Ara

Öldürmek, Hesaplaşılması Gereken Bir Zulümdür

Öldürmek, Hesaplaşılması Gereken Bir Zulümdür

Günümüzde insan öldürmek, artık olağan bir eyleme dönüştü. Gazze’de ise tarihin önünde cereyan eden bir soykırım yaşanıyor. Günlük haberlerde geçen cümleler artık vicdanı sarsmıyor. “İsrail ordusunun 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 59 bini aştı. Gazze Sağlık Bakanlığı, son 24 saatte 19 kişinin açlıktan öldüğünü bildirdi.” Bu rakamlar, yalnızca birer istatistik değil; öldürmenin sıradanlaştığı çağın sessiz kayıtlarıdır. Masumların yok oluşu bir ekran başlığına; açlıktan gelen ölüm, diplomatik bir sessizliğe indirgeniyor. Artık öldürmek, hesaplaşılması gereken bir zulüm olmaktan çıkıp, yalnızca izlenen bir haber hâline geliyor.

Kur’ân-ı Kerîm, insanlık tarihinin ilk bozgunculuğunu Hâbil ve Kâbil kıssasıyla anlatır. Mâide Suresi’nin 27–31. ayetlerinde yer alan bu kıssa, Hz. Peygamber’e (sav) şu ifadeyle sunulur: ﴾وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ﴿ – “Yahudilere Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat.” Bu hitap, sadece geçmişte yaşanmış bir olayın nakli değil; Yahudilerin tutum ve davranışlarına yönelik bir aynalama işlevi görür. Âdem’in salih ve takvalı oğluna reva görülen zulüm, İsrailoğulları’nın kendi dönemlerindeki ilahi emir ve yasaklara karşı koyuşlarıyla örtüşür: Allah’ın gönderdiği peygamberlere suikast düzenlemeleri, onları yalanlamaları, sözleşmeleri bozarak bozgunculuk çıkarmaları… Tüm bu davranışlar, Mâide Suresi’nin 27. ayetinden itibaren başlayan kıssanın gün yüzüne çıkardığı karakteristik sapmalarla benzeşir. 

Kur’an bu kıssayı aktarırken yalnızca “olmuş olanı” anlatmaz; “olmakta olanı” da deşifre eder. Yani kardeşini öldüren Kâbil’in iç dünyası ile peygamberlerine kasteden kavmin ruhsal eğilimleri arasında ciddi bir ahlaki süreklilik vardır. 

Rivayetlere göre bu ayetin iniş sebebi, Benî Nadîr Yahudilerinin Hz. Peygamber’e suikast düzenlemek üzere hazırlık yapmalarıdır. Bu bağlamda Allah Teâlâ, söz konusu kıssa aracılığıyla hem Müslümanlara hem Yahudilere; zulüm ve merhamet, bozgunculuk ve sabır, öfke ve takva gibi kavramları karşılaştırmalı şekilde düşünmeleri için bir ibret aynası sunar. Aynı surenin 32. ayetinde de “insan canını koruma” ilkesini derinleştiren şu hitapla devam etmiştir: 

‘İşte bundan dolayı İsrailoğulları’na: “Kim, bir cana kıymayan (öldürmeyen) veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanı öldürürse, sanki tüm insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmış gibi olur” hükmünü yazdık (farz kıldık).’

Maide Suresi'nin bu ayetinde geçen “bütün insanları yaşatmış gibi olur” ifadesi, ahlaki sorumluluğu merkeze alır. Öldürme gücüne sahip biri bu gücü kullanmazsa, toplum ona güven duyar; böylece tek bir canı yaşatmak, tüm canları güven içinde bırakma potansiyeli taşır. Aynı şekilde, “sanki tüm insanları öldürmüş gibi olur” ifadesi de masum birini öldürmenin yalnızca o kişiye değil, toplumun tamamına yönelen bir tehdit taşıdığını, tüm canları tehlikeye atabilecek bir zincirleme yıkım başlatabileceğini gösterir. 

Kur’an’da “bir can”, biyolojik bir varlıktan öte; yaratılışın taşıyıcısı ve ahlaki emanetin sahibidir. Bu nedenle fıtrata aykırı şekilde bir masumu öldürmek, yaratılış düzenine saldırı niteliğindedir. Ayetteki büyüklük, fiilin yaygın etkisine değil, ihlal edilen fıtrî sınıra dayanır. Taberî’nin de vurguladığı gibi, bu fiil günah yönüyle tüm insanlığı yok etmeye denk bir vebal taşır. 

  1. Ayette Geçen فســاد في الأرض Ne Anlama Gelir? 

Türkçede de Arapçadaki şekliyle kullanılan “fesat” kelimesi, sözlük anlamıyla “bozmak” ve “tahrip etmek”tir. Terim olarak ise kötü niyetli, düzensiz ve zararlı davranışları tanımlar. Genellikle bireysel değil, toplumsal ölçekte bozulmaları ifade eder.

Mâide 32. ayette geçen “fesad fi’l-ard” (yeryüzünde bozgunculuk), klasik tefsir kaynaklarında şu anlamlarda açıklanır: Allah’a ve Resûlü’ne savaş açmak, yol kesmek, toplumda korku salmak, anarşi çıkarmak. Bu bağlamda Kur’an’daki “yeryüzünde fesat çıkarmak” ifadesi, yalnızca bir suç isnadı değil; toplumsal düzene, fıtrî dengeye ve ahlaki emanetin inkârına karşı yöneltilmiş ilahi bir uyarıdır. Bu uyarı, failin sadece niyetini değil, aynı zamanda toplumun güvenliğini ve sosyal yapının bütünlüğünü dikkate alan bir cezai denge üzerine kuruludur. 

Ayetin sonunda İsrailoğulları’nın tarihsel tecrübeleri ve ilahi uyarılara rağmen sürdürdükleri taşkınlıklar şu ifadeyle aktarılır: 

“Elçilerimiz onlara apaçık belgelerle geldi; fakat yine de onlardan birçoğu yeryüzünde fesat çıkarmaya, taşkınlık yapmaya devam etti.”  

İmam Taberî, bu ayetin sonunda geçen “israf” kavramını, itikadî ve ahlaki ihlaller bağlamında yorumlar. Buna göre bu kişiler Allah’a karşı gelmekte, emir ve yasakları hiçe saymakta, peygamberlere direnmekte ve vahyin rehberliğini değil, kendi arzularını izlemektedirler. Bu davranışlar yalnızca bireysel günahlar değil; aynı zamanda toplumun huzuruna ve ilahi düzene yönelik açık bir bozgunculuk türüdür. Dolayısıyla Kur’an’daki “yeryüzünde fesat çıkarmak” ifadesi, sadece bir suç tanımı değil; fıtrî dengeyi ve ahlaki emaneti tehdit eden kapsamlı bir ilahi uyarıdır. 

Cinayet ve Toplumsal Fesat Fiilinin İlahi Karşılığı Nedir?

Önceki ayetlerde anlatılan Hâbil–Kâbil kıssasına yapılan atıfla, ilk cinayetin ardından gelen ilahî ceza bu bölümde açıklanır. Söz konusu hüküm, Tevrat’ta yer alan ve İsrailoğullarının da uymakla yükümlü oldukları bir kuralı açıklar:

“Allah ve Resûlü ile savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası; öldürülmek, asılmak, elleri ve ayaklarının çapraz biçimde kesilmesi veya sürgün edilmektir...” (Mâide, 33)

Bu ayette belirtildiği üzere, öldüren öldürülür (kısas). Adalet ancak böyle sağlanır. Toplum düzeni bu şekilde sağlanır. Dolayısıyla burada da görüldüğü üzere İslam’daki öldürme cezaları, intikam amacıyla değil; caydırıcı, adalet sağlayıcı ve toplumu koruyucu bir mekanizma olarak sunulmaktadır. Çünkü bunlar sadece suçlu değil, fıtri düzene ve vahyi otoriteye saldıran kişilerdir. 

Cezaların Listesi 

İmam Taberî, ayette geçen; öldürülme (القتل), asılma (الصلب), çapraz uzuv kesme (الأيدي والأرجل من خلاف), sürgün (النفي من الأرض) cezalarını “dünyada tek geçerli ceza biçimi” olarak niteler. Çünkü bu cezalar, toplumun huzurunu tehdit eden ağır suçlara karşı, caydırıcı ve örnek nitelikte hükümlerdir. Nasıl uygulanacakları ise ilgili fıkıh kaynaklarında detaylı biçimde yer alır. Burada özellikle vurgulanması gereken nokta şudur: Kur’an’da ilahî hüküm, yalnızca failin işlediği fiili değil, o fiilin topluma verdiği zararın genişliğini gözeterek belirlenir. Zira Kur’an’da ceza sistemi, yalnızca fiziksel bir yaptırım değil; ahlaki temizlik ve toplumsal onarım amacı güden bir düzenleme biçimidir. 

Bu hüküm bugün geçerli olmalı mıdır? Yoksa yalnız nasihat yeterli midir? 

Yeryüzünde fesat çıkaranlara yalnızca nasihat etmenin yeterli olmayacağını Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetin tefsirinde son derece zarif bir biçimde şu sözlerle açıklar: 

“İnsan öldürmek, gerçekte büyük bir zulüm; telafisi imkânsız bir hüsran ve pişmanlığın doğurduğu derin bir cinayettir. Gerçek bir insanlık bilinciyle yaşayan herkesin bu fiilden titizlikle sakınması gerekir. Ne var ki insanlık tarihinde bu zulüm tekrar eden bir eylem olmuştur.” 

Nitekim Hz. Âdem’in iki oğlundan biri, kardeşine karşı bu hazin suçu işlemiş; böylece ilk cinayet, insanlık vicdanında derin izler bırakmıştır. Üstelik bu fiil, klasik bir menfaat arzusundan değil; zarar verme arzusu, kıskançlık ve nefsanî taşkınlık gibi karanlık duygulardan doğmuştur. 

Bu taşkınlık, sıradan bir öfke patlaması değil; Allah’a sunulan kurban ibadetinin kabul edilmesi gibi bir mesele üzerinden ortaya çıkan yoğun bir hasedin ürünüdür. Öyle ki, Kâbil’in karşısına çıkarılan takva dolu öğütler, barış ve hayır çağrıları onu etkilememiş; bilakis cinayetinin gerekçesi hâline gelmiştir. 

O güzel kardeşi, elini kaldırmayan, hiçbir tehdit oluşturmayan ve yalnızca insanca bir kardeşlik arzusu taşıyan bir yaklaşım sergilemiştir. Buna rağmen zalim kardeş, ona “Seni öldürmek ne kolay ne tatlıymış” diyerek saldırmış ve onu haksız yere öldürmüştür. Sonunda bu eylemin getirdiği zarara ve pişmanlığa sürüklenmiş, Allah’ın emriyle bir kargadan ders alacak kadar alçalmış, karganın hareketlerini izleyerek eyvahlar içinde nedametler yaşamıştır. 

Hâbil ile Kâbil’in kıssası, cinayetin insanlara tarafından sıradanlaşma eğilimini gösterdiği gibi, cinayeti kolaylaştıran ruh hâlini de net biçimde ortaya koymaktadır. Kâbil’in içinde büyüttüğü haset, nefsanî dürtüler buna mukabil Hâbil’in ona karşı koymayan mazlum halleri bunun en açık örneğidir.

Özellikle İsrailoğulları’nda öldürmeye ve bozgunculuk çıkarmaya yatkın bu teşvik edici ruh hâli yaygın olduğundan, onlara yönelik daha sert hükümler inzal edilmiştir. Bu kapsamda hem “kısas” hem de “yeryüzünde fesat” suçuna karşı idam cezaları farz kılınmıştır. Ayette vurgulandığı üzere, bir ferdin hayatı, toplumun hayatı kadar kıymetlidir; bir ferdin kurtarılması, tüm toplumun kurtarılması anlamındadır. 

Elmalılı’dan özetlediğimiz bu tespitlerin doğruluğu, günümüzde çevremizde gerçekleşen acı hadiselerde apaçık biçimde kendini göstermektedir. Zalime karşı nasihat vermek, uluslararası kurumların veto kararları ve diplomatik söylemler, çoğu zaman adaleti tesis etmek yerine zulmü kurumsallaştırmaktadır. 

Gazze üzerine yağan bombalar, Hindistan’da Müslümanların uğradığı aşağılamalar, sadece siyasî değil; insanlığın fıtratına karşı işlenen suçlardır. Bu vahşetlere karşı İslam ümmetinin büyük kısmı maalesef sadece kınama bildirmekle yetinmektedir. Sessiz kalmak, kimi zaman zulmün diline eklenen yeni bir kelimeye dönüşür. Bu sebeple Kur’an’ın canın kıymetini önceleyen emirleri, sadece ferdî sorumluluğu değil, toplumsal uyanışı da gerekli kılar. Bu en büyük zulüm, durdurulmadığında yeni suçları doğurur; çünkü cezasız kalan kötülük, örnek olmaya başlar.

Ağustos 2025, sayfa no: 21-22-23

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak