“İnsan” denilen varlık, bir taraftan sosyal çevre, bir taraftan fizikî çevre tarafından kuşatılmış durumdadır. Bütün yapıp etmelerinde şu veya bu şekilde bu kuşatılmışlığın etkisini hisseder. Buna bir de “kısa veya uzun vakit, az ya da çok süren bölünebilir müddet” gibi1 anlamlara gelen “zamân”ı ekleyebiliriz. Zaman kavramının mâhiyeti konusunda yapılmış birçok açıklamalar içinde “Zaman, sürüp giden doğru bir çizgi olarak düşünülebilir; bu çizginin geriye doğru sonsuza değin uzanan kısmı mâzî/“geçmiş”, ileriye doğru uzayıp giden kısmı istikbâl/gelecek”tir” şeklindeki bir izah, bizim için daha yalın bir anlam ifâde etmektedir. Bir de bu iki uç arasında (geçmişle gelecek arasında) “hâl” denilen, “ân” bulunmaktadır. “Ân”lar yâni “hâl”ler birleşerek geçmişten geleceğe uzanan bir doğru çizgi meydana getirir ki, işte bu çizginin adıdır “zamân”. Zaman, insan denilen varlığın, kendisinde eylemlerini/amellerini gerçekleştirebilmesi için Allâh’ın yarattığı fırsatlardır.
İnsan ömrü de, bu ân’ların/hâl’lerin meydana getirdiği sınırlı bir süreci ifâde eder. Bütün varlık âleminin bir ömrü vardır. Yalnız bu ömür çizgisinin ne zaman başlayıp ne zaman son bulacağı, geçmişten geleceğe uzanan çizginin hangi noktalarına isâbet edeceği Allah Teâlâ’nın takdirindedir. Doğum, ömür sürecinin başlangıç noktası; ölüm de bitiş noktasıdır. Tüm varlıklar bu iki nokta arasında hayâtiyetlerini/canlılıklarını muhâfaza ederler. Ölüm ânı, bu hayâtiyetin son ânıdır. Ömür, ebedî değil sınırlıdır. Bir anlamda ömrü değerli kılan da bu sınırlı oluşudur. Yüce Rabbimiz bizden bu sınırlı zaman diliminin iyi kullanılmasını istemektedir. Mülk sûresi 2. âyette: “O Allah hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayâtı yaratmıştır.” buyurarak, insana verilen ömür nimetinin bir imtihan olduğunu hatırlatmaktadır. İşlenecek “Güzel amel”den maksat ise, Allah Teâlâ’nın emirleri ve Hz. Peygamber’in (sav) sünnet-i seniyyeleri istikâmetinde yapılan her türlü davranış biçimidir. Bunun adı “sâlih amel”dir. Onun içindir ki bu sınırlı süreç yâni “ömür” ve bu sürecin her ânı, insan için son derece önemlidir.
İnsandan sâdır olacak her bir davranışın bir değer hükmü vardır. Bu hüküm, insanın âhiret hayâtını belirlemektedir. Âhiret hayâtındaki mutlu ve mes’ûd olma ya da mahzûn ve mükedder olma şekli dünyâ hayâtında, o ömür çizgisi içinde kazanılacaktır. İslâm inancında “ân, “zaman” onun için önemlidir. Yüce Rabbimiz bu önemi Kur’ân’da, “gündüz”, “gece”, “kuşluk vakti” ve “ikindi vakti” gibi zaman dilimlerine ve yine zamânın tesbitinde esas olan gök cisimlerine yâni “güneş” ve “aya” yemîn etmek sûretiyle; özellikle de Asr sûresinde, bizzat asra/mutlak zamâna yemîn ederek bizlere bildirmektedir. Asr Sûresi’nin başında zamâna yemîn edilerek, onun insan hayâtındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü “zaman”, Allah Teâlâ'nın yaratma, yönetme, yok etme, rızk verme, alçaltma, yüceltme gibi kendi varlığını ve sonsuz kudretini gösteren fiillerinin tecellî ettiği bir varlık şartı olması yanında, insanın hayâtını içinde geçirdiği ve her türlü amellerini işlediği bir imkân ve fırsatlar alanıdır. Yüce Allah böyle kıymetli bir imkân üzerine yemîn ederek zamânın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın sonunun "hüsrân" (ziyân) olacağını hatırlatmıştır.2 Böylece bir insan yaşarken, aslında “Zamânın sınavından geçmek”3tedir.
Bu bize, İslâm’ın “zamân”a ne kadar büyük önem verdiğini göstermesi açısından önemlidir. Her ne kadar “zamân” ve “mekân” kavramları birbiriyle tedâhül hâlinde (içiçe olma durumunda) ise de. Zîrâ biri işlenen amelin ânını, diğeri de işlendiği yeri işâret etmektedir ve amelin meydana gelmesini oluşturan temel unsurlardır. Burada zaman ve mekân kavramlarını birbiriyle öncelik sonralık noktasında bir kıyaslama yapmıyoruz. Bize verilen sınırlı bir hayâtın yâni “zamân”ın ziyân edilip edilmemesi meselesini inceliyoruz.
Evet, yüce dînimiz İslâmiyet, zaman kavramına ayrı bir önem vermiştir. Bunun ibâdetlerimize, günlük hayâtımıza yansımalarını görmekteyiz. Şöyle ki: Namazda, oruçta, zekâtta, hac’da (zaman ve mekân eşit ağırlıktadır) zamân, bir rükündür. Vakit, namazın şartlarındandır. Farz olan Ramazan orucu tutmak için Ramazan ayının girmesi şarttır. Zekât için de zenginliğin üzerinden bir yıl geçmesi gereklidir.
“Zamân”ın zâyî edilmemesine, iyi kullanmanın önemi ve kıymetine dâir pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif bulunmaktadır. Yüce Rabbimiz asr’a/mutlak zamâna yemîn ettikten sonra, “îmân etmek, sâlih amel işlemek, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek” sûretiyle “zamân”ı iyi ve doğru kullanmayanların “hüsrân”a uğrayacakları, âhirette kaybedecekleri uyarısında bulunuyor. Peygamberimiz (sav) de: “İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kadrini bilmez. Bu iki nimet sıhhat ve boş zamandır.”4 buyurarak mü’minleri zamanlarının ve sağlıklarının kıymetini bilmeye çağırmaktadır.
Bu uyarıya kulak kesilen her mü’min, artık kendisini -tasavvufî tâbirle- İbnu’l-vakt” (Vaktin çocuğu) olarak görür ve böyle olmanın gereğini yerine getirmeye çalışır. Hayâtının her noktasının, her “ân”ının ne derece kıymetli olduğunu bilir ve bunun Cenâb-ı Hakk’ın bir nimeti olduğu bilinciyle “Nimetlendiğiniz her şeyden hesâba çekileceksiniz”5 âyetinin ifâde ettiği mânâyı rûhunun derinliklerinde hisseder. Her ân’ını Allâh’ın (cc) rızâsı, Hz. Peygamber’in (sav) Sünnet-i Seniyyesi istikâmetinde geçirmenin -zamânını iyi değerlendirmenin- gayreti içinde olur. Her vakit, yazıcı meleklerin (kirâmen kâtibîn’in), alıp-verdiği her nefesini, hangi hükümle (kâr-zarar, günah-sevap şeklinde) kayda geçirdiklerinin endîşesini yaşar. “Zamân”ın onun için en büyük imtihân olduğunu, kendisinin de bu imtihânı başarması gerektiğini hiç unutmamaya çalışır. Çünkü her “ân” çok kıymetlidir. Her nimetin şükrünün edâ edilip edilmediği sorulacaksa eğer -ki sorulacaktır-, alıp verilen her bir nefesin de mutlakâ hesâbı sorulacaktır. Her “ân” ne yaptıysak, o “ân” yaptığımız şey ilâhî rızâya ne kadar uygundur onun bilinci içinde olmak durumdayız. Onun içindir ki Hz. Peygamber (sav): “Kıldığın her namazın, vedâlaşan birinin kıldığı namaz gibi olsun”6 (Yâni bir sonraki namaza yetişmeden ecelin gelebilir. “Öyleyse şu an, daha dikkatli ve hassas olmalıyım” şuuru içinde namazını edâ eden kimse gibi namazını kıl) diye emir buyurmuşlardır. Çünkü son nefeste kâmil îmân ile gidebilmenin yolunun; kâmil îmân üzere yaşanan, her “ân”ı bu kemâliyât üzere olan bir hayâtı yaşamaktan geçtiğini bizlere yine Peygamber Efendimiz (sav) hatırlatmaktadır: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”7 Başka bir hadislerinde şöyle ifâde buyurmuşlardır: "Kişi kıyâmet gününde şu hususlardan sorulacaktır, bunların cevâbını vermeden hiçbir yere adım atamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini ne işte harcadığından, malını nereden kazanıp nerelere harcadığından, öğrendiği ile ne derece amel ettiğinden."8
İslâm’ın sunduğu ölçüler açısından bakıldığında “Zamân”ın müslümanın hayâtındaki yerinin son derece büyük olduğu anlaşılmaktadır. Müslüman, “İbnu’l-Vakt” (vaktin çocuğu) olma durumundadır. “İbnu’l-Vakt”, tasavvufî anlayışta geçmiş ve gelecek endîşesinden kurtulup, şimdiki ânı ilâhî rızâya uygun bir şekilde yaşamak demektir.
Kuşeyrî (ö.376/986) şöyle der: “Ebu Ali ed-Dekkak (ö. 405/1014)'ın şöyle dediğini işttim: Vakit, senin içinde bulunduğun hâldir. Eğer sen gönlünde dünyâya bağlı isen senin vaktin dünyâdır. Eğer âhirete bağlı isen, senin vaktin âhirettir.”9
Hülâsa Yüce Rabbimiz, “Ahsen-i takvîm” üzere yarattığı varlığa, yâni insana “zamân”ı merkeze alan hükümler va’z etmiş, hayâtını bu ilâhî hükümler çerçevesinde yaşamasını, “ömür” denilen yaşama sürecini/zamânını ziyân etmemesini ondan istemiştir. Bunun için de yapılması gerekenler şunlardır: Kendimizi kontrol altında tutmak; geçmişe âit amellerimizi gözden geçirip hatâ ve eksikliklerimizi gerek kazâ yoluyla gerekse tevbe ve istiğfarla telâfi etmek; içinde bulunduğumuz hâli (ânı), bu anda üzerimize terettüp eden her türlü sorumluluklarımızı Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yerine getirmek; geleceğe âit ise, yine Kur’ân ve Sünnet çizgisinden sapmadan, bize Allâh’ı ve O’nun rızâsını kazandıracak niyet ve planlamamızı yapmak sûretiyle, zamânımızı (bize tanınan ömrümüzü) ziyân etmemenin gayreti içinde olmak. Yüce Rabbimiz bizim, bize tanınan süre içinde dâimâ dikkatli, ne yaptığını bilir şekilde, işlediği amelin farkında olan bir varlık olarak hayâtiyetimizi devâm ettirmemizi istiyor. Zâten “amel” kelimesinin işâret ettiği mânâ da “bilinçli olarak gerçekleştirilen davranış biçimi”dir. Bir de işlenen bu “bilinçli davranışın” yâni “amel”in, “sâlih” olma özelliği (Allâh’ın ve Rasûlünün râzı olduğu nitelik) dikkate alınırsa, Müslümanın hayâtının ne derece bereketli olacağı daha açık bir şekilde anlaşılmış olacaktır. Böylece İnsan, îman ve sâlih amelle, “Zamân”ı iyi kullanma konusundaki gayretini sağlıklı temeller üzerine oturtarak âdetâ “ibnül vakt” olur; yaşadığı o “ân”lar onun için bereketlenir. İbâdet ve tâatle, ilim ve irfânla geçirilmiş ömür, ziyân edilmemiş ömürdür.
Mü’minlerin ömürlerini zâyî etmemeleri için; bir taraftan ferdî olarak murâkabe ve muhâsebe’yi terketmemeleri, diğer taraftan da toplumsal olarak birbirlerine karşı dâimâ “Hakk’ı ve sabrı tavsiye etmeleri” gerektiği ilâhî buyruğunu unutmamaları gerekmektedir.
Prof. Dr. Ali Çelik
Dipnotlar:
[1] Tâcü’l-Arûs, “zmn” md.;Tehânevî,Keşşâf-ı Istılahâti’l-Fünûn, I, 619, 622).
2 Kur’an Yolu-Asr sûresi
3 Müftüoğlu,A., “Zamanın sınavından Geçmek.2011,İst.
4 Buhârî, Rikak, 1, İbnMâce, Zühd, 15
5 Tekâsür,8
6 İbn. Mâce, Zühd, 15; Müsned-i Ahmed, V, 412
7 Müslim, Cennet, 83-84
8 Tirmizi, Kıyamet, 1
9 Kuşeyri Risâlesi,(Trc. Dilâver Selvi),2009,ist., s.111
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak