Kimi zaman şiirlerinde kendisinden “şâirler kocası” diye söz eden Yûnus Emre, Türkistan’ın irfânını Anadolu’da tahkîm eden “büyük ruh”tur. Pîr-i Türkistan’ın hikmet arkından tefeyyüz ederek dile getirdiği hakîkatler bu toprağa atılan tohumlar olmuştur. Onun sesinde ve nefesinde esas kaynak Türkistan’dan gelen neşve olmakla birlikte, Anadolu’da yurt edinen Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî gibi çağının muhakkiklerinden de yararlandığı âşikârdır. Kezâ şiirlerindeki vahdet anlayışının ve varlık telakkîsinin fikrî temelinin izini sürdüğümüzde, Türkistan’ın öncü muhakkiklerinden Hakîm Tirmîzî ile Endülüs’ün çağını aşan büyük mütefekkiri İbnü’l-Arabî’ye ulaşabiliriz. Bu bakımdan o, doğu ile batıyı buluşturan bir “koca şâirdir”.
Şâirler kocası, yaşadığı, eser verdiği ve en önemlisi fikrî hayâtının teşekkül ettiği dönemde bir “buluşma noktası” olduğu gibi, târih boyunca ve bugün de tesirleri itibâriyle bir buluşma noktasıdır. Târih boyunca buluşma noktası olmasını, şiirlerinin farklı tekkelerde tertip edilen güfte mecmualarında, cönk ve güldestelerde ziyâdesiyle bulunmasından anlıyoruz. Tapduk’un irfan mektebinde girdiği kemâl yolculuğunun netîcesi söylediği şiirler, ilâhî olarak zikir halkalarına ruh verdiği gibi sûfî tecrübenin aktarımına da katkı sunmuştur. O bakımdan Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık kazanmış olan hemen her irfan mektebinin hâtırasında yer etmiştir. Bazı menâkıpnâmelerde söz döner dolaşır bir şekilde bu “Türkmen kocasına” gelir. Bazen de gittiğiniz şehirlerde ona âit bir makam bulursunuz. Bu makam, bazen bir türbe, bazen de sâdece bir mezar olur. Şunu görürsünüz: Yûnus Emre’nin şiirleri ve hikâyesi, seyyah dervişler, tüccarlar ve akıncı askerleriyle geniş bir coğrafyaya dağılmıştır. Bu bakımdan o, bu toprağın “buluşma noktası”dır.
Bu buluşma noktası vazîfesini hâlâ yapmaya devâm etmektedir. Zihnen parçalanmışlıkların, zorunlu kültür değişimlerinin ve modernleşme süreçlerinin berâberinde getirdiği tahrîbatların, dilde ve düşüncede tasfiyelerin yaşandığı dönemlerde de o bu vazîfesini îfâ etmiştir. İdeolojik duvarların sosyal hayâtı âdetâ kuşattığı, insanın sığlaştığı ve fikren yoksunlaştığı dönemlerden geçen bu milletin yine en önemli buluşma noktası Yûnus’tur. Bir arayış yolculuğuna çıkarak Anadolu’ya, Bursa’ya gelen Feylezof Rıza Tevfik’ten ve kendine tutulacak bir dal arayan Burhan Toprak’tan başlayarak farklı mecrâlardan beslenen nice kalem ehlinin ondan tefeyyüz ettiği ehlinin mâlûmudur. Bu durum dün olduğu gibi bugün de böyledir. Zîrâ o, İlhan Başgöz’ü Sezai Karakoç’la buluşturan bir isimdir.
Peki, Yûnus bunu ne ile yapıyor? Onun bu buluşturucu ve tevhit edici iksiri nedir? Çoğu kimse için “sâdece bir şâir” olan Yûnus’un şiir dehâsı mı bu buluşmanın zemînini oluşturmuştur? Bu meyanda soruları artırabiliriz; ancak burada, “sözde sihir vardır” fehvâsınca şiirin önemli bir buluşturucu iksir olduğunu ifâde etmek gerekir. Ama bunun her sihirli söz ve her şâir için geçerli bir durum olmadığı âşikârdır. Nice büyük filozoflar, nice şâirler, nice söz ustaları geldi geçti; kimi unutuldu, kimi de ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir şahsiyet olarak târih sayfasında yerini aldı. Yûnus’un geride kalan hâtırası, şiiri ve hikâyesidir. Onun buluşturucu yönü bu iki mîrasta saklıdır. Esâsen onun şiiri, hikâyesinden de ayrı değildir. Halk muhayyilesiyle anlatılagelen menkıbelerde ortaya çıkan hikâyeyi burada özetleyecek değiliz. Konuya alâka duyanlar, daha evvel neşredilen Can Gözüyle Bakan Görür ve Sûfîyim Halk İçinde Yûnus Emre kitaplarımıza ve benzeri çalışmalara bakacaklardır. Lâkin burada şunu söylemek iktizâ eder: Yûnus’un hikâyesi bir hakîkat arayışıdır. O, zâhirî ilimleri tahsîl ettikten sonra iç âlemine dönerek tecrübî bir yola da sâhip olan tasavvuf ilmine kendini vakfetmiştir. Bu ilim bazen ledün ilmi ve bazen de hâl ilmi gibi sıfatlarla da târif edilen bir ilimdir. O bu ilmi, benlik duvarlarını yıkarak, tevâzu, sabır ve azimle kırk yıl odun taşıyarak tahsîl etmiştir. Dolayısıyla onun söyledikleri, sâdece söz hendesesi ve mûsikîsinden neşet eden bir şiir değildir. O yaşadıklarını, eriştiği ve tecrübe ettiği kalıcı bilgi -ki biz buna mârifet diyoruz- ile dile getirmiştir. Bir bakıma onun şiirleri, hâlinin tercümânıdır. O sebeple de kendini “şâirler kocası” diye nitelendiriyor.
Âşık Yûnus sözlerin muhâl diyü söylemez
Ma’nî yüzin gösterür bu şâirler kocası
Şunu diyor: Yûnus öyle, olmayacak şeyleri söylemez. O şâirler kocasıdır; bunca yaş yaşamış, ömür sürdürmüş, farklı diyarlarda gezmiş, farklı meclislerde bulunmuş, farklı mânâlar zevk etmiş, keşifler yapmış ve nice tecrübeler kazanmıştır. Dolayısıyla o, bu tecrübeyle hareket eder ve her dâim hakîkati söyler. Hadi biraz daha ilerisini söyleyelim; bütün bu keşif ve tecrübeler ile hakîkat arayışının onun lisânındaki karşılığı aşktır. O, aşkla yola düşmüş bir derviştir. Terennüm ettiği her söz, özünde o aşkın kelimelerle vücut bulmasından ibârettir.
Mâlûm olduğu üzere “koca” kelimesi, yaşlı, ihtiyar, saygı değer ve ulu efendi anlamlarına geldiği gibi kucaklayan, koruyan ve saran anlamlarına da gelir. Yûnus, sözleriyle dâimâ genç, terütâzedir. Aynı zamanda döneminde doğuyu ve batıyı buluşturan bir bilgelikle meselelere çözümler getiren, aklen ve fikren düşeni kaldırıp terakkî ettiren bir hakîm, toplumsal ve bireysel dertlere dermân olacak ilacı sunan sağaltıcı bir hekîmdir. Bu bakımdan o, milletini koruyup kucaklamaktadır. O bu vazîfeyi, dille yapmaktadır. Elindeki yegâne sermâye, harfler ve kelimelerdir. Harflerinin ve kelimelerinin rûhu, doğrudan doğruya ana kaynaklardan gelen nefestir. Şöyle diyor:
Yûnus’un sözü şi’irden amma aslıdır kitapdan
Hadis ile dinene key bilgil sâdık olmak gerek
Evet, şiir söylüyor; söylerken de bu şiiri, Türkistan ulularının arkından, Endülüs’ten gelen bilgelikten ve içinde yaşadığı topraklardan damıtıyor. Lâkin bütün bunlarla birlikte, onun asıl kaynağı Kur’ân ve Hadîs’tir. O, âdetâ imbikten geçirerek damıttığı mânâyı, muhâtabının yarasına merhem olacak bir dille söylüyor. Bu kolay bir iş değildir; derin bir bilgi, sağlam bir inanç ve amel yâni tecrübe gerektirir. O sebeple de kendini Ferhat’a benzetir:
Cânum aşkın külüngine Ferhâd olup dutdum başım
Dâim taşları keserem Şîrîn’im hiç sormaz benim
Şâirler kocası, Ferhat olup gönül dağındaki taşları kıra kıra mânâ pınarını Türk diliyle akıtmıştır. Esâsen, onun bıraktığı mîras, bu zorluk ve meşakkatle durmaksızın akan bu pınardır. Yûnus lisânında bu pınarın adı, “âb-ı hayat çeşmesi”dir. Âb-ı hayat çeşmesi, cana can katan, ferahlık ve huzur veren, dirilik ve canlılık sunan çeşmedir. Diğer bir ifâdeyle diriliş çeşmesi… Diriliş, gaflet uykusundan uyanmakla olur. Gaflet, hayâtın gâileleri, savaşlar, iç karışıklıklar, kavgalar ve gürültüler içerisinde insanın aslî vazîfesini unutmasıdır. Yûnus Emre’nin Ferhat olup bin bir çileye katlanarak akıttığı mânâ pınarı olan şiirleri uyanışa, dirilişe vesîle olmuştur. O bakımdan Yûnus Dîvânı’nda toplanan şiirler, bu milletin en sıkıntılı zamânında insanları derleyip toparladığı gibi eskimeden, yıpranmadan ve bugün de dile getirilen hakîkatler olarak bizleri derleyip toparlamaktadır. Bize düşen onun mîrâsı olan o şiirleri, o dili ve o hikâyeyi yeniden yeniden okuyarak anlama çabasına girmektir.
Eylül 2024, sayfa no: 44-45-46
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak