Ara

Özbekistan: Beş Şehir, Beş Vakit, Bir Kalp Dolusu Huzur / Fatmanur Öztürk

Özbekistan: Beş Şehir, Beş Vakit, Bir Kalp Dolusu Huzur / Fatmanur Öztürk

Uçsuz bucaksız bozkırların, tarih kokan medreselerin, mavi kubbelerin ülkesinde yeni bir serüven başlıyor. On iki il, bir özerk cumhuriyet ve bir bağımsız şehirden oluşan Özbekistan’ın kalbi sayılan başkent Taşkent, bu sabah bizi karşılıyor. Köklü bir geçmişe sahip şehirde yerleşim, milattan önceki yıllara kadar uzanıyor.

Sabahın ilk ışıklarıyla tren garına varıyoruz. Hava serin, fakat içimizi ısıtan bir huzur var. Günümüzü sabah ezanının o tanıdık, içe işleyen sesiyle başlatıyoruz. Namazımızı, kısa süre önce halkın hizmetine açılan Minor Camii’nde kılacağız. Beyaz mermerden duvarları sabah ışığında adeta gümüş gibi parlıyor. İnce el işçiliğiyle işlenmiş kubbeler, maviyle beyazın zarif dansını sergiliyor. İçeri girdiğimizde ferah bir sessizlik sarıyor bizi. Dua edenlerin sesleri birbirine karışmıyor; her biri kuş cıvıltısı gibi yankılanıyor. Namaz sonrası caminin avlusunda kısa bir nefes alıyoruz. Havanın serinliğinde bile huzur var. 

“Haydi!” diyorum yanımdakilere. “Tespihlerinizi de çektiyseniz, çıkalım. Görmemiz gereken çok yer var.” 

Taşkent’te birçok medrese mevcut. İşte karşımızda Kükeldaş Medresesi… Şehrin en önemli ilim merkezlerinden biri. Büyük depremlerden sapasağlam çıkmayı başaran bu yapı, sabrın ve direncin sembolü gibi ayakta duruyor. Taş duvarlarının arasında yüzyılların ilmi yankılanıyor. Medrese avlusunda ders çalışan gençlerin sayfa sesleri kulağımıza kadar geliyor. İçimden “Ne güzel,” diyorum, “ilim bu topraklarda hiç eksilmemiş.”

Biraz ileride Taşkent Televizyon Kulesi göğe doğru yükseliyor. Modern zamanın sembolü bu kuleyle birlikte şehrin geçmişi ve bugünü yan yana duruyor. Ardından Prens Romanov Sarayı, Ali Şir Nevai Edebiyat Müzesi derken vakit nasıl geçiyor anlamıyoruz. Her sokak, her köşe ayrı bir hikâye anlatıyor.

Öğle ezanı yaklaşırken rotamızı Buhara’ya çeviriyoruz. Tren camından uzanan bozkır manzaraları yavaşça yerini Buhara’nın sıcak taş sokaklarına bırakıyor. Burası, Orta Asya’nın en eski şehirlerinden biri. İslam dünyasında, Mekke ve Kudüs’ten sonra üçüncü önemli merkez olarak kabul ediliyor. Şehrin havası bile sanki dua kokuyor.

Ezan okunuyor; adımlarımızı hızlandırıyoruz. Namazımızı, “büyük cami” anlamına gelen Kalan Camii’nde kılacağız. Krem ve turkuaz çiniler henüz içeri girmeden göz kamaştırıyor. Geniş avluda yankılanan ezan sesi, yüzyıllar öncesinden bugüne ulaşan bir davet gibi.

Namaz sonrası cemaat arasında tanıdık bir isimle karşılaşıyoruz: Bahaeddin Nakşibend. Buhara’da dünyaya gelen Nakşibend Hazretleri, Nakşibendiyye tarikatının kurucusu olarak bu topraklara manevî bir ruh kazandırmış. Türbesi şehir merkezine yakın bir bölgede yer alıyor. Dua etmek için bir ziyaret yapıyoruz. Avludaki güvercinlerin kanat çırpışı bile sanki zikir gibi.

Namazdan sonra Buhara’nın renkli pazarlarını gezmeden olmaz. Baharat kokuları, el dokuması halılar, bakır kaplar ve rengârenk seramikler arasında dolaşıyoruz. Satıcılar gülümseyerek “Hoş geldiniz!” diyor. O samimiyet, Anadolu’nun pazarlarını anımsatıyor.

Şimdi yönümüzü Semerkant’a çeviriyoruz. Tarihin, bilimin ve sanatın şehri burası. Güneş batmadan önce şehrin kalbi sayılan Registan Meydanı’ndayız. Üzeri muhteşem karolarla süslenmiş üç medrese karşısında insanın nefesi kesiliyor. Her taşın, her desenin ardında asırlar var. Uluğ Bey’in kurduğu bu medreselerde bir zamanlar gökyüzü gözlemlenmiş, yıldızların dili çözülmüş. 

İkindi namazı için yönümüzü Bibi Hanım Camii’ne çeviriyoruz. Geniş avlusu ve turkuaz kubbeleriyle göz alıcı bir ihtişama sahip. Namazdan sonra caminin karşısındaki küçük bir restoranda mola veriyoruz. Masamıza Özbekistan’ın meşhur yemeği palov (Özbek pilavı) geliyor. Havuç, et, nohut ve pirincin uyumu nefis. Ama ne yalan söyleyeyim, İstanbul’daki Elif Efendi Dergâhı’nda Hatice Abla’nın pişirdiği pilavın tadını hiçbir yerde bulamadım. O pilavda hem dua hem emek vardı. 

Yolculuğumuz sürüyor. Bu kez istikametimiz, kumlarla örtülü kadim şehir Hiva. Şehre yaklaşırken ufukta toprakla kızılın birbirine karıştığı büyüleyici bir manzara beliriyor. Sanki zaman burada durmuş, nefesini tutmuş bizi bekliyor. Hiva halkı, binlerce yıllık geleneklerini hâlâ koruyor. Sokak aralarından yükselen taze ekmek kokusu içimizi ısıtıyor. Kadınlar taş fırınlarda nan adı verilen ekmekleri pişiriyor. Biz de yanımıza birkaç tane alıyoruz; hem yolluk olur, hem de bu sıcak ekmeklerin bereketi yol boyu bizimle gelir. 

Akşam namazı için İslam Hoca Camii’ne gidiyoruz. Şehrin simgesi olan minaresi 56 metre yüksekliğinde. Hardal rengi tuğlalar arasına serpiştirilen mavi ve beyaz çiniler göz kamaştırıcı bir uyum oluşturuyor. Gün batarken minareye vuran ışık, sanki gökten bir huzme gibi şehri aydınlatıyor. Avluda esen rüzgâr kumları hafifçe savuruyor. Her şey sessiz, sade, fakat derin bir anlam taşıyor. 

Son durağımız Namangan. Özbekistan’ın ikinci büyük şehri. İsmini Farsça “tuz madenleri” anlamına gelen namak kan kelimelerinden alıyor. Şehir, çiçek festivalleriyle ünlü; rengârenk laleler, güller ve menekşeler sokaklara yayılmış. Yatsı namazımızı Cuma Camii’nde kılıyoruz. Diğer camilere nazaran daha sade ama bir o kadar huzur dolu. İçeri girer girmez insanın yüreğini saran bir dinginlik var. 

Namazdan sonra caminin avlusunda oturup etrafı izliyorum. Gecenin serinliği çiçek kokularına karışmış. Gökyüzü berrak, yıldızlar pırıl pırıl. Gün boyu geçtiğimiz şehirler, duyduğumuz ezan sesleri, tanıştığımız insanlar zihnimde bir film şeridi gibi akıyor.

Her şehirde farklı bir renk, her camide ayrı bir ruh vardı. Bugün beş şehirde, beş vakit namazımızı eda ettik. Her caminin ayrı ayrı maneviyatıyla gönüllerimiz huşu buldu.
Belki yorgunuz ama kalbimiz dolu. Evlerimizde kıldığımız namazların huzurunu bugün burada, tarih kokan kubbelerin altında yaşadık.

Trene bindiğimizde gece çoktan bastırmıştı. Pencerenin ardından kayan karanlıkta şehir ışıkları birer birer siliniyordu. Sessizce kahvemi yudumladım, defterimi açıp bugünün tarihini yazdım:

“Özbekistan, beş şehir, beş vakit, bir kalp dolusu huzur…” 

Bir sonraki buluşmamız nerede olur bilinmez. Belki Orta Doğu’nun sıcak çöllerinde, belki bir Avrupa kasabasının taş sokaklarında… Ama eminim ki her yolculukta aynı duyguyla yola çıkacağız: gönül yolculuğu.

Yeni bir diyarda, yeni bir ezan sesinde buluşmak dileğiyle…

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak