Ara

Salgının Görünmeyen Yüzü

Salgının Görünmeyen Yüzü

Korona salgınının ikinci senesini dolduruyoruz. Dünyâ çapında 250 milyon insanın hastalığa yakalandığı ve 5 milyon insanın öldüğü bu salgın tefekkür için büyük fırsatlar barındırıyor. Aylarca evlere kapandığımız, şehirlerin sessizliğe büründüğü bu süreçte âilemizle yeniden tanışma imkânımız oldu. Babalar evlatlarını daha yakından tanıdı. Çocuklar kardeşleriyle daha fazla zaman geçirdi ve âilenin önemi yeniden hatırlandı. Hemen herkes ölümü daha fazla tefekkür etmeye başladı. Hayâtın anlamı, âhiret âlemi, kader, hesap günü, îman gibi konular daha fazla gündemimize geldi. Bu muhakeme dindar olsun veya olmasın herkesi içine alan yoğun bir tefekkür ortamı doğurdu. Dînî kitap satışlarında patlama yaşandı. Eş, dost, akrabâdan salgına yakalanıp vefât eden gencecik bedenler üç-beş kişinin kıldığı cenâze namazlarıyla kaldırıldı. Câmiler boşaldı, Cuma namazları dahî uzun süre kılınamadı. Yaşanan tüm bu olayların ardındaki mesajı iyi okumak gerekiyor. Gözle görünmeyen minicik bir mikrobun Allâh’ın takdîriyle tüm dünyâyı dize getirdiğine şâhit olduk. Süper güç denilen devletler, batılı ekonomiler, teknoloji ve zenginlik bu salgın karşısında çâresiz kaldı. Allâhu Teâlâ minicik bir mikrobu yaratarak insanlığa azametinin farklı bir örneğini sundu. Celâl sıfatı Cemâl sıfatını tamamladı. Târih bir kez daha tekerrür etti/ediyor. O’nun (cc) izni olmadan yaprak bile kıpırdamaz. Biz Müslümanlar bu inançla manzarayı yorumladığımızda verilen mesajı gâyet açık şekilde görebiliriz.

Salgın yayılana kadar hepimiz dur durak bilmeyen bir hayâta hapsolmuştuk. İşlerimiz hep acele, zamânımız hep kısıtlıydı. Sabah işe, akşam derneğe, gece eve derken koşturmaktan hayâtı ve kendimizi unutur hâle gelmiştik. Eşler birbiriyle selâmlaşmaz olmuştu. Babalarının yüzünü göremeyen çocuklar akıntıya kapılmış kuru yaprak misâli oradan oraya sürükleniyordu. Hayâtın anlamını, öte dünyâyı, hesap gününü, hakīkati durup düşünecek zamânımız olmuyordu. Aynaya göz ucuyla baktığımızda karşılaştığımız yüzümüzle bile yabancılaşmıştık. Kurulmuş bir makine gibi günlük işlerimizin peşinde kaybolup gitmiştik. Kendimizi unutmuştuk, âilemizi unutmuştuk, hepsinden önemlisi bu hayâta niçin geldiğimizi unutmuştuk, Allâh’ın (cc) bizleri niçin yarattığını unutmuştuk. Oysa Allâhu Teâlâ yüce kitâbında bize bunu açıkça bildirmişti: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim. Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sâhibi olan yalnızca Allah’tır.” (Zâriyât, 56-58) Salgın ile bir nebze olsun durulduk. Ebedî hakīkati yeniden tefekkür etmeye başladık. Gözümüzün önündeki nîmetleri görmeye başladık. Bu salgın ebedî kurtuluşumuz için bir vesîle olmayacaksa şu âyetin isâbet ettiği kullardan olmamız işten bile değil: “Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla Allâh’a yakarırlar; fakat onları sağ sâlim karaya çıkardığında bakarsın ki yine Allâh’a ortak koşuyorlar. Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safâ sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (Ankebût, 65-66)

Bizi Bekleyen Tehlike

Aslında yaşadığımız salgın geçmişte yaşananlarla karşılaştırıldığında küçük kalıyor. Fakat dünyevîleşmenin ve konformizmin esîri olan insanlık için ölümü çağrıştıran her şey büyük bir buhrâna dönüşüveriyor. Yaşadığımız salgının bu denli gündem olmasının sebebini bu dünyevîleşmede aramak gerekiyor. İnsanoğlu sıkıntı çekmek istemiyor, konforundan tâviz vermek istemiyor, âhireti düşünmek istemiyor, ölmek istemiyor. Sağlıklı kalmak için ilaçlar kullanıyor, diyetler deniyor, spor salonlarından çıkmıyor. Ömrünü uzatacak sözde formülleri can kulağıyla dinliyor. Sanki bin yıl yaşayacakmış gibi dünyâya kapılıp gidiyor. Oysa “Öldüren de dirilten de O'dur.” (Necm, 44.)

Eğer ki bu imtihânı hakkıyla atlatamazsak bizi daha büyük bir tehlike bekliyor. Çünkü imtihân içinde imtihân yaşıyoruz. Öyle bir imtihân ki suyun gidişatı bizim kulluğumuzla doğrudan ilişkili. Her bir Müslüman’ın tıpkı Hz.Mûsâ (as) gibi yürekten duâ etmesinin vaktidir:

“Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, Senin imtihânından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin. Bize bu dünyâda da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz Sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azâbıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A'râf, 155-156)

Haber programlarında ve türlü internet sitelerinde salgına dâir yorum yapan sözde bilim adamlarını dinleyince salgına sebep olan mikrobun bir Rabbi olduğunu unutuveriyoruz. Sözde bilim adamları sanki elbirliğiyle Rabbimizi unutturmak için çabalıyor. İşte imtihanda kaybettiğimiz nokta tam da burası. Oysa bu sözde bilim adamları Kur’ân’ı açıp şöyle bir baksalar aynı imtihanların defalarca insanlığa uğradığını ve hepsinin bir yaratılış hikâyesi olduğunu görürdü. Dünyâda ve evrende her ne oluyorsa hepsini yaratan Yüce Allah’tır. Tüm tehlikelerden korunmanın yolu ise öncelikle Allâh’ı hatırlamaktır. Kulluğunun bilincine varan insanlığı kurtaracak olan da işte bu bağlılığıdır.

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musîbet geldiğinde: “Doğrusu biz Allâh’a âidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler.” (Bakara, 155-157)

Ahlâk ve Değerler Eğitimi Önemli

Bundan yüz yıl önce yaşanan İspanyol gribinde ölenlerin sayısı 75 milyon olarak tahmîn ediliyor. Daha öncesinde de defalarca yaşanan vebâ salgınlarında Avrupa nüfûsunun %60-70’i öldü. En fazla ölümlerin Avrupa kıtasında yaşanması ise ilginç bir durum olsa gerek. Dünyânın diğer coğrafyalarında yaşanan salgınların daha az hasarla atlatıldığı görülüyor. Şüphesiz Peygamberimiz’in (sav) karantinayı Müslümanlara öğretmesi bu yayılımın önlenmesindeki en büyük etkendir. Avrupa milletlerinin 15. yüzyıla kadar karantinadan haberi yokken Müslümanlar 7. yüzyıldan beri salgınlarda karantina uyguluyorlardı. Hz. Peygamber (sav), bir yerde vebâ çıktığını duyanların oraya girmemelerini, bulundukları yerde zuhûr etmesi hâlinde ise oradan çıkmamalarını emretmiştir. (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92)

Canların karantinaya alındığı kadar ruhların da karantinaya alınması bu hayâtın olmazlarındandır. Yaklaşık iki yıldır yüz yüze eğitim alamayan 20 milyon çocuğumuzu ve onların geleceklerini düşünmek zorundayız. İmtihân içindeki imtihandan kastımız da budur. Yaklaşık iki yıldır 20 milyon çocuğumuz internet sitelerinin esîri oldu. Okullardan almaları gerekeni buralardan aldılar ve oluşan hasar tâmir edilmezse geri dönülmez bir yola girdiğimizi unutmamak lazım. Bugün 12-13 yaşlarında olan çocuklar birkaç yıl sonra ergenliğe erip toplumun içine karışacak. Gereğince dînî eğitim alamayan, sosyalleşemeyen, sanal ortamların tesirinden kurtulamayan bu büyük kitle ister istemez suç oranlarının tavan yapmasına sebep olabilecektir. Çünkü milletimizin kötü alışkanlıklardan, türlü suçlardan yâni günahlardan uzak durmasının tek sebebi inancımızdan kaynaklı ahlâk eğitimidir. Âilede başlayan ve okulda yeşerip büyüyen bu ahlâk olmadan ayakta kalmamızın bir yolu yok. Bu ülkede inançsız olduğunu iddia eden insanlar dahî İslâm ahlâkına tâbîdir. Sâdece farkında değiller. Komşuyu komşuya emîn kılan, çocuğu büyüklerine saygılı kılan, her türlü ahlâksızlığın sınırı aşmak olduğunu vaaz eden tüm değerlerimiz İslâm’dan gelir. Geçen iki yıldır İslâmî terbiye alamayan milyonlarca çocuğumuzu koronaya karşı aşıladığımız kadar kötülüklere ve şeytânın tuzaklarına karşı da İslâm ile aşılamamız büyük bir zorunluluk olarak tam önümüzde duruyor.

Algılar Değişiyor

Salgının bir diğer görünmez tehlikesi ise kültür ve değerlerimize dâir tüm algıların alt üst olmasıdır. İnsanımız salgın korkusuyla en yakınındaki insanlara bile yabancılaştı. Selâmı sabahı kesen insanımız tokalaşmayı, birbirine sarılmayı ve sıla-i rahimi askıya aldı. Yaşanan süreç uzadıkça bu algının kalıcı olarak yerleşme tehlikesi belirdi. İnsanlar sohbetlere gitmez oldu, konu komşuyu ziyâreti kesti. Tam da kapitalizmin istediği gibi cemâat olmayı bırakıp bireyleşme eğilimlerini artırdı. Bu durum toplumun dayanışma, yardımlaşma ve birlikte saf tutma eğilimlerini derinden sarstı. Devletimizin millî güvenlik sorunu arayışında ilk sıraya bu tehlikeyi yazması elzemdir. Çünkü milletimizi ayakta tutan ve diğer batılı ülkelerden ayıran tek yönü onun geçmişten bugüne getirdiği bu baha biçilemez değerleridir. Bu değerleri yitirdiğimiz gün millet olarak varlık kaygısına düştüğümüzü göreceksiniz. Bunu aşmanın yolu ise eğitimden geçiyor. Fakat ne yazık ki Milli Eğitim Bakanlığı, böyle bir derdi olmadığı gibi ateşe körükle gidiyor. Yaklaşık 20 yıldır özlenen eğitim için ufak bir ümit ışığı dahî göremedik. 2002’de doğan çocuklar bugün 20 yaşına geldi. Soruyorum, bu 20 yılda yetişen yeni nesil ne kadar millî? Ne kadar dindar? Ne kadar şuurlu? Ne kadar târihine vâkıf? Ne kadar bayrağına bağlı? Boğaziçi Üniversitesi’nde, Kadıköy’de, Gezi’de, ODTÜ’de, Taksim’de değerlerimize hakāretler yağdıran, LGBT dernekleriyle dayanışma içerisinde büyüyen bu yeni nesil hangi eğitimin ürünü? Bu milyonlarca genç bir gecede 2 milyon twit atarak ülkenin cumhurbaşkanına, ülkenin inançlarına ağza alınmayacak hakāretler edebiliyorsa suçu kimde aramak gerekir? Bu gençler hangi okullarda hangi müfredat ile eğitim gördü? Bunlar hepimizin cevâbını bildiği sorular. Peki, o halde kim neden ve niçin hâlen bekliyor? Yaşanan salgınla birlikte 5 yıl içinde sorunların daha da derinleşeceğini öngörmek zor olmasa gerek. Çünkü salgından önce kör topal verilen eğitim son iki yıldır neredeyse hiç verilemedi. Yeni Milli Eğitim Bakanımız ise mühendis kökenli olduğu için olsa gerek ahlâk ve değerler eğitimi yerine meslek liselerini ve makine/teknoloji eğitimini baş gündemi yapmış görünüyor. Bir eğitimci olarak yaklaşan felâketi duyurmaktan başka ne yapabiliriz? Umarım tez zamanda derin uykumuzdan uyanırız.

Psikolojik Sorunlar

Yaşanan salgınla birlikte buhrâna giren ve ilaç kullanan insanların sayısında büyük artış görülüyor. Doktorların verdiği bilgilere göre bugün îtibâriyle her iki insanımızdan biri antidepresan ilaç kullanıyor. Salgından önce bu kullanımın %30 seviyesinde olduğunu hatırlatalım. Çocuklarımızın hâli ise daha içler acısı. Sosyalleşemeyen, inançlarını öğrenemeyen yeni nesillerimiz nasıl ayakta duracak bunu düşünmemiz lâzım. Yaşadığımız toplumsal buhrandan çıkmanın yolu sağlam bir âhiret inancından geçiyor. Muhterem bir velî zâtın dediği gibi: “Allâh’a gönülden îmân edenin rûhu selâmettedir.” Şu halde millet olarak bir batağa saplandığımızda oradan çıkmanın yolunu da işâret etmiş oluyoruz. Bugüne kadar yaşadığımız ve yaşattığımız inanç ile buralara geldik. Müslümanları 30-40 yıl içinde Fransa sınırlarına taşıyan, Endülüs’ü îmâr ettiren, Anadolu’yu baştanbaşa yurt yapan, ilimde ve irfanda dünyâya çağ atlattıran içimizdeki o eşsiz inançtı. İnancımızdan tereddüt etmeye başladığımız gün çöküşümüz de başladı. Dünyevî zenginliğimizle, gücümüzle, ordularımızla, ilmimizle gurûra kapılıp bize izzet bağışlayan Yüce Rabbimiz’i unuttuğumuz gün biz kaybettik. Oysa inansak, ah bir inansak, şöyle gönülden kul olsak nice kapılar yeniden açılacak. Yaşadığımız salgına, eğitimimize, kültürümüze ve değerlerimize bu gözle bakmayı yeniden öğrenirsek selâmete erebiliriz. Yeter ki inanalım. Yeter ki inancımızın gereğini yapalım. Gerisi kendiliğinden gelecek.

Eylül 2021, sayfa no: 27-28-29-30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak