Ara

Rumeli Hisarının Ebedî Sakinleri

Rumeli Hisarının Ebedî Sakinleri

Henüz girdiğimiz 2023 yılının ilk günlerini, -yıl boyunca aynı minvâl üzere devâm etmesi dileğiyle- şehri daha yakından tanımaya ayırıyor ve “yâ nasip” diyerek yollara düşüyoruz. Gezilerimizi, keşiflerimizi belirli bir plan dâhilinde değil de zuhurata tâbi olarak gerçekleştirme eğilimindeyiz. Her seferinde şehrin farklı noktalarında, bambaşka güzellikleriyle karşılaşıyoruz. Gerçekten de eğer İstanbul’u yakından tanımak istiyorsanız biraz kendinize zaman ayırmanız, her türlü vâsıtadan uzak durmanız ve sokaklarını da adım adım arşınlamanız gerekiyor. Keşfetmenin, tanımanın ve şehri anlamanın sanırım sırrı burada yatıyor. Sedat Alpsoy kardeşimizle Eyüp Sultan’da, çay eşliğinde yaptığımız sohbetin ardından rotamızı Rumeli Hisarı'na çeviriyoruz.

Eyüp Sultan'dan hareket edip Eminönü'ye vardığımızda, yakın zamanda restorasyonu tamamlanarak ibâdete açılan Yeni Câmi-i Şerîfi'ni ziyâret etmeye karar verdik. Yeni Câmi-i Şerîfi ve yakın çevresine dâir evvelce bir yazı kaleme aldığımız için burada mâbedin târihine değinmeyeceğiz. Restorasyon sürecinde İstanbul'da sayılı miktarda bulunan Kâbe tasvirli çini panolardan birinin burada olduğunu duymuş lâkin bir türlü görmeye muvaffak olamamıştık. Bu heyecânı yaşamak bugüne nasipmiş. Bahse konu çini pano müezzin mahfilinin bitişiğindeki filpaye üzerinde ve muhafaza altındadır. Kıble yönünde, mihrâbın her iki yanında yer alan ve Mustafa İzzet Efendi'nin “Hüsn-i hattı okumak, lâleyi koklamak gibidir.” sözünü hatırlatan, “güzellikler meşheri” diyebileceğimiz pencere üstü yazılarını not alarak câmideki ziyâretimizi şimdilik tamamlıyoruz. Mihrâbın solundaki pencere üstü dua yazısı: “Sübhânallâhi ve'l-hamdülillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber / Velâ havle velâ kuvvete velâ kudrete illâ billahi'l-aliyyi'l-azîm.” [Allah eksik sıfatlardan münezzehtir. Hamd Allâh'adır. Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah en büyüktür. Allah’tan başkasında güç ve kudret yoktur.] 

Mihrâbın sağında, pencere üstünde Cin Sûre-i Celîlesi 18-19. âyet-i kerîmeleri yer alıyor. (Mescidler şüphesiz Allâh'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın -ve kulluk etmeyin- Allâh'ın kulu, O'na yalvarmaya -namaza- kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi.) Yeni Câmi-i Şerîfi sebili ile şadırvan arasında yer alan evrensel iyiliğin sembolü, zarâfet ve fazîlet âbidesi sadaka taşına ve ihâta duvarı üzerine mihrap formunda inşâ edilmiş merhamet medeniyetinin sembolü kuş evine selâm vererek mekândan ayrılıyoruz.

İkinci durağımız Beşiktaş Yahya Efendi Dergâhı. Galata Köprüsü üzerinde balık tutan insanların arasından yürüyerek Karaköy'e gidiyor, oradan otobüse binerek Beşiktaş'ın yolunu tutuyoruz. Yahya Efendi Dergâhı'na varmadan Sinan Paşa Medresesi'ne uğrayıp bir müddet nefeslenmeye karar verdik. Türkiye Diyanet Vakfı [TDV] Kadın ve Gençlik Merkezi [KAGEM] burada çok güzel hizmetler yapıyor. Gelenekli sanatlarımızın pek çok şûbesi bu târihî revaklar altında tekrardan hayat bulmuş vaziyette. Konferanslar, söyleşiler, farklı alanlarda yapılan eğitim çalışmalarıyla burası “yaşayan külliye” tanımlamasına güzel bir örnek. Projenin fikir aşamasından bugünlere kadar gelmesinde emeği geçen, katkı sağlayan herkese tebrik ve teşekkürü bir borç biliriz. Darısı diğer külliyelerimize inşâallah. Mevlüde Burnaz hanımefendinin elinden, Mustafa Özdamar imzalı, “Bir Dervişin Seyir Defteri” isimli kitabımızı da alıp baştâcı yaparak Sinan Paşa Külliyesi'nden ayrılıp sâhile yakın bir noktada bulunan Gâzî Kaptan Hayreddin Paşa Türbesi'ne vâsıl oluyoruz. Türbe haziresi, bünyesinde farklı mezar taşı örneklerini barındırıyor. Cümle geçmişlerimizin ruhlarına Fâtihalar hediye ederek Yahya Efendi Dergâhı'na doğru hareket ediyoruz. 

“İlâhî mağfiret Yahyâ Efendi Dergâhı’nda âdetâ güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki-üç basamak merdiven ve bir-iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu, yahut aşk bahçesi sanılabilir. Yahya Efendi dergâhını, kendisine mahsus zamânı olan ilhamlı yerlerin başında saymalıdır.” böyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” isimli eserinde. Hakîkaten doğrudur. Bu mısrâları mırıldanarak dergâhın önünde yer alan çeşmeye ve hemen yanı başındaki mola taşına selâm vererek avluya çıkıyoruz. Yahya Efendi Dergâhı hakîkaten iki dünya arasında, huzur dolu, müstesnâ bir mekân. Buradaki uhrevî havayı anlatmaya kelimeler kifâyet etmez. Ne zaman bir tekke yahut câmi-i şerîf ziyâret etsem haziresine göz atar, incelemelerde bulunurum. Her defasında farklı bir bilgiyle, farklı bir güzellikle karşılaşırım bu mekânlarda. Meselâ bu ziyâret sırasında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yaralanıp İstanbul'a getirildiği tahmîn edilen ve burada şehîden vefât eden 21 askerimize âit mezar taşlarına rastladık. Şehitlerimizden birine âit şâhideyi -cümlesine rahmet dileyerek- buraya alalım: “Şehid/ Üçüncü Orduyu Hümâyunun on birinci/ Fırkasının yirmi ikinci livasına/ Mensub kırk dördüncü redif/ Üçüncü taburunun dördüncü bölüğü/ On altıncı haymesi efrâdından/ Muğla sancağında Marmaris/ Kazasının Kocataş kariyesinden/ Ömer ibni Halil'in rûhîçün Fâtiha/ 28 Safer 1315/1897” Şehit mezar taşlarının ortaya çıkarılıp bilinirlik kazanmasında Kocaeli Üniversitesi'nden Şefaattin Deniz hocanın önemli katkıları vardır.

Yahya Efendi Dergâhı'ndan ayrılıp otobüsle Rumeli Hisarı'na doğru yola koyuluyoruz. Rumeli Hisarı durağında inip yolun karşısına geçtiğimizde öğlen ezanı okunmaya başlamıştı. Ezan sesinin geldiği mâbed, önünde güzel bir çeşmesi de bulunan Ali Pertek Câmi-i Şerîfi'dir. Türk denizcilerinden Pertek lakaplı Ali Bey tarafından 1640 yılında yaptırılan câmi-i şerîf, Bey Câmii veya Hamam Câmii olarak da bilinir. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” misâli, ezan okunduğu vakit câmiye gitmeseydik sloganı: “damak çatlatan, diyet bozduran lezzet” olan ve bu sloganın içini de hakîkaten dolduran, câmi yanı başındaki köfteciyi zannediyorum biraz zor bulurduk. Ali Pertek Câmi-i Şerîfi'nden ayrılıp Rumeli Hisarı yönüne doğru yürümeye devâm ediyoruz. Az ötede zarîf mîmârisiyle dikkatleri üzerine çeken Hacı Kemaleddin Câmi-i Şerîfi bizleri selâmlıyor. Aslında mescit olan yapı, 1743 yılında Sultan I. Mahmud Han tarafından câmiye dönüştürülmüş. Kimi kaynaklarda Çarşı Câmii ve İskele Câmii olarak da geçer. Hem Rumeli Hisarı restorasyon sürecinde olduğu için hem de zamânımızın kısıtlı olması sebebiyle kaleye girmeden yolumuza devâm etmeye karar verdik. 

Rumeli Hisarı yanı başında, fetihten beri defin işlemleri yapılan, nice şehidimizin, kıymetli büyüğümüzün medfun olduğu Âşiyan Kabristanı bulunur. Kabristanın asıl giriş kapısı az ötede olmasına rağmen biz set üstüne çıkıp kabristanın ortalarına doğru yol alıyoruz. Maalesef gördüğümüz manzara hiç iç açıcı değil. Hicranî'nin dediği gibi: “İçimde kor donar buzlar tutuşur / Yağan ateş midir kar mıdır bilmem!” Târihî kabristanların kaderi her yerde aynı. Sahipsizlik, tahrip, talan, yağma. Kadir-kıymet bilmezlik diz boyu. Târihine, kültürüne, geçmişine bu kadar lâkayt başka bir millet var mıdır acaba? Doğrusu bunu bilmiyorum! Kırık mezar taşlarını duvar olarak örmüşler. Kimileri biçilmiş ekin gibi yerlerde yatıyor. Ortalık savaş alanı gibi. “Yiğit düştüğü yerden kalkar.” misâli mezar taşlarını ayağa kaldırdığımız gün bizler de ayağa kalkacağız inşâallah. Aksi takdirde bu vefâsızlık yüzünden hiçbir zaman iki yakamız bir araya gelmeyecektir. 

Yahyâ Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Aşiyan Kabristanı'nda medfun olduğunu biliyorduk lâkin bu kadar kolay bulacağımızı tahmîn etmemiştik. İki münevverimizin kabri de kabristanın girişinde, birbirine birkaç metre mesâfeyledir. Her ikisinin kabirlerinde meşhur dizeleri yer alır. “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde/ Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter/ Ve serin serviler altında kalan kabrinde/ Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.” (Yahya Kemal) “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpâre, geniş bir ânın/ Parçalanmaz akışında.” (Ahmet Hamdi Tanpınar) Ahmet Vefik Paşa, Tarık Zafer Tunaya ve Mimar Sedad Hakkı Eldem gibi daha pek çok ünlü sîmâ burada medfun bulunuyor. 

Rumeli Hisarı'nın ebedî sâkinlerinin ruhlarına Fatihalar okuyarak Bebek istikametine doğru sâhil boyunca yürüyoruz. Sağ tarafta kuş yuvasını hatırlatan bir mescid daha vardır. Burası Bebek Kayalar Mescidi'dir. 17. yüzyılın ikinci çeyreğinde inşâ edilen mescidin girişindeki kitâbe camekân içerisine alınmış, bir mücevher gibi muhafaza ediliyor. İlk defa böyle bir uygulama görüyoruz. Târihî kitâbelerin her biri işte böyle muhafaza altına alınmalı. Boğazın her iki yakası kadîm zamanlardan beri İstanbul'un oksijen deposu. Kısmen de olsa bu özelliğini günümüzde koruyor. Sivil mîmârînin nice örneği güzergâh boyunca arz-ı endâm ediyor. İrili ufaklı teknelerin, sandalların arasından Boğaz'ın eşsiz manzarasını temâşâ ederek yürüyoruz. Yürüyüşümüze martılar da eşlik ediyor. 

Bebek sahiline vardığımızda burada bizi Hümâyun-u Âbad Câmi-i Şerîfi karşılıyor. Bebek İskelesi'nin hemen yanı başındadır. Bebek Câmi-i Şerîfi olarak da bilinen mâbed ilk olarak Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış. 1913 yılında Mimar Kemaleddin tarafından, kesme taş kullanılarak yeniden inşâ edilmiştir. Neo-klasik akım içinde değerlendirilir. Câminin giriş kapısı üzerindeki yazı ile son cemaat yeri revakları üzerindeki yazı hattat İsmail Hakkı Altunbezer imzalıdır. Mihrap üstü yazısı ise hattat Macit Ayral imzalıdır. 

Giriş kapısı üzerinde yer alan yazı meâlen şöyledir: “Nereye dönseniz Allâh'ın yönü orasıdır.” (Bakara, 115.) Son cemaat yeri revakları üzerindeki yazı: “Zekeriya mabedde namaz kılarken melekler ona seslendi.” (Âli İmrân, 39.) Mihrâp üstü yazısı: “Nereden yola çıkarsan çık -namazda- yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara, 149.) 

Hümâyun-u Âbad Câmi-i Şerîfi ziyâretimizi tamamladığımızda güneş İstanbul semâlarından günün son selâmını veriyordu. Civarda gezecek, görecek daha nice güzellikler vardır lâkin bizim buna vaktimiz yeterli değildi. Dönüşümüz karayolu ile değil de -biz İstanbullular'ın çok ama çok ihmâl ettiği- deniz yolu ile olacak. Şayet böyle olmasaydı Boğazın incisi Ortaköy Câmi-i Şerîfi'ni, Çırağan'ı, Dolmabahçe'yi, Fındıklı Molla Çelebi Câmi-i Şerîfi'ni, Cihangir Câmi-i Şerîfi'ni ve İdris-i Bitlisî'nin evlâdı Ebul Fazıl Mehmed Efendi'nin inşâ ettirdiği Defterdar Câmi-i Şerîfi'ni denizden son bir defa daha seyretme imkânı bulamayacaktık. Fetih şehitlerimiz başta olmak üzere şehidlerimizi, gâzilerimizi belirli günlerde gecelerde değil, her zaman ve zeminde hatırda tutmalıyız. Özellikle târihî kabristanları zaman zaman ziyâret edip şehitlerimizin ruhlarına Fâtihalar, Yâsinler göndermeliyiz. Geçmişten ibret alıp geleceğe güvenle bakabilmek için bunu yapmalıyız. Sâdece kabristanlar mı? Tabii ki değil. Bugün ziyâret ettiğimiz güzergahta özellikle Rumeli Hisarı bölgesindeki câmiler, târihî ve kültürel mîrâsımız da garip ve hüzünlü. Buralara mutlaka sâhip çıkmalıyız, kaderine terketmemeliyiz. Vefânın, kadirşinaslığın gereği budur. Sâdece Boğaz'ın benzersiz havasını teneffüs etmek için bile buralara gelmeye değer diye düşünüyoruz. Her zaman ve zeminde dile getirdiğimiz gibi “İstanbul'u keşfetmeye ömür, anlatmaya kelimeler kifâyet etmez.” Bakalım bundan sonraki seferimiz, güzergâhımız ne tarafta, hangi güzelliklere doğru olacak. Kim bilir?!

Şubat 2023, sayfa no: 40-41-42-43-44-45

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak