İmâm-ı Rabbânî şerîatın; ilim, amel ve ihlâs olmak üzere üç esastan oluştuğunu söylemektedir. Ona göre bu üç esas tam olarak yerli yerine oturtulmadıkça şerîatın gereği de lâyıkıyla yerine getirilmiş olmaz. Şerîatın bu üç esâsının yerine getirilmesi durumunda ise dünyevî ve uhrevî bütün saâdetlerin üstünde olan Allâh’ın rızâsı gerçekleşir. Çünkü “Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür.” (Tevbe, 9/72) Dünyevî ve uhrevî bütün saâdetlerin teminâtı şerîat olduğuna göre, şerîatın dışında ihtiyâç duyacağımız hiçbir şey kalmamıştır. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/84;2018:I/222)
Dünyevî ve uhrevî saâdet ilâhî rızânın kazanılmasına bağlı olduğuna göre, işin aslı sonunda kalbe dayanmaktadır. Eğer kalb mâsivâya ilgi duyup kendini onlara kaptırırsa onun hâli gerçekten haraptır. Çünkü sâdece âdetlere uyarak yapılan amellerle ve şeklî ibâdetlerle bir şey ele geçmez. Bunun yerine, hem kalbin Allâh’ın dışındakilerden yüz çevirmesi, hem de Allâh’ın emrettiği bedene âit ibâdetlerin yerine getirilmesi gerekir.
Sâlih amelleri yerine getirmeden kalp selâmetinden söz etmek ise kuru bir iddiadır. Tıpkı bu dünyâda bedensiz rûhun varlığı düşünülemediği gibi, bedenle yapılan sâlih ameller yerine getirilmedikçe kalbe âit hallerin gerçekleşmesi de muhâldir. “Sen benim kalbime bak” diyerek sâlih amel işlemeden kalbinin temiz olduğunu iddia edenlerin ne denli boş iddiada bulundukları âşikârdır. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/89-90; 2018:I/233)
Amellerin kalitesinin ilâhî rızâya, kalbin ıslâhının da sâlih amel işlemeye bağlı olduğunu düşünen Nakşî büyükleri tasavvuf yolunda ruhsatlarla değil azîmetle amel etmeyi tercîh etmişler ve mümkün mertebe ruhsatlardan kaçınmışlardır. Nakşî geleneğinde zarûret miktârı ile yetinmek azîmettir. Bu yüce davranışa ulaşmak mümkün olmazsa en azından mubahların dâiresini aşıp da şüpheli ve haram olan bir alana kaymamak gerektiğini düşünmüşlerdir. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/143; 2018:I/329)
“Azîmetle amelin göstergesi nedir?” sorusuna Nakşî büyükleri: “Şerîatın sınırlarını gereği gibi korumaya özen göstermek, mümkün oldukça ruhsatlarla amel etmekten kaçınmak, sünnet-i seniyyeye tâbî olmaktır” diye cevap vermişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/352; 2018:I/739)
İmâm-ı Rabbânî dervişin ameline güvenmesini yol sapması olarak görmekte, işlenecek amellerin reddedilme korkusu ile yerine getirilmesine dikkat çekmektedir. Muhârebe esnâsında düşman güçlerine karşı en küçük askerî hareketliliğin bile ne denli rol oynadığına işârette bulunan İmâm-ı Rabbânî, nefsânî şehvetlerin ağır basması durumunda dervişlerin kendilerini zorlayarak nefislerini ıslâh etme yolunu seçmelerini yerinde görmekte, özellikle gençlerin nefislerini ıslâha çalışmasının Allâh’ın indinde büyük değeri olduğunu söylemektedir. Konuya örnek olarak Ashâb-ı Kehf’i sunmakta ve onların hicret etmeleri ve din düşmanlarını terk etmeleri sebebi ile Allah indinde böylesi bir rütbeyi, bu azameti ve ihtişâmı bütünüyle yakaladıklarını belirtmektedir. İmâm-ı Rabbânî konunun ehemmiyetini kavramamız için bizlerin dikkatine şu hadîs-i şerîfi sunmaktadır: "Kargaşa (fitne fesat) zamanında ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim, Fiten, 25, nr. 2948)
İmâm-ı Rabbânî, ibâdetlerin önündeki engeller arttıkça gerçekte ibâdetlerin daha fazla itibar kazanacağını düşünmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/166;2018:I/373-374)
İlim, amel ve ihlâs üçlüsüne dikkatimizi çeken İmâm-ı Rabbânî bu çizginin ana mihverini îmân olarak görmektedir. Hepimize gerekli olan husus ehlisünnet geleneğine sâhip çıkıp kitap ve sünneti gereği gibi anlamak, İslâm ulemâsının kitap ve sünnet doğrultusunda ortaya koydukları sahîh İslâm akîdesine bürünmektir. İmâm-ı Rabbânî’nin başlattığı ihyâ hareketinde asıl olan, akîdenin düzeltilmesidir. O, ehlisünnet geleneğinden kopuk ve nev-zuhur akımların kadük kaldıklarını, çıkmaz sokaklara sürüklendiklerini ve beyhûde bir çabanın içine girdiklerini düşünmektedir. İmâm-ı Rabbânî bu noktada bir gerçeğe daha dikkatimizi çekmektedir. Tüm bid’atçı ve sapık akımlar bâtıl görüşlerini Kur’ân ve sünnetten aldıklarını ve bu iki kaynağa dayandıklarını iddia etmektedirler. Halbuki hak adına gerçekte bunların hiçbir değeri yoktur.
Seyr u sülûk eğitiminin gerçekleşmesinde riâyet edilecek hususları:
1. “Akîdenin düzeltilmesi
2. Helâl ve haram, farz ve vâcip gibi dînin bilinmesi gerekli hükümlerinin öğrenilmesi
3. Bu bilgiyle amel edilmesi
4. Tasfiye ve tezkiye yoluna sülûk edilmesi” olarak sıralayan İmâm-ı Rabbânî’ye göre, inancı düzeltmedikçe dînin hükümlerini bilmenin bir faydası yoktur. Îtikad düzeltilip dînin bilinmesi gerekli hükümleri öğrenilmedikçe amelin de hiçbir anlamı yoktur. Bu üçüne ulaşılmadıkça da tasfiye ve tezkiyeyi elde etmek muhâldir. Bu dört esâsın dışında kalan ne varsa onların hepsi gereksiz fazlalıklardır, lüzumsuz işler kapsamına girmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/238; 2018:I/522)
Ehlisünnet geleneğinin ne denli köklü ve sıhhatli dindarlık tecrübesi olduğuna dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî, İslâm ümmetinin vahdet bilincine erip ehlisünnet imamları gibi istikâmet çizgisinden ayrılmamasını önemsemekte, akîdenin düzeltilmesine ehemmiyet vermektedir. Akîdenin düzeltilmesi ameliyesi kişiye şer‘î ve fıkhî hükümlerin gereğince amel etmek zorunluluğunu getirmektedir. İmâm-ı Rabbânî bu iki husûsun saf ve haktan sapmamış tasavvuf anlayışını doğurduğunu, bu iki esas üzerine binâ edilmesi gereken yaşam tarzının sağlam tasavvuf çizgisi olduğunu belirtmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/268; 2018:I/580)
İmâm-ı Râbbânî’ye göre ârifler amellerini asla amaç ve gaye hâline getirmezler. Onlar amellerini görünür kılarken veya ameller üzerine bu denli vurgu yaparken sâdece müridlerine örneklik sergilemenin derdine düşerler. Tasavvufta örneklik esastır. Öncü şahsiyetlerin ve irşad vazîfesiyle yükümlü olanların istikâmet çizgisindeki zirve deneyimleri tasavvuf yoluna yeni girmiş dervişlerin şevkini artırır, tökezlemelerini önler ve nasıl bir tutum kazanmaları gerektiğini onlara öğretir. Riyâsız, gösterişsiz, benlik karışmamış amellerin nasıl olacağı rehber şahsiyetlerin hayat serüvenlerinde saklıdır.
Âriflerin amellerinde baskın karakter ihlâs ve samîmiyettir. İhlâsa bürünerek işlenen ameller sâhibi kadar çevresine de etkili ve faydalı olur. Âriflerin makamları ne kadar yüksek olursa olsun hiçbirisi kendini amellerden müstağnî sayamaz. Mânevî tecrübemiz arttıkça sâlih amele ihtiyâcımız daha fazla artmaktadır. İnsanın hem kendisi, hem Rabbi hem de çevresiyle uyumlu kişilik sergilemesi îman zenginliğine ve erdemli davranışlar sergilemesine bağlıdır. İbâhiyye düşüncesi, kendisini kulluktan müstağnî sayma girişimleri küfür ve zındıklık kokusudur. Sûfî gelenekte kulluk amellerinin yerine getirilmesi söz konusu olunca bunda tasavvuf yolunun başındaki dervişle yolun sonundaki mürşid-i kâmil aynı konumdadır. Kimsenin bu noktada amele ihtiyâcının olmadığı söylenemez. Ârif zâtların hayat serüvenlerindeki yegâne haslet her türlü işlerinde ve sözlerinde son derece dikkatli ve gâyet uyanık olmalarıdır. Onlar her dâim âkıbet korkusunu taşırlar, istikâmet ehli olmayı hedeflerler ve aslâ kendi nefislerine pâye vermezler. (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/353; 2018:I/740)
Sâlih amellerin hepsini bir bir yerine getirmenin ne denli zorlu bir meşgale olduğundan bahseden İmâm-ı Rabbânî, cennete girmeye vesîle olan amellerin neler olduğu konusunda değerlendirmelerde bulunmaktadır. İmâm-ı Rabbânî sâlih ameller konusunda bir öncelik sıralaması yapmaktadır. Ona göre sâlih amellerden maksat öncelikle İslâm'ın beş temel esâsıdır. Bu beş esas lâyıkıyla yerine getirilirse kurtuluş ve felâh elde edilir. Çünkü bu beş rükün sâlih amellerin aslıdır. Bu beş esas kötülük ve günahlara engeldir. Zîrâ âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar." (Ankebût 29/45)
Bu beş esâsı yerine getirenlerin özellikle şükür görevlerini yerine getirdiklerini ifâde eden İmâm-ı Rabbânî, şükrün gerçekleşmesiyle de azaptan kurtuluşun sağlanacağını öngörmektedir. Bu durumun delîli şu âyet-i kerîmedir: “Eğer şükreder ve îmân ederseniz Allah size niye azâb etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve herşeyi bilendir.” (Nisâ 4/147)
Bu tesbitlerden sonra İmâm-ı Rabbânî bizlere şu hatırlatmalarda bulunmaktadır: “İnsan bu beş esâsı yerine getirebilmek, özellikle de dînin direği olan namazı dosdoğru kılabilmek için bütün gücüyle çalışmalıdır. İmkân nisbetinde, namazın en küçük bir edebini dahi terk etmeyi hoş karşılamamalıdır.” (İmâm-ı Rabbânî, 2002:I/620; 2018:II/376)
İmâm-ı Rabbânî bu noktada konunun bir başka boyutuna dikkatimizi çekmektedir. Sâlih amelleri yaptıktan sonra nefiste kendini beğenme hâlinin ortaya çıkmasını bir vahâmet olarak nitelemektedir. Çünkü kendini beğenme öldürücü bir zehir ve ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi sâlih amelleri iptâl eden ölümcül bir hastalıktır.
Kendini beğenmenin kaynağı, yapanın gözünde sâlih amellerin süslü ve güzel görülmesidir. Herşeyin tedâvisi zıddıyla olur. Buna göre kişinin, yaptığı iyilikleri gözünde büyütmemesi, amellerinin kabûlü konusunda kaygı taşıması, işlediği amelleri az, yetersiz ve lâyık olmayan ameller olarak görmesi, kendi nefsini ve amellerini kusurlu bulması, hattâ kendini Hakk’ın kapısında zelîl ve perîşan olarak görmesi gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur: "Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan elinde kalan sâdece açlık ve susuzluktur!" (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II/441; Dârimî, es-Sünen, nr. 2720)
İnsan, yaptığı iyiliklerde kemâl görmemelidir. Amellerinin Allâh’a lâyık olmadığını bilmelidir. Allâh’ın lütfu olmasa kurtuluş mümkün mü? Allâh’ın rızâsına uygun olmayan amellerin bir faydası olur mu? İşlediğimiz kusurlu ameller Allâh’ın şânına hiç lâyık olur mu? Olanca kusûrumuzla Rabbimizin bize nazar kılması ve noksânımızı tam kabûl etmesinden başka ne dileyebiliriz ki Mevlâ’dan! İşlediği amellerini kusurlu görme hâli kazanıldığı zaman, o ameller kıymetleri artıp kabûl edilmeye lâyık hâle gelirler. Bu hâlin meydana gelmesine çalışmak ve böylece kendini beğenme illetinden kurtulmak gerekir. Allah dilemedikçe bunu başarmakimkânsızdır. Konuyu İmâm-ı Rabbânî’nin şu sözlerindeki tesbitlere dikkat çekerek özetlemek istiyorum: “Yaptığı amellerinde kâmil mânâda kusur görmeyi başarmış olanlardan bir kısmı, insanın sağ tarafında bulunan iyilikleri yazan meleğin boş durduğunu ve yazacak bir iyiliğinin bulunmadığını; sol taraftaki kötülükleri yazan meleğin ise sürekli meşgûl olduğunu ve işledikleri bütün fiillerin çirkin ve kötü olduğunu zannediyorlar. Ârifin davranışı bu dereceye vardığında ona kendi davrandığı gibi davranılır.” (İmâm-ı Rabbânî, 2002:II/142; 2018:II/684-685)
Ekim 2019, sayfa no: 14-15-16-17
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak