Ara

O HAZRET-İ SÂMÎ’DİR

O HAZRET-İ SÂMÎ’DİR Doğumu: Adana 1892 Vefâtı: Medine-i Münevvere 10 Cumâde’l-ûlâ 1404 H 12 Şubat 1984 Saat 04:30   Hattat Ali Hüsrevoğlu ile Mahmud Sâmî Efendi (ks) Hazretlerini konuştuk.   İlk olarak Sâmî Efendi (ks) Hazretlerini okurlarımız için kısaca tanıtır mısınız? Uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli idi. Sakalı seyrek olup bir tutamı geçmezdi. Saçları kıvırcık, gözleri elâ bir nûr-i mücessemdi. Mehâbet ve derinliğinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kābil olmazdı. Etrâfa zıyâlar saçan gözleriyle karşı karşıya gelen ürperir, titrerdi. Hattâ bakışlarından etkilenip cezbeye kapılanlar olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Saçlarını ya tamâmen traş eder veya kulak memelerine kadar uzatırdı.   İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamladı. Yüksek tahsilini İstanbul Daru’l-fünûnu Hukuk Mektebinde birincilikle bitirdi. Askerliğini yedek subay olarak İstanbul’da yaptı. Çanakkale savaşlarına katıldı. Agamemnon Zırhlısını boğazın sularına gömen mermi Seyyid Çavuş tarafından namluya sürülürken ve nişan alınırken başında bulundu.   Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamladıktan sonra mânevî ilimlere başladı. Fıtrî istidâdı sebebiyle mâneviyâta meyletti. Bir süre Gümüşhânevî dergâhında feyz aradı. Daha sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftisi Fuad Efendi'nin babası Rüşdi Efendi’nin delâletiyle Kelâmî dergâh-ı şerîfi postnişîni Muhammed Es’ad Erbilî kuddisesirruh hazretlerine intisâb edip kısa sürede seyr u sülûkunu ikmâl edip irşadla görevlendirilerek memleketi Adana’ya gönderildi.   1951 de İstanbul’a geldi. İki yıl kadar İstanbul’da kaldıktan sonra 1953’de önce hacca, sonra dönüş yolunda arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi ile Şam’a geldi ve dokuz ay kadar orada kaldı. Tekrar İstanbul’a döndü. Önce Bayezid Laleli’de, sonra Erenköy’de ikâmet etti. Bu gelişlerinde zevce-i muhteremeleri vâlide hanıma, “İstanbul’a tekrar geldik. Fakat bizim gönlümüz Medîne’de atıyor. İnşâallah âhir ömrümüzde oraya hicreti arzu ederiz” buyurdular.   Tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana Ulu Camii'nde vaazlar ve evlerde husûsî sohbetlerine devâm etti. Bir yandan da maîşetlerini temin için bir kereste ticârethânesinin muhasebesini tutuyordu. Babasından ve âilesinden kendisine intikâl eden büyük servetten hiçbir şey almamış ve “hiç kimse kendi kazancından daha temiz hiçbir şey yememiştir” (Buhârî) hadîs-i şerîfi gereğince kendi kazancıyla geçinmeyi tercih etmiştir.   Adana'da iken bir kereste ticârethânesinin muhasebesine bakarak maîşetini temin ediyordu. İstanbul’da da onbeş sene kadar Tahtakale’de Kayserili Mustafa Alemdar Bey’in ticârethânesinin muhasebesini tutmaya devâm ettiler.   Bir Allah dostu, Mürşid-i Kâmil olarak Sâmi Efendi'yi anlatabilir misiniz bize? Bazı genellemelerle konuya girmek istiyorum. Öncelikle, anlatmaya çalıştığımız zât bütün yönleriyle mümtaz ve müstesnâ bir yüksek şahsiyet. Bu muhteşem âbide hakkında konuşmak için bir şekilde ona yaklaşmak, hâllerinden nasibdâr olmak, onun gerçek dilini anlamak gerekir. Okuyucularımız lütfen bu fakîri bu vasıflardan muaf tutsunlar. Belki konu içinde iyi niyetle büyük hatâlar yapacağız. Doğru bir şeyi anlatmak için yanlış yapacağız. Bütün bunlardan dolayı şimdiden af diliyorum.   Peygamberleri incelemeye başladığımız zaman önce her birinin özelliklerini, nâil kılındıkları mucize ve ilâhî yardımları gözden geçiririz, sonra haddimiz olup olmadığını düşünmeden, çoğu kere de unutarak birbirleriyle mukâyese etmeğe, kimini diğerinden üstün veya noksan görmeğe kalkarız. Konu canlar cânı Peygamber Efendimiz’e gelince de Kur’ân’ın tümüne dayanarak O’nun bütün peygamberlere verilen meziyetlerin tümüne sâhib olduktan öte onlarda olmayan bazı özelliklere de sâhib olduğunu söyleriz. Bu bir abartı değildir. Gerçeğin ta kendisidir.   Muhterem Üstaz’ı emsâliyle mukayese ettiğimiz zaman da karşımıza böyle bir gerçek çıkıyor. Bunu anlamak için birkaç noktayı gözönüne getirelim: Hayâta başladığı yıllarda külü göğe savrulan bir devlet-i âliyye. Şu anda altmış kadar devletin barındığı toprakların bir bir düşüşü. Buna ilâve olarak bir avuç kadar Anadolu’nun bölge bölge işgali. Fransız işgalini fiilen Adana’da yaşamanın verdiği burukluk. İstiklâl harbi, sonra Osmanlı’dan kalan topraklardan yalnızca Anadolu sınırları içinde kurulan minik bir devlet. Şimdi gözümüze kendimizi teselli için büyük görünebilir. Üç kıta yedi deniz çocuğunun gözüyle bakmaya çalışıyorum. Sonra şu aziz ve garip vatanda merhum Necip Fazıl’ın ifâdesiyle “işgâl kuvvetlerine parmak ısırtan” ve bu satırların yazarına göre şu ana kadar hiç eksilmeden devâm eden zulüm zulüm ve zulüm. Kısa ifâdesiyle vatanı düşmandan temizleyen vatan evlâdının sanık sandalyesinden bir türlü kurtulamaması.   Ancak bütün bu olumsuzlukları akla gelen-gelmeyen bütün yönleriyle gören bir Hak dostu acaba ne yapıyor? Ne düşünüyor? Bunu anlamaya çalışalım: Önce Cenâb-ı Hakk’ın ona ihsân ettiği bütün kâbiliyetleri O’nun hizmetine adıyor: İstanbul’a gelmeden on yıl kadar Adana’da kalıyor. Sonra İstanbul’a geliyor. Sonra altı ay kadar yurt dışında kalıyor. Sonra tekrar İstanbul’a dönüyor. En rahat gibi görünen dönemlerde de en fazla ihtiyâta dikkat ederek irşâd hayâtını devâm ettiriyor. Bunu anlatmak için kocaman bir kitap yazmak lazım. Bir mülâkâtın içine sığmaz. Ancak birkaç not düşelim:   Karşısına gelen bir kimse, hangi cinsten, hangi yaştan, hangi meslekten, hangi ülkeden olursa olsun onun muhakkak ondan alacağı bir şey vardı: Onun bir sohbetinde bulunan veya ondan bir tavsiye arzu eden muhakkak içinde bulunduğu duruma en uygun ve de en isâbetli cevâbı alırdı. Onun huzûruna gelen bir insan ne kadar hatâlı, ne kadar günahkâr, ne kadar sıradan bir kimse olursa olsun oradan ayrılırken muhakak içinde bir ışık, bir sevgi, hakka bağlılık duygusuyla ayrılmalı, daha fazla artan bir arzu ile yine gelmeliydi. Bunun için hem Hakk’ın emrini olduğu gibi anlatmak, hem de gönüllerde bir incinmeye sebeb olmamak onun en hassas olduğu noktalardan idi. Bu sebeple çoğu kere sözü bir hikâye ile, yaşanan bir vâkıa ile, bir misâl getirerek anlatır, muhatabının anlamasına yardımcı olurdu. Meselâ anlattığı konuyu anlamayan birine, anlatmak istediği konuya vesîle yaptığı hikâyeyi farklı aralıklarla onbeş sene süreyle anlatmaya devam ettiğini ilgili kimsenin kendinden dinlemiştim. Aynen şöyle dedi: “Bana anlatmak istediği konuyu anlamamışım. Ben anlayıncaya kadar onbeş sene bakkal hikâyesini bana sabırla anlatmaya devam etti. O hikâye de şudur:   Bir mahallede dükkânı bulunan Hatem-i Esamm meşrebli bir bakkal amca, çocukların ve bâzı açıkgözlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, bâzı silik ve kalp paraları vermeleri durumunda hatâlarını yüzlerine vurmamak için onları gerçek para gibi kabul edip istediklerini verir, bir yandan silik paralar piyasadan azalırken bir yandan bu kimse onları boş çevirmemenin mutluluğunu yaşarmış. Bir gün her fânî gibi onun da son vakti yaklaştığında kızını çağırmış ve "yavrum, şu dolaptaki keseyi getirir misin?" demiş. Son nefeslerini soluduğu anlarda keseyi eline almış, Cenâb-ı Hakk’a ellerini açmış: "Yâ Rabbi, kulların kalp ve silik paralarla bana gelip ihtiyaçlarını aldılar, ben onların hatâlarını yüzlerine vurmadım. Şimdi ben de senin huzûruna geliyorum. Benim kalp amellerimi yüzüme vurma ve beni affet." Sohbette bunu kendi uslûbuyla anlattığı zaman ne kimse kırılır, ne darılırdı. Herkes alması gerekeni anlar ve alırdı.   Kur’ân-ı Kerîm dâima önünde açık gibiydi. Anlattığı konu ile ilgili âyet-i kerimeler birbiri ardınca inci gibi dizilir, fakat o gün anlatılması gerekenler yalnızca kırkbeş dakîka içinde dürülür, o kırkbeş dakîkalık sohbetin bereketi, alan için bir ömür boyu sürerdi. “Bir insanın dinleme kâbiliyeti bu kadardır” der ve bu süreyi aşmamaya dikkat ederdi. Yolunda olduğu büyük sahabi Ebu Bekr Sıddıyk da gönderdiği kumandanlara tâlimâtında böyle derdi: “Uzun konuşursanız, sonra söyledikleriniz önce söylediklerinizi unutturur.” O takdirde önce söyledikleriniz boşa gider. Ölçü taşınca söylenenler tersine dönebilir. Sevgi biter, nefret başlar. Dinleyenleri buna mecbûr etmemek lazımdır.   Onu denemek isteyenler olurdu. Kayseri civârında bir ilçede sohbet ederken birisi, “eğer bu adam gerçek velî ise bunu bilir” diyerek bir bahçeden çaldığı elmaları getirip hediye diyerek önüne koyar. O, onlardan bir lokma bile yemez, başka yaratıklara verilmesini söyler.   Helâl lokma hayâtının ve insanlarla muamelesinin eksenidir. Ağzına koyduğu lokma muhakkak sûrette helâl ve tayyib olmalıdır. Tayyib, gönül rızâsıyla hazırlanan ve hiç kiri bulunmayan helâl demek. Bir dükkânda kendisiyle görüşmeye gelen bir kimseye “Bir kâğıt çıkar, söyleyeceklerimi yaz” dediğinde o kimse masadaki kâğıtlardan birini alıp yazacak olunca, o kâğıtların kendisine âid olmadığını söyler, dükkân sâhibinden izin alıp almadığını sorar. Görüşen kimseyi kendine âid olmayan bir kâğıt parçasını sâhibinin izni olmadan kullanmaması yönünde uyarır.   “Sözleşildiği saatte buluşma yerine gelmemek de kul hakkıdır.” derdi. Eğer saat 11’de sözleşilmişse beş dakika geç gelmek ve özür dilememek kul hakkına tecâvüzdür. Çocukların dahi ellerinde cep telefonunun bulunduğu şu dönemde bunu bilmeyen binlerce kimse bulunuyor. Trafik vardı, kaza olmuş, yol kapalıydı diyor. Bilgi verme ihtiyâcı duymuyor. Saatinde gelip de bekleyen kimse suçlu oluyor, o özür diliyor.   Kendisini hiçbir zaman bir makamda görmezdi. Allâh’ın istisnasız bütün mahlûkātının en sonuncusu olarak görürdü. Hazret-i Nakşbend’in “Bir insan kendini bütün mahlûkātın ednâsı olarak görmedikçe, hattâ kendi nefsini fir’avnun nefsinden yetmiş kat aşağı görmedikçe bu yoldan istifâde edemez” sözüne tam tamına inanmıştı. Devamla “Kendi nefsimle fir’avnun nefsini mukâyese ettim, onda faydalanacak şey buldum, kendimde bulamadım” sözünü benimsemişti. Çünkü eğer alınırsa onda ibret vardır, fakat insan kendi nefsine bunu kabûl ettiremez.   Bize bu abartılı gelen prensibi derinlemesine inceleyecek olursak doğrudan Kur’ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerle karşı karşıya geliriz. Bu konu ile ilgili birkaç önemli husûsa dikkat çekmek isterim: Önce hiç kimsenin aleyhinde bulunduğu görülmemiştir. Hiçkimse için, “benim yaptığım onunkinden daha doğru” şeklinde bir tavır içinde olmamıştır. Hak uğrunda çalışan, bu ümmete hangi yönden olursa olsun bir şekilde faydalı olmaya çalışan, bunda samîmi olan her müslümana duâ ederdi. Kesinlikle 'kendisinin cennetteki yeri ayrılmış, başkaları ateşte' gibi bir inanç ve tavır içinde değildi. Hatta kendisinin “şeyh” olması veya bu tarzda söz edilmesinden ciddî şekilde rahatsız olur, “biz Allâh’ın herhangi bir kuluyuz” derdi. Onu bâzen bir ağlama tutar, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ederdi: “Yâ Rabbi, kulların fakîre hüsn-i zanlarından dolayı böyle söylüyorlar. Bundan ötürü beni muâhaze etme. Ben senin âciz bir kulunum”.   Mübareğin diğer âlimler ve Allah dostlarıyla münâsebetleri nasıldı? Bir insan kendini bir kimseden büyük görürse onun ayağına gitmez. O bana gelsin diye düşünür. Hâlbuki bu Hak dostu kendisini hiç kimseden büyük görmemiş ve bütün bayramlarda ve mübârek günlerde ümmete faydalı olduğuna inandığı kim varsa istisnâsız hepsinin ziyâretine gitmiştir. Bu ilk bakışta “tevâzu” terimiyle yorumlanabilir. Fakat tevâzu, kibirli kimselerin gösterebileceği bir fazîlettir. Onda kibir diye bir şey yoktu ki tevâzu göstersin. Bunu, gâyet tabiî olarak, olabildiğince sâdelik ve samîmiyetle yapardı.   Bu arada, gidilmemesi gereken kimselere de giderdi. Bunlardan birisi, bu Hak dostundaki bu ihlâsı ve samîmiyeti anlamaz, bu ziyâretleri bir talebenin hocasına gelmesi şeklinde yorumlardı. Bütün bayramlarda ona da gitmeye devâm etti. Sonunda o kimse “Fazîlet buna denir. Bizi mahcûb ettiniz. Biz bu kadar sene size bir kere gelmeyi akıl etmedik, fakat siz bunu aksatmadan yaptınız.” der. Bir defâsında bu kimse ona mânevî ders telkin etme basîretsizliğinde bulunur. Ona cevâbı da: “Şu anda böyle bir iş için mânevî işâret yok. Olursa gelip zât-ı âlînizden ders alırım.”   Peki sevenlerine ve evlâtlarına muamelesi nasıldı? Yarım asrı aşan irşâd hayâtında hiçbir kimseye “gel benden ders al, şunu yap, şunu yapmazsan helâk olursun, sakal bırak, şöyle giyin” gibi bir şey dememiştir. “Bütün hastalıkların merkezi kâlbdir. Orası düzelmeden hiçbir şey düzelmez” der ve işe oradan başlardı. İnsanın kâlbi bir şeye inanmıyor da şu işe kendini zorluyorsa bunun ne anlamı, ne sevâbı olabilir? Meselâ insan namazın farziyetine ve faydalarına inanmıyor, kâlbinde niyet yok, namaz hareketlerini yapıyor görünüyor. Bu kimse namaz kılmış olur mu? Önce insan, önce bilgi ve eğitim, önce yüksek ahlâk ve şahsiyet, sonra diğer konular. Muhterem Üstaz da işe insandan ve insanın merkezi olan kâlbden başlamış, sayısız Hak dostu yetiştirmiş ve üzerine düşen vazîfeyi mükemmel yaptıktan sonra Hakk’a yürümüştür. Feyzi biiznillâh devâm etmektedir ve edecektir.  

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak