Ara

Ramazan Bir Kuyrukluyıldız Gibi Geldi, Geçti

Ramazan Bir Kuyrukluyıldız Gibi Geldi, Geçti

Ramazan 11 ay boyunca ister istemez dünyevîliğe bulaşmış ve hasar görmüş olan bünyemizdeki kutsal dokunun hızlandırılmış bir tâmir gördüğü aydır. Bu, Ramazan’ın, kutsalın ritmlerinden kopmadan dünyâyı kucaklama daha doğrusu şereflendirme hedefini belirginleştiren ay olduğunu gösterir bize. Kutsalın çevrimleri, yıl boyunca sapmış olan mânevî ekseni yeniden yerine oturtmayı amaçlar ve Ramazan’ın her yıl 11 gün öne gelmesiyle bir mânâda bütün mevsimler bu ibâdete şâhit olur. Bir insan, ömrü vefâ ederse en az iki kere bütün mevsimlerde ve tam iki yıl boyunca oruç tutmuş olur (üç yıla çıkaranlar da az değildir). Böylece dînin ritmi, tabiatın ritmiyle iç içe girer.

Ramazan gelince iftarla birlikte neredeyse Ramazan’ın kamusal alanı istilâsına şâhit olunurdu. Diğer aylarda olsa sokaklar aydınlatılamadığı için korka korka sokağa çıkılan yatsı namazı sonrası vakitleri, Ramazan akşamlarında gündüzden daha hareketli bir şehir manzarasına yakalanırdı. Âileler fevç fevç elde fener büyük câmilerin yolunu tutardı. Böylece İstanbul sokakları, geceleri mahrum kaldığı sâkinleriyle bu bir ay boyunca âdetâ hasret giderirdi.

İstanbul Ramazan ayında o kadar hareketlenirdi ki, Üsküdar’da oturanların bu hareketlilikten mahrum kalmamaları için husûsî bir vapur Galata Köprüsü’nde günün ilk ışıklarına kadar bekletilir ve ancak sahurdan sonra hareket ederdi. Bu yüzden Üsküdarlılar bu gözleri gibi sevdikleri 42 numaralı vapurun adını “Sahur Postası” koymuşlardı.

“Şeyhülmuharrirîn” Burhan Felek’i dinleyelim mi sözün burasında? 

“Erkek için gece hayâtı yatsıya kadar mahalle kahvesine, kadın için de daha erken saatte dönmek üzere komşuya gitmek[ten ibâretti]. Yalnız Ramazan ayı geldi mi, bütün şehre başka bir hayat gelir. Câmilerden bakkal, şekerci, aktar dükkânlarına, kahvehânelerden tiyatrolara kadar bir şenliktir başlar. Hem ibâdet, hem ticâret. Her âile mutlaka Ramazâniyelik erzâkını alır, en fakîri bile sofrasına bir reçel koyar, akşamları bir pide veya simit getirirdi.”

Ramazan ayı beklenir, şehirlerimize ve evlerimize konuk olur ve ansızın şehirlerimize vedâ ederdi. Bir kuyruklu yıldız gibi sosyal kubbemize bir demet nur bırakır, bir sonraki seneye kadar o azıkla yetinmemiz gerekirdi. Lafın burasında konuşmak, elbette merhum üstad Süheyl Ünver’in hakkıdır:

“Âdetâ Ramazan yalnız bir oruç ayı değildir. Sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimize saâdet ve fakirhânelerimize rûhen misâfir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan'da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam on bir bayram sevinci içinde geçer. Her hakîkî Müslüman'ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan, düğün ayıdır... ‘Ramazan'a çok şükür on ay kaldı’ diye bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.”

Her şeyden önce eşitlik, kardeşlik, cömertlik, misâfirperverlik, dayanışma, yardımlaşma, malından, servetinden ihtiyâcı olanlara dağıtma, açları, yoksulları doyurma, açıkta kalmışı koruma, fakîri incitmeden sevindirme, kısaca söylemek gerekirse, bütün toplumu tek bir âilenin fertleriymiş gibi görebilme şuurunun adıydı Ramazan medeniyeti.

Peki TRT’nin yıllarca radyo ve televizyondan bize anlattığı “Ramazan eğlenceleri”? Kantolar, Orta Oyunları, Düetler, Kumpanyalar, Güllü Agoplar, Jerfin Hanımlar neyin nesiydi?

Bunlar gerçekte 1860-1920 yıllarında ve büyük ölçüde devrin Osmanlı memur tabakası arasında yayılmış bulunan özel bir eğlence şeklinin aleniyete dökülmüş yüzleriydi. Direklerarası’ydı, Şehzadebaşı’ydı, Aksaray’daki semai kahveleriydi, tiyatrolar, operetler, meddahlar Ramazan medeniyetinde dar bir bürokrat kesimin eğlence anlayışını yansıtıyordu gerçekte. Oysa asıl İstanbul, Ramazan’ı çok başka türlü ve gözlerden ırak, kutsalın kuşatması altında yaşıyordu. Hem de aynı kutsalın çeşmesinden susuzluklarını gidererek…

“Şetâret-i milliye” ayı

Louis Gardet bir İslâm şehrinin ayırd edici özelliğini, “yoldaşlık” ve “birlikte yaşama” olarak belirler. İstanbul özellikle Ramazan ayında Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusu’na, Orta Asya’dan Kırım ve Rumeli’ye kadar çok geniş bir coğrafyadan Müslümanların akınına uğrardı. Ramazan, İstanbul’u bir Müslüman şehri yapardı ama aynı zamanda şehrin yükselen toplumsal ritmi, diğer din mensuplarına da bu kutsal halkaya dâhil olma çağrısı yapardı zımnî olarak. Oluşan hava onları da kucaklar, dayanamaz, Ramazan’ın canlılığına onlar da bir yerinden katılırlardı.

Padişah dînî cemâat temsilcilerini, patriklerini, din adamlarını sarayda iftar sofrasını bölüşmeye dâvet ederdi. Sâdece resmî protokol düzeyinde kalmazdı bu iftarlar. Aynı zamanda orta halli bir 19. yüzyıl memuru olan Said Bey örneğinde gördüğümüz gibi arkadaşı, komşusu gibi Müslüman olmayan misâfirleri iftar ve bayram yemeklerine çağıran çok sayıda Müslüman bulunurdu. Hattâ Malik Aksel’in İstanbul’un Ortası adlı kitabında naklettiğine göre Ayasofya Câmii, Kadir gecesi tıklım tıklım dolarmış ama üst katında resmî elbiseleriyle yabancı büyükelçiler ve son derece şık giyimli eşleri de kendilerine ayrılan kısımda göze çarparmış. Yâni namaz kılmayanların bile tatmak istedikleri kutsal bir ateş, Ramazan geceleri İstanbul atmosferine boydan boya dalgalar hâlinde yayılırmış.

Ramazan bir Müslüman için Cenab Şehabeddin’in deyişiyle “şetâret-i milliye” (ortak yaşanan sevinç) dönemidir. Din, dil, ırk, zengin-fakir gibi ayrımların kalktığı ortak bir rûhun ve yoldaşlığın adıdır.

Bugün asıl diriltmemiz gereken, Ramazan ve orucun yüzünde çoktandır unuttuğumuz tebessümüdür. Kutsal tebessüm…

Son söz Süheyl Ünver’in olsun:

“Ramazan, ömürler oldukça gelecek, tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi seyredecektir. Fakat kuyruğunu götürmez, bırakır. Ondan Türkler bir Ramazan medeniyeti kurmuşlardır...”

Eski Ramazanlar’dan İnci Tâneleri

Mevlid ve Regâib gecelerinde kandil yakılması usûlü Sultan II. Selim zamânında (1566-1574) başlamıştı.

Berat ve Miraç gecelerinin takdîsi usûlünü Sultan III. Murad (1574-1595) başlatmıştır.

Ramazan boyu minârelere mahya asılması uygulamasına Sultan I. Ahmed (1603-17) döneminde başlandı.

Büyük câmilerde kandillerle iki minâre arasında mahya kurmak âdeti birkaç büyük câmiye münhasır iken diğerlerinin de mahya kurmasına ve bayram geceleri büyük câmilerin minârelerine kandillerden kaftan giydirilmesine Sultan III. Ahmed (1703-30) devrinde Sadrazam Dâmad İbrâhim Paşa’nın emriyle başlanmıştır.

İftar ve imsak vakitlerinde top atma âdeti ise Sultan III. Mustafa (1757-74) zamânında yürürlüğe girmiştir.

Lâle Devri’nde Sadrazam Nevşehirli İbrâhim Paşa tarafından düzenli olarak başlatılan Huzur dersleri Ramazan ayında yapılır ve bu derslere katılan ilim adamları pâdişâhın huzûruna çıkarak ilmî bir meseleyi müzâkere ederlerdi. Bu, Osmanlı sarayında Sultan Vahdettin’in zamânına kadar devâm etmiş olan bir Ramazan geleneğidir.

Öte yandan Ramazan’dan 15 gün evvel mukabele okunmaya başlanır, güzel sesli hâfızların bulunduğu câmilerde dinleyiciler câmiden yollara taşardı.

O zamanlar Ramazanların ilk günü devlet dâireleri tâtil yapar, hattâ diğer günlerde de memurların hepsi dâireye gelmeyerek nöbet tutarlardı. Bilhassa kış Ramazanlarında günler kısa olduğundan iftardan sonra birkaç saat çalışıp gündüzleri hiç gelmezlerdi.

Eski Ramazanların manzarasını şöyle özetleyebiliriz:

“Hülâsa, ibâdetle yıkanan ruhların ve günahlarından affı ümîdiyle şenlenen gönüllerin huzur ve sevinci ile Müslümanlar bu (mübârek) ayda coşar, coşardı. Kitle hâlinde namaz, kitle hâlinde niyaz, kitle hâlinde heyecan, İstanbulluları kitle hâlinde sevince boğardı.” 

Son olarak birkaç cümleyle temcid geleneğinden bahsedelim.

Şemseddin Sâmi Kâmûs-i Türkî’sinde kelimeyi şöyle izah etmiştir (İstanbul, 1317, s. 437):

Temcîd  تمجيد : 1. Ululama, ağırlama, mecd ve azametini i’tiraf ve ilâ etme, ta’zîm ve tekrîm: Misâl: nâm-ı akdes-i cenâb-ı Nebevî’yi temcîd etmek. 2. Ta’zîm yolunda sabah ezanından sonra minârelerde okunan duâ: Temcîd okumak.”

Eski bir deyim vardır dilimizde: Temcid pilavı. Kâmûs-i Türkî’de bu deyim şöyle izah edilir: “Her vakit tekrar edilip usanç veren şey. (İmamın birine her sahurda ısıtıp verdikleri aynı bulgur pilavından kinâyedir.)”

Misâl: Temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önüme getirme bu meseleyi.

Eskiden medrese talebeleri Ramazanlarda ihtiyâcı olan köylere gidip imamlık vazîfesi üstlenirdi. Bunun için bir ücret karşılığında anlaşabilecekleri gibi köylünün parası yoksa zâhire karşılığı anlaşırlar, yemekleri de köylüye âit olurdu. Bir imam her gün kendisine ısıtılıp tekrar tekrar ikrâm edilen pilavdan bıktığını söylemiş, bu olay da anlatıla anlatıla “Temcid pilavı” deyiminin doğmasına sebebiyet vermiştir.

Ramazan Kaşıkları

Eskiden çatal, demir kaşık ve bıçak mevcut değildi. Yemekler çorba, hoşaf, pilav ve sulu yemekler hâriç -özellikle et yemekleri- elle yenir fakat o kadar itinâyla yenirdi ki, parmak uçlarında tırnaklardan birisi dahi yağlanmazdı. Eller yemekten evvel ve sonra leğen ve ibrikle yıkanırdı.

Osmanlı’nın son devir vükelâsından Reşid Akif Paşa’nın, Başvekil Adnan Menderes’in İstanbul’a 1953 yılında kazandırdığı bugünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sarayı’nın yerindeki görkemli konağında Ramazanlar ve iftarlar bir hayli renkli geçermiş. Ramazan’dan önce kaşıkçı esnafından ustalar konağa dâvet edilir ve bahçesinde günlerce tahta kaşık yontarlar, bir kenara istiflerlermiş. Bu kaşıklar iftar yemeklerinde sadece bir defa misâfire çıkarılır, yemekten sonra toplanan kaşıklar bilahare bahçeye yığılıp yakılırmış.[1]

Şu kadarını da söylemem gerekir ki eskiden kaşıklar özeldi, hattâ üzerindeki şekiller husûsen karışmaması için konulurdu. Tahta kaşıklar şimdiki metal kaşıklar gibi tam olarak temizlenemediği için uzun yola çıkanlar özel kaşıklarını mutlaka bellerindeki “kaşıklık”ta taşırdı. Buna mukabil yemek yedikleri tabaklar ortaktı. Aynı tabaktan ama herkes kendi özel kaşığıyla yemek yerdi. (Şimdi tersine döndü ve tabaklar özel, kaşıklar anonim oldu.) Bu sebeple meselâ ortak bir kaptan çorba içerken azamî itinâ gösterilmesi gerekirdi. Kaşığın yalnız tabağa bakan yanağı çorbaya batırılıp alınır ve yalnız dudağa bakan tarafıyla içilirdi. Kaşığın tamâmı çorbaya aslâ daldırılmazdı.

[1] Server R. İskit, “Tanzimat devrinde İstanbul Ramazanları”, Tarih Konuşuyor, Sayı: 24, Ocak 1966, s. 1941-1944. (Balıkhane Nazır Ali Rıza Bey’in hâtıralarından naklen.)

 Nisan 2025, sayfa no: 58-59-60-61

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak