Ara

Şam’dan Beyrut’a Süzülen Bir Kuş / Fatmanur Kara

Şam’dan Beyrut’a Süzülen Bir Kuş / Fatmanur Kara

“Beyrut… Kalbimden selamlar sana, ey Beyrut…
Denizine ve evlerine de öpücükler…
Eski bir denizcinin yüzüne benzeyen taşlarına da…”

Bugün Fairuz’un nameleriyle başlıyor seyahatimiz. Rotamız Bilad-i Şam. Biz bu gezimizde gittiğimiz ülkelerin hep güzelliklerini ve kıymetli yerlerini göreceğiz. Çünkü gerçek hayatta yaşananlar, gündem olan konular bir hayli üzücü… Suriye’de yıkılan bir binayı, annesiz kalan bir çocuğu, göç ettiği topraklarda yaşaması bile lüks sayılan insanları hepimiz gördük, biliyoruz. Ama bombaların düştüğü o topraklardaki kıymetli yapıları kaçımız biliyoruz? Hadi gelin, bilenlerin sayısını arttıralım. Gezimizi Suriye’nin başkenti Şam’dan başlatalım. Burası Suriye’nin en büyük şehridir.

Ve aynı zamanda Şam; antik tarihine göre aralıksız en uzun süre kullanılan şehirlerden biridir. Hatta yeryüzünde ilk kanın aktığı, Habil ile Kabil olayının burada bulunan Kasiyun Dağı’nda gerçekleştiği iddia edilir. İlerleyelim…

Emevi Cami’yi ziyaret etmeye ne dersiniz? Emevi Camii, Şam Ulu Camii olarak da bilinir. Mesih inancına sahip Hristiyanlar tarafından da uğrak mekânlardan biri haline gelmiştir. İhtişamlı ve göz alıcı mimarisi olan bu yapıya her milletten insanla karşılaşabiliriz. Caminin büyük ve ferah avlusuna ayakkabısız giriyoruz. Avlunun her köşesi ayrı sanat, her köşesi farklı bir hayranlık uyandırıyor bizde. Yetmiş yıl boyunca hem kilise hem cami olarak kullanılmıştır. Müslüman nüfusun zaman içinde artması sonucu tamamı camiye çevrilmiştir. Caminin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçede Selahattin Eyyubi’nin türbesi de bulunmaktadır. Burası, mimari özellikleri, süslemelerindeki ihtişam ve manevi değerleriyle İslam âleminde müstesna bir yere sahip. 

Camiden çıkıp baharat kokularının dört bir yanı sardığı Hamidiye Çarşısı’nda kalabalığa karışıyoruz. Çarşı, Sultan I. Abdülhamit tarafından yaptırılıp, Sultan II. Abdülhamit tarafından genişletilmiştir. Çarşıdan dünyaca meşhur Bakdash dondurmacısından deve sütünden yapılmış olan bu lezzeti tatmadan çıkamazdık. Dondurmamızın lezzetinin keyfini çıkararak çarşı içinde biraz gezip şehri tanımaya çalışıyoruz. 

Şam’ın dar sokaklarından geçerek Hz. Muhammed (sav)’in kızlarının türbelerinin bulunduğu bir mezarlığa sapıyoruz. Ebu Hureyre (ra) de burada, İmam Gazali (ks) de… 

Her adımda İslam, her sokakta Osmanlı karşılıyor bizi. Osmanlı zamanında Şam valisi olan Esat tarafından yaptırılan küçük havuzlar, çiçeklerle bezenmiş Azem Sarayı’nı, hastaların müzik ve çeşmelerden akan su sesleriyle iyileştirildiği bilinen Nur’ad Din Şifahanesi’ni ve son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından yapılan Süleymaniye Külliyesi’ni görüp Suriye’den uzaklaşmaya başlıyoruz. Buradan, Ortadoğu'nun muhteşem lezzeti olan Felafeli yemeden ayrılamayız. Haydi, yolluklarımızı alıp rotamızı Lübnan’a çevirelim.

Başkenti Beyrut olan Lübnan’ın tarihi çok eski dönemlere dayanır. Hamra Caddesi’nden başlıyoruz. Şehrin dokusunu, kültürünü rahatlıkla keşfedebileceğimiz bir caddedir. Caddeden ilerleyip Carniche sahilinde bir nefes alıyoruz. Burada nefeslenirken Güvercin Kayalıkları’nı da görebiliriz. Lübnan Osmanlı Devleti yönetimindeyken idam edilenlere ithafen kurulan Şehitler Meydanı’nı ve bizi bir anda 1930’lu yıllara ışınlayan tarihi yapılarla çevrili Yıldız Meydanı anlamına gelen Al-Nejmeh Meydanı’na geçiyoruz. Lübnan Parlementosu ve tamamlayıcı binalarına, iki katedrale, bir müzeye ve çeşitli kafe ve restoranlara ev sahipliği yapmaktadır. Art Deco mimarisiyle dikkat çeken meydan, dünya çapında Beyrut şehrinin tanınan bir simgesi haline gelmiştir. 

Bir camide dinlenelim mi? Muhammed Al-Âmin Camii. Parlak mavi kubbesi, doğal toprak rengi taşlardan oluşan yapısıyla Orta Doğu mimarisinin en güzel örnekleri arasındadır. Camii çıkışı Harissa köyüne gidiyoruz. Meryem Ana Kilisesi’ni gördükten sonra, her turist gibi şehir merkezine teleferik ile inmek farklı bir deneyim olabilir.

Teleferik, tüm şehiri ayaklarımızın altındaymış gibi görerek, birçok eve yakın geçip bize Lübnan’ı yakından tanıtıyor. Yarı gergin, yarı hayran bırakan bir yolculuk geçiriyoruz. 

Görmeden gezimizi bitiremeyeceğimiz bir yer daha var: Jeita Mağarası. Yeraltı nehrinin oluşturduğu mağarada ilk katı yürüyerek geziyoruz. Alt kata indiğimizde küçük tekneler karşılıyor bizi. Mağaradaki sarkıtlar ve dikitlere hayranlıkla bakarken, ışıklandırmaların oluşturduğu görsel bir şölen izliyoruz. Bu mağaranın dünyanın yedinci harikasından biri olmaya aday olmasını haklı bulup çıkıyoruz. 

Dönüş öncesi güzel bir yerde size Lübnan mutfağından eşsiz lezzetler tattırmak istiyorum. Nohut ve yoğurttan yapılan lebeniye çorbası, fasulye ezmesi olan maluf, onlarca meze, zahter salatası, humus… İster kahve ister mırra… Güzellikleri dimağımıza neşe ile kaydettik. Artık dönüş vakti. 

Gönül isterdi ki şehirler hep güzellikler ile anılsın. Hiç savaşlar olmasın ve kan dökülmesin. Keşke konuştuğumuz şeyler acı ve gözyaşı yerine şehrin tarihi güzellikleri ve lezzetleri olsa. Gönüllerimiz buruk kalmadan ferahlasa ve tanımayanların güvenle gezmek istedikleri yerler haline gelmiş olsa. Ama umudumuz var. İslam’ın nuru elbet tamamlanacak. 

“Beyrut’un olsun… Külden bir zafer Beyrut’un olsun… Elleri üstünde taşıdığı bir çocuğun kanıyla… Şehrim söndürdü ışıklarını…”

Görüşmek üzere!

 Kasım 2024, sayfa no: 14-15

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak