Ara

Peygamber Efendimiz (sav)’in Ümmetinden Olabilme Şerefi

Peygamber Efendimiz (sav)’in Ümmetinden Olabilme Şerefi

Ümmet; bir din, bir pey­gamber, bir zaman, bir mekân gibi herhangi bir maksat ve or­tak özellikten dolayı bir araya toplanan insanların oluşturduğu topluluktur.1 Bir peygamber etrâfında îman, gönül ve vücut birliği sağlamış insanlar topluluğu o peygamberin adına nisbet edilir: Muhammed ümmeti, Mûsâ ümmeti gibi.  Bir arada yaşamanın en güçlü yanı ümmet olmaktır. Üm­metin ruh birliğini sağlayan en büyük güç ise onların ortak inancı olan tevhîddir. Birliğin sosyal yansıması güçtür; güç de güven kaynağıdır. Böyle bir topluluğun güvendiği şey, paylaş­tığı güvenli mekân ve yerleşim yeridir. Bu mekânı Kur’an dâr, arz (yurt) kelimeleriyle ifâde eder. Yurt olmadan güven olmaz. Yurtta ilk gözetilen can, mal ve din güvenliğidir. Nitekim Resûlullah Mekke’de bulunduğu süreçte mü'minlerin bir süreliğine emniyette kalabileceği Hristiyan bir ülkeye, Habeşistan’a hicret etmelerini istemişti; Medîne’ye hicret de yine sığınılacak güven­li bir yer aramanın netîcesidir.2 Yüce Allah, kendi yurtlarında anarşi ve fesat çıkaran, dolayısıyla güvensiz bir ortam oluştu­ran Yahudileri ve müşrikleri sert bir şekilde eleştirir.3

Rabbimiz biz Muhammed ümmetini; “Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız...”4 diye nitelendirmektedir. Ümmet olarak hayırhahlığımızı ziyâdeleştirmesi için Rabbimize nasıl niyazda bulunacağımızı ise hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz şu şekilde beyan kılmaktadır: "Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur: "Allâh'ım! Ümmet-i Muhammed'e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!"5

Ümmet olma şuuruna sâhip olanların öncelikle ümmete karşı sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Böylesi bir hassâsiyeti derinden duyan Ömer İbn Abdülaziz'in hâlet-i rûhiyesini eşi şu şekilde nakletmektedir:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz'in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Bana dedi ki:

"- Ey Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki Müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaçlar, yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri... Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü'min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah (sav) bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?”6 

Rabbim bizlerin Peygamber Efendimizin ümmetinden biri olarak öncelikli görevimizin; insanları Kurʼân ile Allâh'a çağırmak, amel-i sâlih işlemek ve “Ben Müslümanlardanım” demek olduğunu, böylesi bir tavır sergilemekten daha güzel bir çizginin bulunmadığını belirtmektedir.7 Peygamber Efendimiz (sav)’e yaraşır bir ümmet olmanın sağlayacağı kazanımı Resûl-i Ekrem (sav) şu şekilde bildirmektedir: “…Peygamberler, ümmetlerine Allâhʼın şâhididir. Fakat benim ümmetim de diğer ümmetlere Allâhʼın şâhididir.”8

İslâm toplumunun genel adı olarak ümmetin merkez şahsiyeti, Peygamber Efendimizdir. İnsanı muhâtap alan İslâm, rengi, dili, kavmi ve coğrafyasını ayırt etmeden tüm insanlığa hitâp eder. İslâm ümmeti insanlığın bütünüdür. Buna göre Müslüman olduğunu söyleyen ve Peygamber olarak Hz. Muhammed’i (sav) kabûl eden herkes, İslâm ümmetinin bir üyesi olarak kabûl edilir. İslâm ümmetinin ayırt edici vasfı inancı, dünyâ görüşü ve değer yargılarıdır. Kur'ân'da dil ve renklerin farklılığı Allâh'ın âyetleri olarak zikredilmiş, kabîle ve milletlerin farklılığı tanışabilme vesîlesi olarak kabûl edilmiştir, insanın kalite ölçüsü ise iyiliklerin tümünü ifâde eden takvâdır. İslâm'ın görüşüne göre toplumların farklılaşmasında aslî kriter ümmet kriteridir. Âhirette kişi, kavmi, dili ve rengi ile değil davranışlarını belirleyen inancı ile yargılanacaktır. Yargılama alanına tâbi olduğu peygamber ile birlikte gelecektir. İslâm'ın ümmet görüşü Resûlullâh’ın hayâtında, bütün çağların mü'minlerine örnek olacak ölçüde hayâta yansıtılmıştır. Dili, rengi, kavmi farklı olup değişik coğrafyalardan Medîne'ye ulaşan insanlar, Resûlullâh’ın çevresinde örnek bir “ümmet” tablosu sergilemişlerdir.

Ümmeti oluşturan bireyler kendi aralarındaki ortak inanç ve değerlere sâhip çıkmakla, birlik ve berâberlik içinde yaşayan bireyler konumuna gelmekle ümmet kıvâmına ereceklerdir. İnsanlar, temelde temiz bir yaratılışa, hakkı kabûl edip uygulamaya yatkın bir tabiata sâhip olarak yaratılmışlardır. Başlangıçta uyumlu ve düzenli bir topluluk olarak da yaşamışlardır. Fakat dayanışma ve paylaşmanın hayâtî önem taşıdığı ilk devirlerden sonra zamanla insanların fiziksel yetenekleri ve ihtiyaçları geliştikçe, belki sayıları çoğaldıkça, insanlar kavim ve kabîlelere bölündükçe, tabiatın zorlukları karşısında başarılar kazandıkça, aralarında çatışma eğilimleri de gelişmeye başladı, sürtüşmeler arttı. Kimi insanlar yanlış düşünmeye, kişisel çıkarlarını hak ve adâlet ölçüleri üstünde tutmaya başladılar. Böylece doğru olmayan görüş, inanç ve davranışlara saptılar. Nihâyet insanlar arasında geniş çaplı çözülmeler, toplumsal ihtilaflar ve çekişmeler ortaya çıktı. Bunun üzerine Yüce Allah tarafından peygamberler gönderildi, kitaplar indirildi.9 

Allâh'ın buyruğunu dinlemeyenlerin çeşitli azap ile cezâlandırıldığı Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır. Allah onların tepelerine yıldırım veya tûfan göndermek, başlarına taş yağdırmak sûretiyle veya ayaklarının altından gelen bir azap ile köklerini kurutmuştur. Günahkârların bir kısmını da iç veya dış savaşlarla yok etmiştir. Res­ûl-i Ekrem Efendimiz Rabbinden ümmeti hakkında neler dilediğini şöyle ifâde buyurmaktadır: “Rabbimden üç şey istedim; bana ikisini verdi, birini vermedi. Ümmetimi kıtlıkla helâk etmemesini niyâz ettim, dileğimi kabûl etti. Ümmetimi suda boğarak helâk etmemesini, bir başka rivâyete göre onların başına köklerini kazıyacak bir düşman musallat etmemesini istedim, bu dileğimi de kabûl etti. Onlara birbirleri eliyle felâket vermemesini niyâz ettim, fakat bu dileğimi kabûl etmedi.”10 İşte bu yüzden ümmet arasındaki kargaşa kıyâmete kadar sürüp gidecektir.11 Bazı rivâyetlere göre Peygamber Efendimiz, ümmetinin dış düşmanlarla helâk edilmemesine dâir duâsının da kabûl edildiğini haber vermiştir.12

“Şüphesiz İslâm garip doğdu ve garip olarak geri dönecektir. Gariplere ne mutlu!”13 hatırlatmasında bulunan Peygamber Efendimiz (sav), Müslümanların garip kalmasıyla kâfirler zümresinin İslâm'a dil uzatacaklarını, küfür odaklarının pervâsızca saldıracaklarını, kıtalar arasında küfür propagandalarının artacağını belirtmiştir. Müslümanların gerilemesi, çâresizliği ve güçsüzlüğü sonucu geri kalmışlık ve edilgenlik durumu onları perişân kılacaktır. Ümmet ne zaman düşecek olsa kalkabilme potansiyeli her zaman kendi mihverinde bulunacaktır. Aslına döndüğü, potansiyellerini harekete geçirdiği, birlik rûhuna büründüğü, değerlerini kuşandığı ve anlam haritasına sâhip çıktığında İslâm ümmeti şahlanacak, izzetini, şerefini ve haysiyetini asr-ı saâdet döneminde olduğu gibi pâyidar kılacaktır.14 

Allâh'ın insanlığa şâhit olunması için vücûda getirdiği15 İslâm ümmetinin Peygamber Efendimizin takdîrine mazhar olabilmesinin ne denli ehemmiyet gösterdiğini hadîs-i şerîflerinde Resûlullah (sav) şöyle dile getirmektedir: “Şüphesiz ben, Kevser havuzunun başında durup sizi beklerim. Vallâhi bazı adamların önleri kesilerek bana ulaşmalarına mânî olunur da ben ‘Ey Rabbim, bunlar bendendi, benim ümmetimdendi.’ derim. Allah Teâlâ buyurur: ‘Senden sonra onların ne yaptıklarını bilmiyorsun. Onlar topukları üzere geri döndüler (dinden çıktılar).’”16 İslâm ümmeti olarak taşıdığımız sancağı yere düşürmememiz, değerlerimizden ödün vermememiz, topuklarımız üzere gerisin geriye kaçmamamız, istikāmet üzere hareket etmemiz gerekmektedir.

İslâm ümmetinin Hz. Nûh’un (as) risâletine olan şâhitliğini bir başka hadîs-i şerîfinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle dile getirmektedir: “Nûh (as) kıyâmet günü çağırılır ve buyur, emrine âmâdeyim yâ Rabbi! diyerek huzûra gelir. Allah, ona; ‘Risâletimi tebliğ ettin mi?’ diye sorar. O da ‘Evet’ der. Bu sefer, onun ümmetine; ‘Peygamberiniz Nûh, risâleti tebliğ etti mi?’ diye sorulur. Onlar da; ‘Bize herhangi bir uyarıcı gelmedi.’ derler. Allah da Nûh’a ‘Sana kim şâhitlik edecek?’ diye sorar. Nûh; ‘Muhammed ve ümmeti’ diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz. Nûh’un tebliğ görevini yaptığına şâhitlik ederler.”17 

Özetle gerek Hz. Muhammed (sav) gerekse ümmeti, her ne kadar Hz. Nûh’dan (as) sonra gelmiş olsalar da Kur’ân-ı Kerîm’den peygamberlerin, hepsinin gönderildikleri şeyleri ümmetlerine hakkıyla tebliğ ettiklerini öğrendikleri için şâhitlik yapabilmişlerdir. 

Dipnotlar

1 Mahmud el-Alûsî, Rûhu’l-Me‘ânî, Beyrut 1985, I, 390-391; Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Mısır 1964, I, 213.
2 Haşr, 59/8-9.
3 Bakara, 2/84; Nisâ, 4/66; Mümtehine, 60/8-9; Bakara, 2/246; Âl-i İmrân, 3/195.
4 Âl-i İmrân, 3/110.
5 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, Beyrut 1985, no: 3212, 3702.
6 İbn Kesir, İmâdü’d-din Ebü’l-Fidâ İsmâil, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût 1944, 9/201.
7 Fussilet, 41/33.
8 Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530.
9 Hayreddin Karaman & Mustafa Çağrıcı & İbrahim Kâfi Dönmez & Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, c. I, s. 330-332.
10 Müslim, Fiten 20; Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; İbn Mâce, Fiten 9
11 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/445.
12 Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Fiten 14; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 16; Mehmet Yaşar Kandemir & Halit Zavvalsız & Ümit Şimşek, Âyet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’ân-ı Kertîm Meâli, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2017, c. I, s. 450-451.
13 Müslim, İman, 64; Tirmizî, nr. 2629; İbn Mâce, nr. 3986, 3987, 3988.
14 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul 2002, c. I, s. 131; trc. Talha Hakan Alp & Ömer Faruk Tokat & Ahmet Hamdi Yıldırım, Semerkand, 10. Baskı, İstanbul 2018, c. I, 307.
15 Bakara, 2/143.
16 Buhârî, Rifak, 53; Müslîm, Fedail, 26.
17 Buhârî, Enbiyâ, 3.

Şubat 2024, sayfa no: 20-21-22-23

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak