güne gaflet içinde başlayan ve akşamleyin gaflet yoluna devâm eden,

Ne zamana kadar kötü şeyleri hoş görmeye devâm edeceksin?

Ne kadar ve ne dereceye kadar korkmayacaksın?

Allâh'ın organları konuşturacağı duraktan!

Senin durumun şaşılacak şey! Gözün gördüğü halde, apaçık yoldan nasıl da sapıyorsun.

Ey binlerce mum olduğu halde yolu karanlık olan.

Ey lezzetlerin tadına varan. Bu yudumlama da nedir?

Ey tevbeden kendisini uzak tutan. Kalk ve hemen [tevbe] kapısına koş.

Günahların çoktur. Onları göz yaşı ile yıka!” 

Erham-ür-Râhimîn olan Rabbimiz indindeki en rızâ celbedici hal, Allâh'ın peygamberleri ve velîlerinin feyizlerine gönlümüzü açmaktır. Allah âşıklarının aşkı tarafından cezbolunmalı, o aşka sarılmalı ve sonra onlara tâbi olmalıyız.

Hz. Âdem ile Hz. İbrâhîm'in nurlu örneklerinden kendimize pay çıkarmalıyız. Onların aydınlattığı yolda peşlerinden gitmeliyiz. Hidâyet nûru, Allâh'ın bize gönderdiği yüce peygamberler, evliyâlar ve şehitlerin ayak izini tâkip ederek alınır. Bütün kâinâta rahmet olarak gönderilenin ve ona tâbi olmuşların kulu-kölesi olmalıyız. Gerçek âşık, her hâliyle Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılır.

Mayıs 2024, sayfa no:  28-29-30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak