Ara

Ötedünya Mı? O Da Ne?

Ötedünya Mı? O Da Ne?

Hz. Ebubekir’in, Allah Resûlü’nün mübarek naaşı ile karşılaştığında ona şöyle hitâb ettiği naklolunur: “Öldün, bir daha ölmeyeceksin!” Bu cümlenin bir anlamı, adın ebediyete kadar yaşayacaktır bağlamıyla ilişkilendirilebilir. Doğrudur. Cümle, böyle bir anlama açık bulunuyor. Fakat daha derinde bu cümleden şu anlamları çıkarmak da imkân dâhilinde görünüyor: Ölüm bu dünyâya, içinde yaşadığımız bu dünyâya özgü bir olgudur. Biz bu dünyâda bir kere ölürüz ve onun bir daha yinelenmesi söz konusu değildir... Gene bu bağlamda aynı cümlenin içinde şu anlamın yer aldığını da çıkarsamak imkân dâhilinde görünüyor: Bu dünyâda öldükten sonra intikâl edeceğimiz ötedünyâda bir daha ölmeyeceğiz; orada ebedî hayâta erişeceğiz... İnsan öleceğini bilen tek varlık... Hayvan öleceğini bilmez. Ne ki, öleceğini bilen insan aynı zamanda hiç ölmeyecekmiş gibi bir duyguya da sâhiptir. Onun varlık yapısında mevcut bulunan bu diyalektik ilişki bir yandan onun gündelik yaşantısında hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya işlerinde temerküz etmesini sağlarken, bir yandan da kişi öleceğine dâir duyguyla geleceğine ilişkin tasarılar geliştirir. Nakledilen bir Hadîs-i Şerif de insana bu gerçeği hatırlatır: “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyâ için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için hazırlanın.” İnsanda yalnızca ölüm duygusu ya da hemen ölecekmişçesine bir ölme kaygısı bulunsaydı, onda geleceğe ilişkin tasarımlarda bulunma girişimini görmek zor olacaktı: Yarın ölecekmiş gibi bir kaygı içinde yaşayan kimse bu kaygıyla ağır bir gerginlik içine yuvarlanırdı. Ancak burada, İmam Gazâlî’nin şu cümlesinin anlamına nüfûz etmekten de geri durmamamız gerekiyor. O diyordu ki: “Vâden dolmuş ancak yalvarmış yakarmış, Allâh'ın bir gün daha bağışlamasına mazhâr olmuşsun, işte o gün ne yapacak idiysen her gün aynı şekilde yaşa.” Bu tavsiye, kişinin yarın ölecekmiş kaygısıyla yaşamasından farklı bir noktayı öngörüyor. İlki, insanı umutsuzluğa sevkederken; bu, onun hayatını verimlendirmesinin yolunu açıyor. İnsan öleceğini bilmesine rağmen, gene de hiç ölmeyecekmiş duygusuna sâhip olduğu için, ölümsüzlük duygusu ona aynı zamanda ölüm hakkında bir iğvânın yolunu da açık tutuyor. Böylece o, diyalektiğin karşı ucunu, yâni bir gün öleceğine dâir gerçeği bilincinin dışına itmeye çalışıyor. Bu durum da ona ötedünya gerçeğini unutturuyor. ÖTEDÜNYA MI? O DA NE? Kimilerine bakarsanız, ötedünya, insanın içindeki ebedîlik duygusunun ölümle ortadan kalkmasından hâsıl olan âhenksizliğin telâfisi zımnında îcâd edilmiş bir tesellî vesîlesinden ibârettir. İyi de bu durumda yitip giden, telâfi edilemeyen adâlet duygusunu nereye yerleştireceğiz? Olay, salt ebedîlik duygusunu yatıştırmaktan ibâret olaydı işin içinden çıkmak kolaydı: Öldüm, karanlığa karıştım ve hiçbir şey yok! Bunu söylemek kolay... Fakat ya helâlleşmek? Ya birilerine kırgın gitmek; kırmış veya kırılmış olarak gitmek?! Bunun telâfisi nasıl imkân dâhiline sokulabilir? Kaldı ki, olayı salt bizim bu dünya ölçeğine göre mihenge vurmamız ne ölçüde geçerlidir? Çünkü burada iki husus birbirine karışıyor, ya bu dünya ölçeğini ötedünyâya uyarlama çabasına giriyoruz veya ötedünyânın mihengini bu dünyâya aktarmaya kalkışıyoruz. Başka bir söyleyişle, iki farklı düzlem ve onların kendine özgü koşulları birbirine karıştırılıyor ve onları örtüştürme gibi abes bir çabanın içine düşülmüş oluyor. Metre birimi ile ölçüp inç birimi ile söylemek gibi bir şey... Kaldı ki olay, asla aklîleştirmeye uygun görünmüyor. Îman kategorisi epistemoloji ile açıklanmaz, açıklanamaz. Böyle bir kolaylık olaydı, bütün insanlığı îman kategorisi altında toplamak imkân dâhiline girerdi. Ancak bu durumda da, insanoğlunun elinden insan olma haysiyeti alınmış olurdu. İnsanın özniteliği sınanabilir olmasında temerküz eder. Ötedünya gâiptir, gâip olandır. Aynen âmentünün öbür rükünleri gibi: Allah, melek, kitap, resul, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğu gibi... Tüm bunlar gâiptir ve îman zâten gâip olana endekslidir... Gâip olanların aklen kanıtlanması söz konusu değildir; öyle olması gerekmiyor, bilakis öyle olmaması gerekiyor. Çünkü gâibe îman, önümdeki masayı görmemden kaynaklanan türden bir inanış bağlamında ortaya çıkaydı, îmân etmenin değeri, artı, anlamı ortadan kalkardı. Ve son tahlilde insan hayvan kategorisine indirgenmiş olurdu... Ötedünya inancı insanın fânîlik duygusunun üstesinden gelmek üzere îcâd edilmiş bir fikir değildir. İnsanın özniteliği, onun varlık tarzıyla ilgili bir kategorik kavramdır. İnsanın sınanılabilir olan varlık tarzından neşet eden ve sınanılabilir olduğu için de hesap vermesini sonuçlayan bir dünyâya verilmiş referanstır... İnsanda fânîlik ve ebedîlik duygusu, ikisi eşanlı olarak onun varlık tarzında birlikte yaşamaya devâm eder. Onda ebedî olarak yaşayacağı duygusu öylesine güçlüdür ki insan fânî olduğuna ilişkin bilgiyi çoğunca ihmâl edebilir, eder, ediyor da... İşte, tam da bu sebeple Kur’ân ona, birkaç âyetinde “bütün nefslerin ölümü tadıcı olduğunu” hatırlatmıştır: “Dikkat et, öleceksin, ölüm yakındır, ayağını denk al; ölüm, hesap demektir, hesap verme demektir. Neyin hesâbını vereceksin? Yaptığın, yapman gerekip de yapmakta ihmâl ettiğin tüm edimlerinin hesâbıdır bu! Eşyayla ve insanla ve bizzat kendi nefsinle olan hesaplaşmanın dökümüdür!” O uyarıların insanı yönlendirdiği hedef bu noktada temerküz ediyor. Peki, ölümle, ölümün kendisiyle hesaplaşılabilir mi? Elbette. Ancak bu hesaplaşma, içinde yaşanılan bu dünyânın koşularında imkân dâhilinde bulunur. Çünkü ölüm, içinde yaşadığımız bu dünyânın gerçeğidir. Ötedünyâda iş işten geçmiş olur. Orası ölümle hesaplaşmanın değil, ölüme endeksli yapıp etmelerimize karşı hesap vermenin yeridir. Ölüm bizi sürekli bir ironik durumla karşı karşıya bırakıyor: Kimilerinin düşündüğü gibi, mâdem ki ölüm var öyleyse her şey boştur, demiyoruz. Bilakis, mâdem ki ölüm var, hayat anlamlıdır, diyoruz. Çünkü ölüm olmayaydı, içinde yaşadığımız bu dünyâda adâleti tesis etmek aslâ imkân dâhilinde olmayacaktı; ölüm olmayaydı aslâ güven duygusu içinde olmayacaktık; ölüm olmayaydı hiçbir suça uygulanacak yaptırım amacını gerçekleştiremeyecekti. Bütün bunlar abese ircâ olacaktı. Oysa ölüm var, öyleyse adâlet de var ve olmalıdır; o varsa birlikte yaşama husûsunda güven ortamı da var ve bütün bunların ötesinde, bu dünyâda gözden kaçırılabilen, görmezlikten gelinebilen, ihmâl edilen tüm adâletsizliklerin hesâbının görüleceği bir başka dünya var; o dünyânın insana getirdiği güven duygusu, ilâhî adâletin şaşmazlığına varan tesellî, emniyet, dirlik,  itminan, istiğnâ, yatışma duygusu var... Bütün bunlar, bu yüce duygular, insanın bu dünyâda cesurca, kahramanca yaşamasının, onun ayakta dimdik durmasının yolunu açıyor; onun hayâtını anlamlı kılıyor.

Rasim Özdenören (Ağustos 2016)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak