Osmanlı toplumunun bariz özelliklerinden biri de hayır ve hasenatta, yardımlaşma ve dayanışmada yarışma melekesidir. Bu sayede Osmanlı ülkesi bir “Vakıf Medeniyeti” ve “Vakıf Cenneti” haline gelmiştir. Milyonlarca kilometrekarelik koskoca Osmanlı coğrafyasının dört bir bucağı “müessesât-ı hayriye” (hayır müesseseleri) olarak vasıflandırılan on binlerce vakıf müesseseleriyle nakış nakış işlenerek ihya edilmiştir.
Bu çerçevede Osmanlı, şefkat ve merhametini sadece insana değil cümle mahlûkata teşmil etmiştir. Kimsesiz, yardıma ve bakıma muhtaç insanlara darülacezeler, imarethaneler ve aşevleri inşa eden, sahipsiz kedilere, dağ başlarındaki aç kurtlara yiyecek hazırlamak, sakat leylekleri tedavi etmek maksadıyla vakıf müesseseleri kuran ecdat, bu mevzuda erişilmez numuneler sergilemesini ve tarihin iftihar madalyasını hak etmesini bilmiştir.
VAKIF KÜLTÜRÜNÜN DİNÎ ALTYAPISI
Vakıf, hayır yapma ve yardımlaşma anlayışının kurumlaşmış bir ifadesi ya da mahsulüdür. İslâm inancına göre “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan; Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır.” (Ebu Davud, Edeb/57) Bu inanç ve anlayışla kuşanmış Osmanlı cemiyeti aynı zamanda, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz.” (Âl-i İmran/92) ayetini de kendisine rehber edinmiştir.
D’ohsson’a göre de Osmanlı’daki bu köklü hayırseverliğin menşeindeki kaynak İslâm’dır: “Kuran, Türkleri, dünyanın en hayırseveri hâline getirmiştir.” Osmanlı’nın hayırsever insanlarının, bütün bu düsturları şiar edindikleri, dahası bir “hayat tarzı” haline getirdikleri, binlerce vakıf eserin vakfiyesinde yazan şuna benzer sözlerden açıkça anlaşılmaktadır: “Vakıf; hayır ve sadaka türlerinin en mükemmeli ve baki kalacak iyiliklerin en güzelidir.”
Osmanlı Devleti vakıf işlerini ve hizmetlerini devletinin esas kaidelerinden, kurduğu medeniyetin şahikalarından birisi yapmıştır. Devlet, toplum ve medeniyet hayatında vakıfları hep ön planda tutan Osmanlı, onları hem dünyaya hem de ahirete bir hizmet vasıtası olarak görmüştür. Yedi iklim, üç kıtaya adeta çil çil serptiği on binlerce vakıf müessesesi ile “diğerkâmlığın zirvesini” yakalamıştır. İnsanlara ve cümle mahlûkata hizmet etmeyi ulvî bir şiar ve aslî gaye edinmiştir. Prof. Ziya Kazıcı da aynı kanaattedir: “Vakıf, Müslümanların fazilet, cömertlik, diğerkâmlık ve vatanperverlik gibi millî ve manevî ruh ile heyecanın kuvvetli tezahüründen başka bir şey değildir.”
“Hayırda yarışınız” (Maide/48) emrini baş tacı eden Osmanlı, Kuran ve Sünnet ölçüleri istikametinde Asr-ı Saadette başlayan ilk vakıf faaliyetini emsal alarak, büyük hizmetlere vesile olmuş, günümüze kadar ulaşan muazzam eserlere mührünü vurmuştur. İnsanların ihtiyacına, çevrenin şartlarına göre sürekli değişen ve gelişen, çok farklı hizmet alanlarını bünyesinde taşıyan vakıf müessesesi, Osmanlı’da gayet dinamik bir yapıya ve geniş bir yelpazeye sahip olmuştur. Başta padişahlar ve sadrazamlar, sonra da bütün devlet ricali ve varlıklı kişiler, az veya çok güçlerine ve imkânlarına göre vakıflar tesis ederek “vakıf insan” olmanın benzersiz birer numunesi olmuşlardır.
HAYATA HÜKMEDEN HAYIRDA YARIŞ
Osmanlı’da devlet, vatandaşın canını ve malını korumak, barış ve asayişi sağlamak, düzen ve adaleti tesis etmek, sınırları korumak, fetihlerde bulunmak ve devletin bekasını temin etmekle mükellefti. Günümüz modern devlet anlayışında, devletin temel görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, bayındırlık, diyanet ve sosyal yardım hizmetleri Osmanlı’da, şahısların kurduğu vakıflar tarafından yürütülüyordu. Vakıflara, bu işleri yürütmek için zengin gayrimenkuller bağlanıyordu. Vakıflara da ebedilik şartı getirilmiş, devlet yetkilileri vakfın hizmetinin devam edebilmesi için her türlü gayreti sarf etmişlerdir.
Vakıfların, bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri, toplumun psiko-sosyal yapısı üzerinde derin tesirler meydana getirmiştir. 16. asır başlarında Osmanlı topraklarının beşte birini vakıf arazileri oluşturmuş; 18. yüzyıl sonlarında da vakıf gelirleri, devlet gelirlerinin yarısını teşkil etmiştir.
Vakıflar yalnız ibâdet, eğitim, sağlık, bayındırlık ve ulaşım gibi toplumsal ihtiyaçları konu almazdı. Yolculara yardım etmek, esirleri azat etmek, mektep çocuklarını gezdirmek, fakir kızlara çeyiz temin etmek, hayvanlar için çayır ayarlamak, sel, yangın, deprem, hastalık, fakirlik, borçluluk gibi zaruri halleri gidermek, acizleri doyurup giydirmek ve tedavi ettirmek, iş yapacaklara iş ve sermaye bulmak, borçtan mahkûm olmuşların borcunu ödemek gibi iş ve hizmetleri görmek için de “Avarız Vakıfları” adıyla vakıflar kurulmuştur. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflara ise “Mazbut Vakıflar”, diğer ismiyle “Selâtin Vakıfları” denmiştir.
Osmanlı’da vakıflar, toplumun hayır ve iyiliği için çalışan bir tür “sigorta teşkilatı”ndan veya “yardımlaşma sandığı”ndan farksızdı. Osmanlı toplumunda adeta darb-ı mesel haline gelmiş şu söz, vakıfların hayatın bütün hücrelerine nasıl yayıldığını ve ne denli hayatî bir fonksiyon ifa ettiğini çok mükemmel bir şekilde ifade etmektedir: “Vakıflar sayesinde bir adam, vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülür.”
MEDENİYETİMİZİN BELKEMİĞİ VE ZİRVESİ
Vakıflar, sadece fakirlere yardım eden ve mahlûkata hizmet götüren bir müessese değildi. Aynı zamanda Osmanlı kültür ve medeniyetinin, fikir ve irfan hayatının da belkemiğiydi. Ömer Lütfi Barkan’ın tespitleri buna açıklık getirmektedir: “Osmanlı’nın umumî hayatında bir iskân ve imar metodu olarak vakıfların oynamış olduğu büyük rolden kimse şüphe etmemektedir. Şehirlerimizin her türlü amme hizmetleri, içtimaî muavenet (sosyal yardımlaşma) teşkilatı, ilmî, dinî ve medenî hayatın her türlü tezahürleri hep vakıf tesisler yoluyla tanzim ve idare edilmiş bulunmaktadır.”
- Sami Onar’ın ortaya koyduğu şu yaklaşım ise meseleye farklı bir boyut kazandırmaktadır: “Osmanlı’da vakıfların hakikatte amme hizmetlerinin büyük kısmını üzerlerine almaları ve bu suretle sahalarının genişlemesi, bugünkü amme hizmeti müesseselerinin birçoğunun vakıf tesisatıyla kurulmuş olması, vakıf eserlerinin millî servet ve medeniyetimizin bir kısmını teşkil etmesi, vakıfların idare ve medeniyet tarihimize girmesini neticelendirmiştir.”
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak