Bilecik, Söğüt ve Osmaneli ziyâretlerimizi tamamlayıp seyahatimizin ikinci gününde yönümüzü İznik'e çeviriyoruz ve şeftali bahçelerinin, uçsuz bucaksız zeytinliklerin arasından geçerek mavi ile yeşilliklerin buluştuğu yere, İznik'e vâsıl oluyoruz. Bilinen târihi mîlattan önce 2.500 yıllarına kadar uzanan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından fethedilerek Anadolu Selçuklu Devleti'ne başkentlik yapan İznik (Nikea) Türkler ve Bizanslılar arasında birkaç sefer el değiştirmiş, 1328-1331 yılları arasında gerçekleştirilen kuşatma sonrasında kesin olarak Osmanlı Devleti egemenliği altına girmiştir. İstanbul'dan Anadolu'ya uzanan sefer ve kervan yolu üzerinde önemli bir durak ve konaklama merkezi olan İznik, Osmanlı idâresinde, özellikle 14.-15. ve 16. yüzyıllarda tam mânâsıyla ticâret, kültür ve sanat merkezi oldu. Bu dönemlerde pek çok câmi, medrese, han, hamam inşâ edilerek şehir tepeden tırnağa yeniden îmâr edildi. İznik Medreselerinde pek çok önemli şahsiyet ders verdi. Dâvûd-i Kayserî, Kutbüddîn İznikî, Ebü'l-Fazl Mûsâ ve Eşrefoğlu Abdullah Rûmî gibi ünlü âlimler, mutasavvıflar İznik'te yaşadı ve eserler verdi. Bu sebeple İznik'e “Ulemâ yuvası/Âlimler diyârı” da denmiştir. Bünyesinde Erken Osmanlı Dönemine āit pek çok târihî ve kültürel mîrâsı barındıran, asırlardır milletimizin hissiyâtına tercümân olan, dünyâca ünlü, el emeği göz nûru çini ve seramiklerin üretildiği İznik'te bakalım bizleri hangi güzellikler bekliyor.
İznik Otogarında saat 13.00 civârında indikten sonra Mahmut Sokağı’ndan batı yönünde ilerleyerek Atatürk Caddesi’ne ulaşıyoruz. Caddeye ulaşıp sağ taraftan ilerlediğimizde, köşede, dörtyol ağzında Mahmud Çelebi Câmi-i Şerîfi ile karşılaşıyoruz. Güzeller güzeli bu mâbed, Çandarlı Hayreddîn Paşa'nın torunlarından Mahmud Çelebi tarafından 1442 yılında inşâ ettirilmiş. Tek kubbeli câminin ibâdet mekânı kare planlıdır. Câmi içindeki kalem işleri hat sanatının önemli örnekleri arasında gösterilir. Câmi-i Şerîf'in az ötesinde, Maltepe Caddesi üzerinde Murad Hüdâvendigâr Hamamı Müzesi bulunur. 15. Yüzyılda I. Murad Han tarafından çifte hamam formunda yaptırılan yapı yakın zamanda gün yüzüne çıkarılmış. Dış çevresinde ahşaptan çini çarşısı, içerisinde ise kronolojik olarak İznik târihinin anlatıldığı müze bulunur. Hamamın karşısındaki, etrâfı korumaya alınmış devâsâ kazı alanı, bir zamanlar dünyânın en meşhûr çinilerinin üretildiği çini atölyelerinin bulunduğu yerdir.
Tekrar caddeye dönüp yolumuza devâm ettiğimizde, yine dörtyol ağzında, Kılıçarslan Caddesi başında Ayasofya Câmi-i Şerîfi ile karşılaşıyoruz. Orhan Gāzi tarafından İznik'in fethiyle 1331 yılında câmiye dönüştürülen yapı, Kānûnî Sultan Süleyman Han döneminde Mîmar Sinan tarafından yenilenmiştir. Uzun yıllar müze olarak kullanılan mâbed, 2011 yılından beri aynı zamanda ibâdet yapılan gerçek bir câmiye dönüşmüş durumdadır. Cadde boyunca, doğu istikāmetinde yürümeye devâm ediyoruz. Eşrefoğlu sokağına ulaştığımızda köşede, kubbeli, hamam formunda, mütevâzı ölçekte bir yapı gözümüze çarpar. Burası Hacı Özbek Câmi-i Şerîfi'dir. Köşesinde de çinili bir çeşme vardır. Ne hoş değil mi? Çinileri ile ünlü İznik'in çeşmeleri de elbette çinili olur. Suya ulaşım düzeyi ve kalitesi bir gelişmişlik göstergesi, en belirgin nişânesi ise çeşmelerdir. Kurdun, kuşun hakkını gözeten bir medeniyet anlayışı için şebeke suyunun köylere kadar ulaşmış olması nihâî hedef değildir. Hedef, insanların bulunduğu her köşe başına bir çeşme inşâ etmektir. İznik sokaklarında rastladığımız bu güzelim çinili çeşmeler Ağustos ayının şu sıcak günlerinde âdetâ içimizi serinletti, geleceğe olan ümîdimizi daha da artırdı. Evet, memleketin her köşesinde çeşmeler aksın, iyilik, güzellik hep var olsun istiyoruz. Kılıçarslan Caddesi üzerindeki bu mescid, kitâbesi ve kubbesi bulunan en eski Osmanlı mescidi olarak gösterilir. 1333-1334 yıllarında Hacı Özbek Bin Muhammed tarafından yaptırılmış. Kare planlı olup ibâdete açık vaziyettedir. Koşuşturmaktan yemek yemeyi bile unutmuşuz. Caddeye çıktığımızda Karadeniz Pidesi tabelasını görünce açlığımızı hissettik ve bismillâh deyip sipârişimizi verdik. Gāyet lezzetli pide çeşitleri var burada. Yolu düşenlere tavsiye edilir.
Hacı Özbek Câmi-i Şerîfi'nin az ötesinde, sokağa da adını veren Eşrefzâde (Eşref-i Rûmî) Câmi-i Şerîfi ve Türbesi bulunur. Müzekki'n-Nufûs isimli eseriyle bilinen İznikli şâir ve mutasavvıf Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’nin, burada medfun bulunan diğer büyüklerimizin ve cümle geçmişlerimizin rûhuna bir Fâtiha, üç İhlâs okuyarak yolumuza devâm ediyoruz. İki sokak ötemizde büyük bir meydanın ortasında, uzaktan bakıldığında Tac Mahal'i hatırlatan, güzellikler meşheri diyebileceğimiz Yeşil Câmi-i Şerîfi bize selâm verir. Osmanlı mîmârîsinin ilk ve en sevimli örneklerinden biridir. Kapı ve pencere kenarındaki işlemeler hakîkaten dikkat çekicidir. Yapımı Osmanlı döneminin ilk vezirlerinden Çandarlı Halil Hayreddîn Paşa tarafından başlatılmış, ölümünden sonra oğlu Ali Paşa tarafından tamamlanmış. Baba ile oğlunun kabirleri, sur dışında, merkez kabristanı içerisindedir. Farklı büyüklükte, iki kubbeli mekândan oluşan buradaki türbenin doğu tarafındaki bölümde, iki mermer lahid vardır. Bunlardan biri Çandarlı Halil Hayreddîn Paşa'ya, yanındaki ise oğlu Ali Paşa'ya āittir. Şâhideler erken dönem mezar taşı topoloji için güzel örneklerdir. Türbenin batı mekânında ise yazısız on beş mezar bulunmaktadır. Türbe girişinde Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin:
“İyilik, ticâret değildir. Allah rızāsı için yapılır ve unutulur.” sözünü hatırlatan, “sağ elin verdiğini sol elin bilmeyecek” düstûrunun zarîf bir yansıması olarak gördüğümüz, evrensel iyiliğin sembolü, fazîlet ve zarâfet âbidesi bir de sadaka taşı bulunur. 50 santimetre genişliğinde, 70 santimetre uzunluğundaki bu sadaka taşı antik porfir sütundan dönüştürülmüştür. Kılıçarslan Caddesi üzerinde Çandarlılar’a āit iki türbe daha bulunur. Bunlar Çandarlı İbrahim Paşa ve Çandarlı Halil Paşa Türbeleridir. Buradaki türbelerde de erken dönem şâhidelerine rastlanır. II. Murad ile Fatih Sultan Mehmed yıllarının sadrâzamı meşhûr Çandarlı Halil Paşa, İstanbul’un fethinden hemen sonra îdâm edilerek kendinden önce vefât eden oğullarının yanına, buradaki türbeye defnedilmiştir.
Yeşil Câmi-i Şerîfi'nin batı yönünde iki yapı topluluğu daha göze çarpar. Bunlardan birinci grup Şeyh Kudbüddîn adına Çandarlı İbrahim Paşa tarafından yaptırılan Şeyh Kutbüddîn Câmi-i Şerîfi ve Türbesi, az ötedeki yapı ise Nilüfer Hatun imâretidir. İmâret günümüzde müze olarak faaliyet gösteriyor. Orhan Gāzi'nin eşi ve Sultan I. Murad Hān'ın annesi olan Nilüfer Hātun, Bursa ve İznik'te önemli izler bırakmıştır. 1418’de vefât eden Kutbüddîn İznikî ise İznik’in tanınmış müderrislerinden olup Osmanlı âlimi ve mutasavvıfıdır. Kaynaklar, Kutbüddîn İznikî’nin diğer ilimlerin yanı sıra özellikle şer‘î ilimlere vukûfundan ve tasavvuf yolunda önemli dereceler elde ettiğinden söz eder. Tekrardan Kılıçarslan Caddesi’ne dönüp yolumuza devâm ettiğimizde, az ötede târihî surları ve Lefke Kapı’yı görüyoruz. Roma dönemine āit kemerli kapı, iki yuvarlak kule ile tahkîm edilmiş. Kapı kompleksi ve surlarda farklı dönemlere āit devşirme malzemelere rastlamak mümkün. Arşitrav (architrave) ve frizin şehir içi ve şehir dışına bakan yüzlerinde inşâ kitâbeleri yer alır. Kapıya bitişik inşâ edilen ve kırık-dökük de olsa zamânımıza ulaşan Türk çeşmesi, Roma ve Bizans dönemlerinden beri kullanılan, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki bir kaynaktan su kemerleriyle getirilen suyu akıtmaktaydı.
Kılıçarslan Caddesi boyunca serpiştirilmiş târihî ve kültürel mîrâsımızı ziyâret ettikten sonra bu sefer aksi istikāmete dönüp, Batı yönünde ilerleyerek Göl Kapı’ya giderek sâhil şeridine ulaşıyoruz. Buraya kadar gelip, şehrin adını da alan İznik Gölü’nü görmeden, havasını teneffüs etmeden geri dönmek olmazdı. İznik gölü muhteşem. Sol tarafta bir halk plajı var. Orada biraz yoğunluk var gibiydi. Lâkin İstanbul yönü uçsuz bucaksız sâhil şeridi gāyet sâkin. İnsanın içine âdetâ huzur doluyor burada. 100-200 metrede bir insanla karşılaşıyorsunuz. Rüzgar, turkuaz rengi gölden insanın yüzüne âdetâ bir tebessüm gibi dokununca Ziyâ Osman Saba’nın mısraları aklımıza düştü: “Koklar gibi maviliği, rüzgârı öper gibi/ Ananın südünü emer gibi/ Kana kana, doya doya.” Memleketin her köşesi ayrı bir güzel, doğru. Lâkin burası daha bir başka güzel. Cenâb-ı Mevlâmız şükrünü edâ edebilmeyi ihsân eylesin. Sâhilde, bir yandan da târih muhasebesi yaparak tefekküre dalıyoruz. Biraz yürüyüp dinlendikten sonra tekrar yola revân oluyoruz. Yolcu yolunda gerek.
Dörtyola gelmeden, yolun sağında, emniyetin karşısında bir tatlıcı var. İsmini hatırlayamadım. Çok özel peynir helvası/hoşmerim tatlısı yapıyor. Sâdece bu mekâna özel. Helva üzerinde de bir top dondurma var. Hepi topu elli lira. Yok böyle bir lezzet. Cenâb-ı Mevlâmız ağızlarımızın tadını ziyâdeleştirsin. Âmin. İznik sokaklarında yaklaşık yedi saatlik ziyâretimiz sırasında onlarca çini atölyesi ve satış mağazası gördük. Belli ki şehir son dönemlerde bu alanda bir ivme kazanmış. Böyle olmalı değil mi? Her şehrin, bölgenin bir markası olmalı ve bunu lâyıkı vechile geleceğe taşımalı. Hattâ Ahîlik teşkîlâtına benzer bir yapılanmaya gidilmeli, sektörde oluşabilecek muhtemel olumsuz yönelimlere, gelişmelere, kötü davranışlara vaktinden önce set çekilmeli. Şâyet bir hâdise vukû bulduysa buna da ânında müdâhale edebilecek yetkinliğe ulaşılmalı diye düşünüyoruz.
Abdülvahab Sancaktârî ve Dâvûd-u Kayserî'nin kabri gibi daha ziyâret edilecek pek çok ziyâretgâh, İstanbul Kapı gibi görülecek nice güzellikler var, lâkin bizim vaktimiz kısıtlı. Vakit sular seller gibi nasıl geçti anlayamadık. Güneş yavaş yavaş İznik semâlarına günün son selâmını verirken biz de toparlanmaya başladık. Yalova'ya son minibüs 20.00’da kalkıyor. Oradan İstanbul'a döneceğiz. Vakit dar olmasına dar lâkin acaba birkaç yer daha görebilir miyiz düşüncesiyle dönüşümüzü geldiğimiz yoldan değil de farklı bir rota belirleyerek yaptık. Tekrardan Hacı Özbek Câmi-i Şerîfi önüne gelerek Hüseyin Oktay Sokağı’ndan yürümeye başladık. Böylelikle gezi alanımızda bir dâire oluşturuyorduk. Sokağın Maltepe Caddesi ile kesiştiği noktada Süleyman Paşa Medresesi ile karşılaştık. Orhan Gāzi'nin büyük oğlu olan Süleyman Paşa, Rumeli Fâtihi olarak bilinir. İznik'te onun ismini taşıyan bu medrese, ilk Osmanlı medreselerinden biridir. Yakın zamanda restorasyona tâbi tutulan yapı günümüzde Çiniciler Çarşısı olarak kullanılmaktadır. Yolumuza devâm edip Otogar’a ters istikāmetten ulaştığımızda, Yakup Sokağı ile Çelebi Sokağı’nın kesiştiği noktada yine bir câmi-i şerîf ile karşılaşıyoruz. Burası, sokağa da adını veren Yakup Çelebi Câmi-i Şerîfi'dir. Sultan I. Murad Hān'ın oğlu Yâkub Çelebi tarafından 1389 yılından önce yaptırılmış olan binânın kitâbesi yoktur. Bir süre boş kaldıktan sonra 1934’te müze deposu yapılmış, 1963’te onarılarak yeniden ibâdete açılmış. Yapının önünde Yâkub Çelebi için inşâ edilen kare planlı ve kubbeyle örtülü bir de açık türbe bulunur. 1389 yılında vefât eden Yâkub Çelebi Bursa’da babasının türbesine defnedildiğinden, İznik’teki bu yapı makam türbesi olarak kalmış veya inşâ edilmiş olmalı.
Anadolu'daki bin yıllık varlığımızın canlı hâfızası, olağanüstü güzellikleriyle vaktiyle nice hükümdârın rüyâlarını süslemiş müstesnâ bir beldemiz İznik. Yeşillikler içerisindeki turkuaz rengi gölünü seyretmek, mis gibi havasını koklamak, “ateşte açan çiçekler” olarak da bilinen çinilerin renkli, büyülü dünyâsına yolculuk yapmak, târihî ve kültürel keşiflere çıkmak için buraları gezip görmeye değer diye düşünüyoruz. Yâ nasip!
Ekim 2024, sayfa no: 54-55-56-57
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak