Herşeyi yoktan var eden Allah'tır (cc). Hiçbir şey yoktu O vardı. Herşeyi canlı cansız O yarattı. Ve her şeye O hayat verdi. Zîrâ “hayat veren ve öldüren O'dur”. (Mü’min, 68.) Başka bir Âyet-i Kerîme'de ise insanın yaratılması şöyle anlatılmaktadır: “Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyâya getiren) Allâh'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda ona döndürüleceksiniz.” (Bakara, 28.) Kısaca Rabbimiz her şeyi yoktan var edip onlara hayat vermiştir. İnsanı topraktan yaratıp ona “ruh” üfleyerek onu canlandırmış ve mahlûkâtın eksenine onu yerleştirmiştir. “Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine rûhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.” (Hicr, 28.) İnsan nesline de değişik sûret, renk ve dillerde nesiller vererek yaratmasını devâm ettirmektedir.
Ölü topraktan sâdece insanı değil sayısını bilemediğimiz kadar çeşit çeşit bitkiyi (canlıyı) yarattı. “Gökten de bereketli bir su indirip onunla kullar için rızık olarak bahçeler ve biçilecek tâneler (ekinler), birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir.” (Kâf, 10.) Yeryüzü çoraklaşıp ürün vermediği zaman Rabbimiz bulutlarını oraya gönderip yağmurla oraya yeniden hayat verdi. “Allâh'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, o ölüleri de elbette diriltecektir. O her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm, 50.)
Yüce Allah yarattığı toprak öldükten sonra ona rahmetiyle müdahale ederek onun yeryüzündeki hayâtiyetini devâm ettirmektedir. Vahyini indirerek de, yarattığı insanın mânen canlılığını sürdürmesini sağlamıştır. Çünkü vahiyle buluşmayan bir hayat yaşanmamış ölü bir hayat demektir. Peygamberlerin ve kitapların gönderiliş amacı insanın mânen canlılığını devâm ettirmektir. “Ey îmân edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allâh'ın ve Rasûlü'nün çağrısına uyun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, onun huzûrunda toplanacaksınız.” (Enfâl, 24.)
Yağmurla irtibâtı iyi kuran, yağan yağmuru içine alan, onu salıvermeyen toprak her zaman daha verimli olan topraktır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durumu Rabbimiz şöyle târif etmektedir: “Yüksekçe bir yerdeki güzel bir bahçenin durumu gibidir ki, bol yağmur alınca iki kat ürün verir.” (Bakara, 265.) Bir kısım toprağın ise yağan yağmur üzerinden akar gider. “Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve mâruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir.” (Bakara, 264.) Bu durum insan için de aynen geçerlidir. Vahye kalbini açan, ondan kana kana içenlerin kalpleri canlılığını korur, kuraklaşmaz ve güzel meyveler verir. Ancak kalbini vahye kapatanların kalpleri ölür. Mühürlenir. Çoraklaşır. Katılaşır. Hayâtiyetini kaybettiği için de meyve vermez.
Kalpler, kan pompalayarak nasıl vücûda canlılık kazandırıyorsa aynı şekilde vahiyden aldığı hayat iksirini vücûda pompalayarak hayâtının mânen yeşermesini sağladıktan sonra güzel meyveler verir. Onun için vahiy yâni Kur’ân kalpler için rahmet-i ilâhîdir. “Biz Kur'ân'dan, mü'minler için şifâ ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zâlimlerin ise Kur'ân, ancak zararını artırır.” (İsrâ, 82.) Eğer vahiyden, rahmetten kanarak beslenirse kalp yumuşar, nurlanır, kasvetten kurtulur. Şifâ bulur hastalıktan kurtulur. Çünkü katı ve çoraklaşan bir kalbin meyvesi küfürdür, Yahudileşmektir, nifaktır, dünyevîleşmektir, şirktir, korkudur.
Kur’ânımız kâfirlerin kalbini ölü kalbe: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 7.) Bu kalple akledemezler. Yahudilerin kalbini de katılaşmış kalplere: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hattâ daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (Bakara, 74.)
Münâfıkların kalplerini hasta kalplere: “Kalplerinde münâfıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 10.) Onlar kalplerini vahiy ilacıyla tedâvi etmedikleri için hastalık kapmıştır.
Dünyevîleşenlerin kalplerini de Sâmirî'nin peşinden gidip altın için buzağıya tapanların kalbine: “Hani, Tûr'u tepenize dikerek sizden söz almıştık, "Size verdiğimiz Kitâb'a sımsıkı sarılın; ona kulak verin" demiştik. Onlar, "Dinledik, karşı geldik" demişlerdi. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: (Tevrat'a beslediğinizi iddia ettiğiniz) îmânınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!” (Bakara, 93.) Gıdâsını, vitaminini vahiyden almayan, Allâh'ın dışındaki bir yere bağlayan kalpleri müşriklerin kalbine: “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allâh'a ortak koştuklarından dolayı; inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Barınakları da cehennemdir. Zâlimlerin kalacakları yer ne kötüdür.” (Âl-i İmrân, 151.) diyerek benzetmektedir. Allah korkusunun dışında birçok korkuyla dolarlar. Kaybetme korkusu. Bu bütün korkuların anasıdır.
Ama eğer kalp vahiyle sulanmış, oradan gıdâlanmış, vahyin ölçülerine göre ayrık otları temizlenmiş, hastalıkları vahiyle tedâvi edilmişse o zaman meyvesi; îman, muhabbet, haşyet, takvâ ve Allah anıldığı zaman titremek olur.
Kur’ânımız bu konuyu şöyle târif etmektedir: “Kalbi îmanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hâriç, inandıktan sonra Allâh'ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah'tan gazap iner ve onlar için büyük bir azâb vardır.” (Nahl, 106.) Kalp îmanla dolduktan sonra Allâh'a muhabbetle dolmaya başlar. Mü'minlerin Allâh'a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Sonra bu muhabbet hüzme hüzme onun bütün mahlûkâtına yayılır. Allâh'ın sevgisiyle kanan kalp hassaslaşmaya başlar. Yaptığı her şeyde onun rızâsını gözetler. O'nun katındaki konumunu kaybetmekten korkar. Yâni takvâ zırhını giyer. “Allâh'ın elçisinin huzûrunda seslerini kısanlar, Allâh'ın, gönüllerini takvâ (Allâh'a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfât vardır.” (Hucurât, 3.) Takvâ ile kalbini cilâlayanlar kâinât aynasında onun azametini görünce onun huzûrunda derin bir saygı hâline bürünürler, buna haşyet denir. “Rabblerinin azametinden korkup titreyenler”den olur. Sonra öyle bir hâle gelir ki, Allâh'ı her andığında kalp titremeye başlar. “Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını arttırır. Onlar sâdece Rabblerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2.)
Yukarıda arzettiğimiz Âyet-i Kerîmeler'den anlaşılacağı üzere kalplerimizin ihyâsı vahiyle, ölmesi ve çoraklaşması da vahiyden uzaklaşmasıyla olur. Vahiyle ihyâ olan kalplere Allah (cc) nazar eder. Allâh'ın (cc) nazar ettiği kalpler aslâ çoraklaşmaz.
Şubat 2020, sayfa no: 18-19-20-21
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak