Ara

Nübüvvetin En Büyük Mûcizelerinden Biri Sahabe Nesli

Muhammed Emin Yıldırım

 Mûcize kelimesi “acz” kökünden ve if’al vezninden ism-i fâil olup mânâsı “insanı âciz bırakan iş”demektir.[1] Kur’ân içerisinde “acz” kökünden gelen çeşitli fiil ve sıfat kalıpları ile birçok kullanım olmasına rağmen, “mûcize” kelimesi bilinen anlamı ile hiç geçmemektedir. Yine Hadislerin Arapça metinlerinde de “mûcize” kelimesine rastlayamıyoruz. Bu kelimenin İslâm ilim târihinde ilk kullanılmaya başlandığı dönemi bâzı araştırmacılar Hicrî 4. yüzyıl olarak gösterirler.[2] Öyleyse bugün gerek Kur’ân meâllerinde, gerek Hadis tercümelerinde “mûcize” diye okuduğumuz yüzlerce ifâdenin aslı hangi kelimedir? Bu sorunun cevâbını bulmak için Kur’ân ve Hadislere mürâcaat ettiğimizde “âyet ya da çoğul olarak âyât, beyyine, burhan, sultan, hak, veya furkan” kelimelerinin kullanıldığını görmekteyiz. Bugün mûcize dendiği zaman ilk akla gelen Hz. Sâlih’in dişi devesi,[3] Hz. Mûsâ’nın asâsı ve bembeyaz eli,[4] Hz. Îsâ’nın gösterdiği nice olağanüstü işler[5] ve diğer birçok peygamberin harikulâde hâdiseleri Kur’ân içerisinde hep “âyet veya ‘âyât” şeklinde ifâde bulmaktadır.   Sözlük anlamı “insanı âciz bırakan iş” olarak beyân edilen mûcize kelimesinin genel mânâda târifi ise şöyle yapılır: “Peygamberlerin nübüvvetlerinin doğruluğunu teyit etmek için Allah tarafından elçilerine bahşedilen harikulâde (âdet üstü) işlere mûcize denir.”[6] Bu târif gereği, mûcize dendiği zaman akıllara hemen âdet üstü, olağan dışı ve harikulâde işler gelmektedir. Ama bugün bizim için artık sıradanlaşan, her gün gördüğümüz için alıştığımız nice şeyler de beşer olarak bizleri âciz bırakmaktadır. Eğer etrâfımızdaki binlerce şey karşısında böyle âciz kalıyorsak, yine bir beşer olarak bunların en küçüğünü dahi ortaya koymamız imkân dâhilinde değilse, demek ki bizler binler mûcizenin ortasında bir hayat sürmekteyiz.   Eğer Kur’ân’ın ilk ve önemli mesajı olan ikra/oku emrine uyup etrâfımızdaki enfüsî ve âfâkî âyetleri okuyabilirsek her birinin birer mûcize olduğunu ikrâr etmez miyiz? Başta nefislerimiz olmak üzere etrâfımızdaki binlerce şey, üzerinde tefekkür ettiğimiz zaman bizleri âciz bırakıp “Sübhânallâh”dedirtecek boyutta birer mûcize değil midir? İnsanın parmak uçlarında saklı olan özel kimlik kartından tutun, göz retinalarına; genetik haritasından, bünyesinde saklı binlerce hücresine; saç ve sakal tellerinden, tırnaklarına; bir damla su ile başlayan hayat yolculuğundan, anne karnındaki dokuz aylık evrelerine; beynine kodlanan bilgilerden, doğar doğmaz kendisine takdim edilen anne sütünün içeriğine, saymakla bitiremeyeceğimiz yüzlerce şey birer mûcize değil midir?   Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli genişleyen evrenden, semâların katmanlarına; güneşin, ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çekim gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce bilinen ve bilinmeyen hayatlardan, gece ve gündüzün peşi sıra birbirlerini tâkip etmelerine; ağaç ve bitkilerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce canlıya; hepsi birer mûcize değil mi? Elbette bunların hepsi birer mûcizedir ve bunları doğru bir şekilde okuyup, bu nimetleri kendilerine musahhar kılan otorite karşısında iki büklüm olup O’nun yüceliğini, kendisinin ise acziyetini itirâf edecek kullar beklemektedir. Hâl böyle olmasına rağmen yine de insan artık her gün gördüğü için alıştığı, kendisi için sıradanlaşan bu şeylerle değil, âdet üstü bâzı olaylarla tatmin olmak istemekte, daha açık işâretleri müşahede etme arzusuna girmektedir. İnsanın böyle bir beklenti içerisinde olduğunu elbette bilen Rabbimiz işte bunun için, târifi mümkün olmayan rahmetinin bir gereği olarak insana, harikulâde sayılabilecek bâzı açık işâretler taşıyan mûcizelerini, elçilerinin aracılığı ile göndermiştir.   Rabbimiz gönderdiği bu mûcizeleri peygamberlerinin eliyle, ilâhî mesaja muhatap olan belli topluluklara ulaştırırken, bunlar amaçsız ve gâyesiz bir şekilde değil, belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkmaktadır. Yâni hiçbir mûcize amaçsız değildir; her birinin gündeme gelmesinin bir zemîni vardır. Bu gözle mûcizelere baktığımızda, Rabbimizin mûcizeleri göndermesinin üç temel amacının olduğunu görürüz. Bunlardan ilki;hidâyet vesîlesi olması içindir. İkincisi; helâk’e meşrû bir sebep olması için, yâni itiraz kapılarını tamâmen kapatmak içindir. Üçüncüsü ise; elçilere ve onlara îmân edenlere bir nusret/yardım olması içindir.[7] İşte bu üç temel amaçtan dolayı Rabbimiz gönderdiği elçilere ilâhî bir ikram olsun diye çeşitli mûcizeler bahşetmiştir.   Peki bu ikrâm-ı ilâhiyeler idrâk edilmeleri itibâriyle hep aynı nitelikte midir? Elbette ki hayır! Birçok kelâm âlimimiz bu yönüyle de mûcizeleri üçe ayırır. Onlara göre bu ilâhî ikramlar bâzen hissî olabilir; yaşanan zaman ve mekân ile sınırlı kalabilir. Bâzen yakın ve uzak gelecekte olacak bâzı hâdiselerin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgiler içerebilir. Bâzen de aklî olabilir, buna bilgi mûcizesi de denir; zaman ve mekân üstü bir muhtevâ taşıyabilir; ilk gün mûcize olduğu gibi, son güne kadar da mûcize olma özelliğini devâm ettirir.[8]   Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Efendimiz’in (sav) hayâtında bu üç mûcize çeşidine de rastlamak mümkündür. Ama O’na (sav) bahşedilen en büyük mûcize, hattâ diğer birçok şeyi gölgede bırakıp tek ve tartışılmaz bir hâl alacak olan mûcize elbette Kur’ân’dan başka bir şey değildir.   İlâhî vahyin Allah Resûlü’ne verilmiş en büyük mûcize olduğuna herhalde hiç kimsenin itirâzı olmayacaktır. Ama bu noktada şu soruyu sorma hakkımız vardır: “Kur’ân’ı en büyük mûcize kılan özellik nedir?” Bu soru çok önemlidir ve doğru cevaplar bulmamız bize ilâhî kelâmın kıymetini öğretecek niteliktedir.Kur’ân’ın bir değil, binlerce mûcizesi vardır.   Meselâ, 23 yıllık bir zaman diliminde tedrîcen inmesine rağmen içerisinde hiçbir çelişkinin olmaması; lafız-mânâ dengesinin insanı hayretler içerisinde bırakacak boyutta olması; mesajları ile toplumun her kesimine hitâb etmesi; akılları iknâ ederken yürekleri de tatmin etmesi; belli bir zamandan ve belli muhataplara konuşmasına rağmen evrenselliğini muhafaza ediyor olması; nazım, nağme ve tenâsübü ile işitenleri âdetâ büyülemesi; korunmuşluğu, eşsiz belağat ve fesahati, söz sultanlarına söz söylemeyi bıraktıracak kadar sözü yerinde ve güzel kullanması ve daha neler neler onun mûcizelerinden sâdece birkaçıdır. Bu sayılanların yanında Kur’ân’ın en büyük mûcizelerinden biri de hiç şüphesiz inşâ ettiği ilk ve örnek nesil olan sahabedir. Dolayısıyla sahabe, Efendimiz’in (sav), Kur’ân’ın elmas kılıcı ile oluşturduğu mûcize bir nesildir.   Sahabenin nasıl mûcizevî bir nesil olduğunu bize, Fıkıh usûlü sahasında kaleme aldığı “En-vârü’l-burûk fî envâi’l-furûk” adlı eseriyle haklı bir otorite kazanan Mâlikî Fakîhi el-Karâfî (ö. 684/1285) şöyle belirtir:“Ve kâle ba’du’l-usûliyyin, lev lem yekün li Resûlillâhi sallallâhu aleyhi ve selleme mü’cizetün illâ ashâbehü, le kefevhü fî isbâti nübüvvetihi.” Yâni;“Bazı usûl âlimleri derler ki: Eğer Efendimiz’in nübüvvetinin delîli olarak sahabe neslinden başka hiçbir şey ortada olmasaydı, sahabenin varlığı bile tek başına buna delil olmak için yeterdi.”[9]   Dolayısıyla şu iddiayı rahatlıkla dile getirebiliriz: “Nübüvvetin en büyük mûcizesi Kur’ân, Kur’ân’ın en büyük mûcizelerinden biri de sahabe neslidir.”   Peki böyle bir iddianın bizim dünyâmıza bakan bir yönü var mıdır? Sahabenin mûcize bir nesil olduğunu söylemek bugünün dünyâsında bize nasıl bir fayda sağlayacaktır? İşte asıl cevâbını bulmamız gereken sorular bunlardır ve bu sorulara bulacağımız cevaplar zihin dünyâmızı aydınlatacak ve bize birçok açıdan olumlu katkılarda bulunacaktır.   Efendimiz (sav) câhiliyenin zifiri karanlığını vahyin nûru ile aydınlatmış, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar insanlığını unutmuş bir topluluktan, karıncayı incitmemeyi düşünen bir nesil ortaya çıkarmıştır. Kur’ân, içerisinde muhataplarını değiştiren ve geliştiren büyük bir potansiyel taşımaktadır. İşte bugün Kur’ân’ın dostlarından daha fazla, onun düşmanlarının farkında olduğu bir gerçek olan bu potansiyel, tüm canlılığı ile hâlen varlığını devam ettirmektedir.   Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin tamâmını dikkate aldığımızda; askerî, ekonomik, siyâsî ve teknolojik sahada egemen güçleri rahatsız edecek boyutta bir potansiyele ciddî oranda sâhip olunmamasına rağmen, yine de baş düşman olarak İslâm’ın görülmesi başka ne ile izah edilebilir ki? Onlar bizden, bizlerin nüfus itibâriyle çokluğundan ya da halkı Müslüman olan ülkelerin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının fazla olmasından ziyâde, elimizde olmasına rağmen farkına varamadığımız Kur’ân’ın bu muhteşem potansiyelinden dolayı korkuyorlar. Onlar çok iyi biliyorlar ki târihte bir kez olan, bir daha olur. Eğer târih eşkıyâdan sahabe, kâtilden velî, nesneden özne olan bir topluluğun Kur’ân’ın elmas kılıcı ile ortaya çıktığını yazmışsa ve 1500 yıldır da yazmaya devâm ediyorsa, onların İslâm’dan korkmalarını çok da yadırgamamak gerekiyor.   Bize düşen, bu büyük sermâyenin farkına varıp yeniden mûcizevî nesiller olmak ve böyle nesillerin ortaya çıkmasını sağlama adına gerekli gayretleri ortaya koymaktır.   Ancak böyle bir gayret bizi dünyâda izzete, âhirette ise cennete taşıyacaktır.   [1]İbn Faris, Mucemu Mekayis fi’l-Lûğa, s. 738-739  [2] Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslâm Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351  [3] Araf Sûresi, 7/73  [4] Araf Sûresi, 7/106-108; Hud Sûresi, 11/96; Kasas Sûresi, 28/31-32, 35  [5] Alî İmran Sûresi, 3/49-50  [6] Bâkıllanî, İ’câzü’l-Kur’ân, s.216; Zerkanî, Menahilü’l-İrfan, c.1, s.66  [7] Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslâm Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351  [8] A.g.e. s.350-352  [9] Karâfî, el-Furûk, c.4, s.1305

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak