Ara

Şâir Nâbî'de Hz. Peygamber(sav) Sevgisi

Şâir Nâbî'de Hz. Peygamber(sav) Sevgisi

1642 yılında Şanlı Urfa’da doğan Nâbî, Dîvân şâirlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sâhibi bir şâir olarak dikkat çeker. Onun şiiri “hikemî” bir şiirdir. Bu yüzden Nâbî şiiri denilince akla çağdaşlarına göre daha yalın bir dille yazılmış, öğretici vasfı bulunan bir şiir gelir. Nâbî’nin böyle bir tarzın sâhibi olması, devriyle de alâkalı bir husustur. Çünkü, yaşadığı devir Osmanlı’nın duraklama devridir. Ortada ciddî anlamda problemler vardır. Şâir, bunlar karşısında kendini sorumlu hisseden bir insan tavrıyla olumsuzlukları tenkîd etmek ve çözümler üretmek istemektedir. Fakat o, onca didaktik tavrına rağmen sanat değeri yüksek şiirler yazmayı da başarmış ve bu yüzden devrinde ve sonraki zamanlarda adı hep şöhretli şâirler arasında anılmıştır.

Nâbî’nin şöhreti elbette yazdığı toplumcu ve öğüt verici şiirleriyle alâkalıdır ama onu yine genel özellikleri itibâriyle diğer Dîvân şâirlerinden ayrı bir yerde tutamayız. Nâbî de hemen bütün Dîvân şâirleri gibi İslâm ve tasavvuf inanışı çerçevesinde bir şiir dünyâsı kurmuş, bu dünyâ içerisinde yine diğer şâirler gibi münâcât, naat tarzında yazdığı şiirleriyle bir Müslüman şâir olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Şâirin bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerîf ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevâsı ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayan metinleri arasındadır.

Bu şiir, samîmî peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim: Anlatılanlara göre Nâbî, 1678 yılında devlet ricâliyle birlikte Hac niyetiyle yola çıkar. Peygamber sevdâlısı bir şâir için Medîne’ye gitmek, Hz. Peygamber’in kabr-i şerîflerini ziyâret etmek çok heyecan verici bir olaydır. Medîne’ye yaklaştıkları sırada ise bu heyecan doruk noktasına ulaşır. Bu esnâda bir gece istirahatında iken bir paşanın ayağını Medîne tarafına uzattığını görür. Bu durum onu son derece üzer. O anda kalbine dolan ânî bir ilhamla şu naatı okur:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir Makâm-ı Mustafâ’dır bu 

Felekte mâh-i nev Bâbü’s-selâm’ın sîne-çâkidir
Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu 

Habîb-i kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîlette
Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu 

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu 

Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu 

Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını îkâz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmez. Hemen toparlanarak Nâbî’ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbî de “hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı.” cevâbını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını ricâ eder. Nâbî, bu ricâya bir sükûtla cevap verir ve konu şimdilik kapanmış gibi olur.

Biraz sonra kāfile, yola devâm için harekete geçer. Sabah ezanı vaktinde Medîne’ye ulaşırlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebî müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ederler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbî’nin az önce okuduğu naattır. Nâbî de Paşa da bu durum karşısında hayrette kalırlar.

Namaz bitip cemâat dağılırken Nâbî ile Paşa, heyecân içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nereden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbî, ısrâr eder. Bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir. “Senin ismin Nâbî mi? diye sorar şâire… “Evet” cevâbını alınca ellerine kapanır ve olayın açıklamasını yapar. Cevap şöyledir: “Bu gece Allah Resûlü rüyâmızda bize şöyle buyurdu: ‘Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir, beni ziyârete geliyor. Bu zât, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifâde için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu naatı bu sabah minârelerden onun buraya beni ziyârete gelişi şerefine okuyun.’”

Bu açıklama karşısında Paşa’nın utancını, Nâbî’nin ise sevincini anlatmaya gerek yok sanırım. Zâten bu iki ruh hâlini tasvîr de imkânsızdır. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbî’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki Sevgili Peygamberimiz bana “ümmetim” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabûl etti.”

Hâdise bu kadardır. Bu olay gerçekten vukû buldu mu, belgesi var mıdır gibi sorular doğrusu bu noktada hiçbir anlam taşımıyor. Olaya kalbî yaklaşmak gerekiyor. O da samîmî sevginin, kişiyi fizik ötesiyle iletişim kurabilecek bir noktaya getirecek zenginlikte olduğudur. Mesele burada Hz. Peygamber’e duyulan aşk meselesidir. Bu aşkın bir lütufla mukābele görmesidir. Bizim için de önemli olan, bu aşkı, bu lütfu anlayabilmektir. Zîrâ nicedir hâdiselere metafizik yönden bakma sırrının uzağındayız. Pozitivist tortular, bizim de yüreğimizi bir şekilde kararttı. Her şeye sebep-sonuç, belge-bilgi açısından bakarak gerçeği görebileceğimizi sanıyoruz.

Burada şiirin açıklamasını da verelim ki Nâbî’nin söyledikleri daha iyi anlaşılsın. Diyor ki şâir: “Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafâ’nın makāmı ve beldesi olan bu yerde edebe riāyetsizlikten sakın./ Gökyüzünde hilâl, O’nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semâdaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O’dur./ Burası Sevgili Peygamberimizin istirahatgâhıdır. Fazîlet açısından ise Cenâb-ı Kibriyâ’nın arşının da üstündedir./ Bu mübârek toprağın ziyâsından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı./ Ey Nâbî, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zîrâ; burası meleklerin etrâfında pervâne gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübârek bir makamdır.” 

Nâbî’nin bu Hac seyahatinde kendisine “Sâlih bir amel” olarak kazandığı bu naat, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturur, Peygamber sevgisinin, O’na bağlılığının hangi boyutlarda olduğunu gösterirken bir başka eserle daha taçlandırır bu kutlu seyahatini… O da bu hac ziyâretini nesir diliyle anlattığı ama yer yer şiirlerle de süslediği “Tuhfet’ül-Harameyn” isimli gezi kitabıdır. Bu kitapta anlatılanlar bu naatla birlikte okunduğunda Nâbî’nin bu yolculuktan ne kadar ulvî duygularla döndüğü ve nasıl ruhsal bir arınmaya muhâtap olduğu daha iyi görülecektir.

Şâir Nâbî, sözünü ettiğimiz bu naatıyla hepimiz için nasıl imrenilecek bir noktada olduğunu gösteriyor bize.. Ama onun bu sırrını anlamak istiyorsak işe aslında şâirin müsteâr isminin mânâsından söz ederek başlamak gerekiyor. Bilindiği gibi şâirimizin asıl adı Yûsuf’tur. Nâbî, onun “hiçlik-yokluk” anlamına gelen mahlasıdır. Bilindiği üzere “Na” ve “Bi” kelimeleri Arapça ve Farsça’da “yok” anlamına gelmektedir. Nâbî’nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir husûsu hatırlatıyor. Varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “yokluk” elbisesini giymesi gerekiyor. Şâir Nâbî, kendine aldığı bu müsteârıyla bize böyle bir ders de veriyor. Öyle ki insan böylesi bir gönle sâhip birisi ise kendi ölümüne bile târih düşürür. Onun “Nâbî be-huzûr âmed” sözünü de içine alan Farsça bir kıtasının içinde yer alan bu mısrâ da bilmeliyiz ki varlık kapısına yokluk elbisesiyle gitmesinin karşılığında muhâtap olduğu peygamberî lütfun eseri olsa gerektir.

Sözü onun bir beytiyle tamamlayalım:

Gönül ne arzû-yı câh ider ne tâc u taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister.

Diyor ki şâir: “Gönül ne rütbe, ne tâc ne de taht ister. O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebât eden bir ayak ister.”

Hayâtı boyunca istikāmet üzere olan bir şâirin bu tutumunu sanırım bundan daha güzel ifâde imkânı yoktur. Evet, ne “rütbe” ne “tâc…” Allâh’ın rızâsına, sevgilisinin şefâatine nâil olabilmek… Gaye budur. Bunun yolu da “yumuşak kalp”, “sebât eden bir ayak” sâhibi olmaktan geçiyor.

Nisan 2025, sayfa no: 50-51-52-53

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak