Ara

Osmanlı’nın Son Cihanşümûl Siyâsî Aktörü:II. Abdülhamid Han / İsmail Çolak

Sultan II. Abdülhamid, çağını aşan icraatları, özgün politikaları, akıl ötesi stratejileri, ‘çılgın’ projeleri ve orijinal düşünceleri ile hâlâ kendinden söz ettirmeyi başaran nâdir liderlerimizdendir. Yaşadığı asrın, siyâseti en iyi okuyan, yöneten ve kullanan mâhir hükümdarlarındandı. Büyük bir siyasî dâhi olduğunu hasımlarına bile kabul ettiren cihanşümâl bir siyaset aktörü, kıvrak bir strateji uzmanı, hünerli bir diplomasi oyuncusu ve hatırı sayılır bir muallim-i siyâsetti. Milletlerarası alanda emperyalizme karşı Osmanlı’yı ve İslâm’ı cesurca müdafaa eden “Son Kurtarıcı” ve evrensel çaptaki “Son Sultan”dı.   OSMANLI’YI YENİDEN KÜRESEL AKTÖR YAPTI Abdülhamid Han uluslararası siyâsette, Batı ve İslâm âlemiyle ilişkilerde aktif ve özgün yaklaşımlar üretti ve bunları başarıyla uyguladı. Tanzimat’tan beridir milletlerarası siyâsette Batı karşısında pasif ve bağımlı konumda olan Osmanlı’yı, en kudretli zamanlarında elde ettiği bağımsız, mücâdeleci ve kendi siyâsetini üreten “dünyâ devleti” konumuna tekrar getirmeyi başardı. Siyâsî ve diplomatik manevralarıyla Osmanlı’yı milletlerarası arenada yeniden güçlü ve belirleyici bir küresel aktör haline getirdi.   Osmanlı’yı ayağa kaldırıp bünyesini ve direncini güçlendirmek, onu “Hasta Adam” olmaktan kurtarmak için Batılı ülkelerin düşmanca tutumlarına karşı denge politikasını geliştirdi. İngiltere’ye karşı Almanya’ya yanaştı; Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa’ya yaklaşmaya çalıştı. Onun, Osmanlı’ya biraz nefes aldırıp ömrünü sürdürmesine yarayacak olan bu yeni açılım politikası hakkında İlber Ortaylı’nın tahlili kanaatimizi desteklemektedir: “Milliyetçilik akımları, iç ayaklanmalar ve dış müdahaleler yüzünden hızla toprak kaybeden imparatorluk; dış politik güçler arasında denge oyunlarına başvurarak yaşama dönemine girdi.”   İSLÂM BİRLİĞİNİ VE HALÎFELİĞİ CANLANDIRDI Özellikle İngiltere’nin, Osmanlı-İslâm bütünlüğünü bozmaya yönelik emel ve girişimlerine karşı alternatif bir strateji olarak Halîfelik kurumunu devreye soktu ve ceddi Yavuz gibi İttihâd-ı İslâm (İslâm Birliği) görüşünü takviye edip aktif hale getirdi. Bunu, dış politikasının en önemli ayaklarından birisi yaptı. Ona göre Osmanlı’yı parçalanmaktan, İslâm Dünyası’nı da sömürgeleşmekten kurtaracak yegâne çare, Müslümanların Hilâfet ve İslam Birliği görüşü etrafında yeniden kenetlenmeleriydi.   Bu gâyeyle, sömürgelerdeki Müslüman topluluklarla temaslar kurdu. Onları mânen ve siyâseten Hilâfet ve Osmanlı’ya bağlamaya büyük ölçüde muktedir oldu. Halîfeliğe, milletlerarası platformlarda eski güç ve itibârını yeniden kazandırdı. Çoğu tarîkat şeyhi olan gizli temsilciler aracılığıyla Türkistan’a, Hindistan’a, Afrika’ya, Japonya’ya, Çin’e kadar elini uzattı. Bu uçsuz bucaksız coğrafyada halîfeliği, devletini ve adını geçer akçe yaptı. Hilâfetin mânevî otoritesi, Osmanlı’nın siyâsî kudret ve itibârı sınırları aştı; Afrika, Güney Asya ve Uzak Doğu’da dahi Sultan Abdülhamid adına hutbeler okunur oldu.   Ayrıca, her yıl Hac farîzası için Mekke’ye giden Müslümanlarla bağları kuvvetlendirmek ve onlar arasında İslâm Birliği fikrini güçlendirmek maksadıyla Bağdat-Hicaz Demiryolu projesini hayâta geçirdi. Demiryolu, coğrâfî güzergâhı itibâriyle Orta Asya, İran, Hindistan ile Mısır’ın kavşak noktasındaydı. Demiryolu üzerinden Basra Körfezi ve Hindistan Bölgesine karayoluyla ulaşım imkânı bulan Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Akdeniz’deki sömürge idâresinin merkezi durumundaki Mısır’a ulaşarak, onun yalnızca Süveyş Kanalı’ndaki hâkimiyetini ve Hindistan ve Uzak Doğu ile bağlantısını kesmekle kalmadı, Ortadoğu ve Afrika’daki sömürgelerini kaybetmekle de onu karşı karşıya bıraktı. Yine bu demiryolu vâsıtasıyla İslâm Birliği politikasını da tatbik sahasına koyan Sultan Abdülhamid, Hindistan’daki 60 milyon Müslüman’ı etkileme, Afganistan ve İran’ı da Hilâfet müessesesinin tesirine alma fırsatını yakaladı.   OSMANLI’YI DİRİLTECEK BÜYÜK SİYÂSÎ PROJESİ Böylece, Batı’ya karşı barışçı bir siyâset izleyerek zaman kazanmayı; siyâsî, ekonomik, ilmî ve teknolojik alanlarda bir silkinme hamlesi gerçekleştirerek Osmanlı’yı toparlayıp eski ihtişâmına kavuşturmayı ve Avrupa’ya karşı ölümcül bir darbe indirmeyi hedefliyordu. Bu büyük siyâsî projesini/sırrını daha sonra hâtıralarında şöyle ifşâ edecekti: “Dâhilde kuvvetlendiğimiz gün Avrupa devletleri, o kadar alay ettikleri “Hasta Adam”ın iyileşip “Kuvvetli Adam” haline geldiklerini göreceklerdir. Allah bize sulh ve sükûnet nasîb etsin! Hiçbir memleketin bizim kadar buna ihtiyâcı olduğunu zannetmiyorum. Bizi her şeyden fazla felâkete iten, büyük devletlerin entrikalarıdır. Her sene, bu uğurda hiç faydasız sarf ettiğimiz milyonlarla ne kadar lüzumlu şeyler yapılabilirdi. Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa, Japonların o kadar methedilen terakkîlerini biz de yapabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar, emniyet içinde yaşamaktadırlar... Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vazgeçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünyâ için söz sâhibi olabilirdik. Büyük devletlerarasındaki rekâbetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse, Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim 33 yıl süren siyâsetimin sırrı... Kırk yıldır büyük devletlerin birbiriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümîdim oydu ve Osmanlı’nın bahtını buna bağlı gördüm. O beklediğim gün geldi. Heyhât ki ben tahttan uzaklaştırılmıştım, ülkemi idâre edenler de akıldan ve basîretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlı’nın elinden çıktı gitti...”   Görüldüğü üzere en büyük gâyesi, Osmanlı’yı Batı emperyalizminin tasallutundan kurtarmak ve Cemil Meriç’in tespitiyle ölüyü diriltmeye çalışmaktı. Yahudi asıllı İngiliz ajanı Arminius Vambery, İngiliz Dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1884 târihli raporda, bu konudaki gayretlerini “bir mâni çıkmazsa, Türkiye’yi ileriye götürebilecek tek adamdır.” tespitiyle dile getirmişti. Amerikan Büyükelçisi S. S. Cox da, Osmanlı’nın kurtulması için Abdülhamid’in tek şans olduğunda hemfikirdi.   Bazı uzmanlara göre Sultan Abdülhamid’in uyguladığı dış politikayı İttihatçılar da tâkip etseydi, Osmanlı’nın ömrü daha uzun olabilir; en azından Türkiye’nin elinde bugünkünden daha fazla toprak parçası kalabilirdi. Ne yazık ki siyâsî hâdiseler Abdülhamid’in istediği çizgide gelişmemiş; Avrupa’ya karşı Osmanlı’yı tekrar ayağa kaldırmanın hazırlıklarını yaptığı bir süreçte o, İttihatçıların gerçekleştirdiği 1908 darbesiyle yönetimden uzaklaştırılmıştı.   MUKADDESÂTIMIZI DİPLOMASİNİN CAYDIRICILIĞIYLA KORUDU 1880-1890’lı yıllarda Batı’da patlak veren; İslâm’a, Peygamber Efendimiz'e (sav) ve diğer mukaddes değerlere karşı saldırı ve iftirâ kampanyalarına karşı dînin izzetini müdafaa etmek söz konusu olduğunda da başvurduğu en etkili mücâdele yöntemi “diplomasi” oldu. Mukaddesâta yönelik saldırıları bertaraf etmek için büyük bir duyarlılık ve kararlılık göstererek diplomasinin bütün enstrümanlarını kullandı. Milletlerarası alanda aktif ve caydırıcı bir mücâdele yöntemi sergiledi.   Avrupalı devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki petrol, demiryolu, ticâret imtiyâzı elde etme husûsundaki rekâbetlerini denge politikası çerçevesinde onlara karşı kullanması, saldırganları caydırmada geliştirdiği en mühim siyâsî silahlardandı. Saldırganları dize getirmede elindeki en önemli kozlardan bir diğeri de Hilâfet Müessesesi ve Halîfelik sıfatıydı. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi İslâm Birliği siyâseti ekseninde bu müessese ve sıfatın kudret, itibâr ve caydırıcılığını artırmak için olağanüstü gayret gösterdi, târihî hizmetlere imza attı. İşte İslâmiyet/Peygamberimiz (sav) hakkında eser kaleme alan Batılı yazarlara, Avrupa ve Amerika’da sahnelenen piyes ve tiyatrolara karşı verdiği etkili mücâdelede bunlara dayandı ve saldırıları akâmete uğratarak arzu ettiği netîceleri kısa sürede temin etti.   Bilindiği üzere Sultan Abdülhamid döneminde Avrupa’da oynatılması ilk engellenen piyes, meşhur Fransız filozof Volter’in yazdığı “Muhammed yâhut Taassub” isimli piyesti. Peygamber Efendimiz'i (sav) küçük düşüren bu iğrenç piyesin Paris ve Londra’da sahnelenmesi, elçiliklerimizin ortaya koyduğu diplomatik mücâdele, Halîfeliğin mânevî-siyâsî nüfûzu ve baskısı sonucunda önlendi. Peygamberimiz'i (sav) ve İslâm Dîni’ni aşağılayan Fransız yazar Vickonte Marki de Bornier’in “Muhammed” isimli dramının, 1888-1890 arasında Fransa ve İngiltere’de, 1892’de Amerika’nın New York ve Chicago şehirlerinde oynatma girişimleri de “Halîfe-i Müslimîn” Sultan Abdülhamid’in mâhir diplomatik ataklarıyla engellendi.   PETROL POLİTİKASIYLA BATILILARI DİZE GETİRDİ Musul ve çevresinin yeraltı kaynaklarının özellikle petrol bakımından zengin olduğunun İngiltere ve Almanya gibi Avrupalı devletler tarafından keşfedildiği 1870’li yıllardan itibâren o, ortaya koyduğu petrol politikası ve emperyalist güçlere karşı verdiği petrol mücâdelesinde de güçlü bir öngörü, strateji ve vizyona sâhip bir pâdişah olduğunu ispatlamıştır.   Petrol alanlarının siyâsî, iktisâdî ve askerî bakımdan gelecekte kazanacağı ehemmiyeti ve stratejik rolü idrâk etmekte fazla zorlanmayan Abdülhamid Han, 1888’de Musul ve Bağdat çevresiyle, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında geniş çaplı araştırmalar yaptırarak etraflı bir rapor ve harita hazırlattı. Bunların en önemlisi Ekim 1901'de Alman maden mühendisi Paul Groskopf ve Habip Necip Efendi tarafından hazırlanıp pâdişâha sunulan petrol haritasıdır. Bu haritada başta Hakkâri ve Bitlis olmak üzere bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan 20’den fazla noktada petrol bulunabileceği gösterilmiştir. Groskopf, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtmiştir. Kerkük, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü’de ise yaklaşık 45 noktada petrol olduğunu kaydetmiştir. (TPAO ve Enerji Bakanlığı’nın araştırmalarına göre petrol haritası geçerliliğini korumaktadır.)   Sultan Abdülhamid, Batılı devletlerin petrol yatakları üzerindeki emellerini engellemek için bâzı katı tedbirler aldı. İngiltere’nin ikiyüzlü politikasına karşı Musul ve Bağdat’taki kuyularını kapattırdı; Almanlarla yakınlaştı. İngilizlere yönelik tavrını gerektiğinde Almanlar için de çekinmeden uyguladı. 1888 ve 1898’de çıkardığı iki fermanla, Musul ve Bağdat’taki petrolleri “Emlâk-ı Şahane” ilân ederek “Hazîne-i Hassa”ya bağladı. Bu karar, İngiltere ve Almanya’da hayâl kırıklığına yol açtı. Bölgede petrol çıkarma ve işletme imtiyâzı alabilmek için verdikleri mücâdele, Abdülhamid’in başarılı petrol politikası sonucunda bir süreliğine de olsa akîm kaldı.   *Târihçi-Yazar   Kaynaklar: Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, İstanbul, 1984. İ. Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul, 1998. Edward Mead Earle, Bağdat Demiryolu Savaşı, İstanbul, 1972. Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, İstanbul, 2005. Mim Kemal Öke, Saraydaki Casus, İstanbul, 1991. Kadir Mısıroğlu, Musul Meselesi ve Irak Türkmenleri, İstanbul, 1985. Raif Karadağ, Petrol Fırtınası, İstanbul, 1988. Arzu Terzi, Abdülhamid’in Mirası: Petrol ve Arazi, İstanbul, 2009. İsmail Çolak, Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası, 6. Baskı, İstanbul, 2010, Nesil Yayınları

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak