Ara

Nefsimizi ve Neslimizi Islah

Nefsimizi ve Neslimizi Islah

Peygamber Efendimiz (sav) bizleri olumlu veya olumsuz gelişmelere yönelik olarak sıklıkla uyarmaktadır. Kötülükler karşısında alarma geçmemiz gerektiğini hadîs-i şerîflerinde şöyle hatırlatmaktadır: “İnsanlar fenâlıkları görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, çok geçmeden Allah Teâlâ onların başına umûmî bir belâ verir.” (İbn Mâce, Fiten 20) Bu hadîs gereğince iyi insan olmak iyiliği çoğaltmayı, iyilere destek olmayı ve iyilerin safında yer almayı gerekli kılmaktadır. İyiler tarafsız olamaz. İyilerin kötülerle ortak hareket etmesi bir yana kötülük karşısında sessiz kalması bile düşünülemez. İyilerin sessizliği kötülerin meydanı boş buldukları izlenimine yol açar ve kötülüklerini doludizgin işlemelerine sebebiyet verir.

Sağlıklı birey ve sağlıklı bir toplum hâline gelmek için Peygamber Efendimiz (sav); “Küçüklerimize şefkat etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayan kişi bizim yolumuzda değildir.” (Tirmizî, Birr 15) hatırlatmasında bulunmaktadır. Erdemli, bilgili, kültürlü ve seçkin insanların kötülükler karşısındaki sessizlikleri toplumda fenâlıkların artmasına ve suç oranının yükselmesine yol açar. İyiler aktif olmalı, saygın kişi olarak gördüklerimiz kanâat önderi olarak kötülüklere fırsat vermemeli.

Hak ve hakîkat söylenmediğinde, bâtılın karşısına çıkılmadığında, edepli ve erdemli kesimler en az edepsizler kadar aktif olmadığında toplumda dirlik ve düzen olmaz, cemiyetin seyri bozulur. Toplumsal duyarlılığımızın ölçüsünü Peygamber Efendimiz (sav) meşhur hadîs-i şerîflerinde şu şekilde beyan kılmaktadır: “Bir kötülük gören kişi eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmez ise kalbi ile (o kötülüğe) tavır koysun, (onu hoş görmesin). Ve bu da îmânın asgarî gereğidir.” (Ebû Dâvûd, Salât 239-242) Şu bir gerçek ki, sosyal sıkıntılarımız kötü insanların şiddetinden çok iyi insanların sessizliğinden kaynaklanmaktadır.

İşlenen kötülükler karşısında seyirci kalan iyilerin mâruz kalacakları acı sonu Peygamber Efendimiz (sav) şu hadîsiyle açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Aralarında günahlar işlenip durduğu halde bu günahları işleyenlerden daha güçlü ve onları engellemeye muktedir iken bunu yapmayan topluluğun hepsine birden Yüce Allah azap verir.” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 366) Müslüman duyarlı insandır, çevresindeki fenâlıklara rızā gösteremez. Bulunduğu ortamdaki yanlışlıklara tahammül edemez. İyi insanları destekler, iyi iş ve işlemlere katkı sağlar, iyilerin safında iyiliklerin çoğalması için organize olur ve çâreler arar.

Dünyâ genelinde gidişâtın tehlikeli bir boyut kazanması kötülük, şiddet, haksızlık ve ahlâkî değerlerden yoksunluğun küresel bir hâl almasından kaynaklanmaktadır. Gidişâtın korkunçluğu şiddet baronlarının güçlenmesinden çok erdemli toplumların kötülükler karşısında bir şey yapmamaları ve eli kolu bağlı bir şekilde beklemeleridir. Müslüman halkların silkinmesi, değerlerine sāhip çıkması, aralarındaki çürüklere fırsat vermemesi, toplumun ifsâdına tolerans göstermemesi, yapılan hatâlar ve yanlışları sîneye çekmemesi, ıslah politikasını sürdürmesi, yanlışlıklara dur demesi gerekmektedir.

Acı sondan kurtulmayı ve yaptığımız duāların kabûl olmasını Peygamber Efendimiz (sav) bizlerin safını belirlemesine bağlamakta ve şöyle seslenmektedir: “Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemîn ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duā edersiniz, fakat duānız kabûl edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169)

Birçok hadîs-i şerîflerinde ümmetinin gelecekteki kimi durumlarından haber veren Peygamber Efendimiz (sav) bir defasında: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o vakit mü’minin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “Niçin eriyecek ey Allâh’ın Resûlü?” diye sorduklarında Peygamber Efendimiz (sav): “Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için.” buyurdular (Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 686/8463).

Rabbimiz bizlere yaşam kalitesini şu âyetiyle ortaya koymaktadır: “Sālih amel­ler işleyip de, ben Allâh’a teslîm olan­lar­da­nım di­ye­rek in­san­la­rı Allâh’a çağıran kimseden da­ha gü­zel söz­lü kim olabi­lir!” (Fus­si­let, 41/33) Enes b. Mâlik (ra) bizlere insanlara İslâm’ı en güzel şekilde tebliğ edenlerin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakletmektedir: Rasûlullâh (sav) bir gün şöyle buyurdular: “Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehittirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehitler, onların Allah katındaki makamlarına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”

Ashâb-ı kirâm:

“Onlar kimlerdir ey Allâh’ın Resûlü!” diye sordular.

Allah Resûlü:

“Onlar Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasihatçi ve tebliğciler olarak dolaşırlar.”

Ben:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Pekiyi, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” dedim.

Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

“İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itāat edince Allah -azze ve celle- onları sever.” (el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. III, s. 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, c. I, s. 367; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. I, s. 126).

Samiha Ayverdi (ö. 1413/1993) torunuyla birlikte evinin yakınındaki parkta yürürken hafiften yağmur yağmaya başlar. Mev­sim sonbahardır, havalar serinlemiştir. Torununun üstünde ince bir ceket vardır. Yağmur damlaları irileşip sıklaşır. Samiha Hanım yağmurdan ıslanıp üşümemesi için, pardösüsünün bir kanadını, torunu Sinan’ın omuzlarına doğru örter. On iki yaşındaki torununun boyu anneannesinin boyuna gelmiştir.     

Yavaş yavaş yokuşu çıkarlarken, yukarıdan aşağı doğru inen dört-beş genç belirir. Bu sarmaş dolaş gelenleri görün­ce onlara ıslık çalmaya koyulurlar. Biri bitince öteki başlar. Bu çirkin mânâlı, hattâ saldırgan ıslıklar yüzünden adımlarını sıklaştırırlar. Aradaki mesâfe yaklaşır. Küstah gençler kenara çekilir gibi yaparlar. Sami­ha Hanım tam da üstlerine doğru yönelip, âdetâ önlerini keser ve “Beyler, size torunum Sinan’ı tanıtayım!” der ve sonra şöyle devâm eder:

“Her kuşun eti yenmez. Aslını bilmeden çok kötü bir harekette bulundunuz. Sizi hiç ilgilendirmeyen bir duruma müdâhale etmek size yakışır mı? Ayıp değil mi bu? Bakın bizim milletimiz Müslümandır, siz millî ve dînî değerlerimizi bilseydiniz böyle yapmazdınız. Olur olmaz durumda başkasına müdâhale edilmez. Ama kabahat sizin değil, biz bunları öğretmedik.” Gençler mahcup bir şekilde, başlarını öne eğip dinlerler (Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 133-134).

Samiha Hanım diliyle yaptığı îkazla yetinmez. Elleriyle de bir şeyler yapmak ister ve gençlere bir teklifte bulunur:

“Ben sizleri sevdim, evimiz buraya yakın, bir gün bize gelin, ben size ikramda bulunurum, bol bol konuşuruz.”

Bu samîmî tavırdan etkilenen gençler “geliriz” derler.

“Bakın ben verilen söze çok dikkat ederim, geleceğiniz günü ve saati söyleyin” diye sağlama bağlamak ister. Kararlaştırılır, ertesi günü okul sonrası söyledikleri saatte gelirler. Onlara küskün ve kırgın olmadığını göstermek için, çörekli börekli hayli zengin bir çay ikrâmı yapılır.

Samiha Hanım aslında onlara fazla kızmamıştır. Bu va­tan evlâtlarına ne verdik ki onlardan ne isteyelim diye düşünür. Gençlere, onları rencîde etmeyecek üslûpla tatlı bir sohbete girişir. Komşusu Nuran Hanım’ın ba­şına gelenleri anlatır. Kadıncağız elinde bir çiçek saksısı yürümektedir. Karşıdan erkekli-kızlı bir grup gelir. Kız­lardan biri Nuran Hanım’a yaklaşır, elindeki saksının al­tından bir yumruk sallar, saksı düşer ve kırılır. Topraklar bir tarafa, çiçekler bir tarafa dağılır. Bu çirkin hareketi bir mârifet sayan gençler de kahkaha atarak uzaklaşırlar.

Samiha Hanım şöyle devâm eder: “Bakın çocuklar, bizim dînimizde ve kültürümüzde şu vardır: Yoldan geçenler takılıp düşmesin diye yerdeki bir taş veya başka madde kaldırılıp kenara konur. Biz böyle bir inancın ve kültü­rün mîrasçısıyız. Ama bunu unutmuşuz. Bunlar bize öğretilseydi, gençler başkasına zarar verip, bir de bununla zevklenip kahkaha atmazlardı.” (Ayverdi, Kaybolan Anahtar, s. 204).

İnsanımızın daha fazla savrulmasını önlemek için Allah korkusunu vicdanlarda hâkim kılmamız gerekmektedir. Her nerede ve nasıl olursak olalım Allah’tan korkmamızı tavsiye eden Peygamber Efendimiz, insanlarla iyi geçinmemizi ve işlenen kötülüklerden sonra iyilik yapmamızı istemekte, yaptığımız iyiliklerin kötülükleri silip süpüreceğini haber vermektedir (Tirmizî, Birr 55).

Îmân edenler olarak bizlerin kendimize bakmamızı hatırlatan Rabbimiz, doğru yolda olduğumuz takdirde dalâlet ehlinin bize zarar veremeyeceği temînâtında bulunmaktadır. Hepimizin dönüşünün Allâh’a olacağını ve Kendisinin bize yaptıklarımızı haber vereceğini belirtmektedir (Mâide 5/105).

Hz. Ebû Bekir Sıddîk (ra) hutbelerinin birinde, Peygamber Efendimiz’den işittiği: “Eğer insanlar, bir kötülüğü görür de onu düzeltmezlerse Allah onları toptan cezâlandırır.” hadîsini nakledip (İbn Mâce, Fiten, 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 2) çevremizdeki olumsuzluklara karşı tepkisel tutum sergilememizi istemektedir.

Biz Muhammed ümmetini insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet olarak tanımlayan Rabbimiz, bizlerden iyiliği emredip kötülükten alıkoymamızı istemektedir (Âl-i İmrân 3/110).

Biz Müslümanlara kınayanların kınamasına aldırmadan her yerde doğruyu söylememizi telkîn eden Peygamber Efendimiz (sav), bir gün, iyiliği hatırlatıp kötülüğe engel olma konusunu anlatıyordu. Bunu şöyle bir örnekle açıkladı: Gemi yolcuları alt ve üst katlara yerleştiler. Geminin alt katında seyahat edenler, “Su ihtiyacımızı sağlamak için ikide bir yukarı çıkıyor, üsttekileri rahatsız ediyoruz. Geminin tabanından bir delik açıp suyu oradan alalım” diye konuştular. Bu durumda üst kattakiler onlara engel olmazsa, hepsi birden boğulup gider. Eğer onlara gemiyi delmenin yanlış olduğunu anlatırlarsa, hem kendilerini hem ötekilerini boğulmaktan kurtarırlar (Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30; Tirmizî, Fiten 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 268, 270).

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi kendisini toplumdan sorumlu hisseden bir tutum sergilediği şu örnek, bizler için güzel bir tablodur:

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp küfürler savurarak etrâfı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.

Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe bu duruma çok üzüldü. Hapishaneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam kefîl oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.

Durumu öğrenen genç, derhal İmâm’ın yanına koşup pişmanlık gözyaşları döktü. Artık içkiye tövbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve öğrenci olacağına söz verdi. Büyük İmam, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle:

“–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin bu şuurunu en güzel şekilde kavrayarak hayâtımıza tatbîk etmeye bugün o kadar çok muhtâcız ki!

İyilikle kötülüğün bir olmayacağını söyleyen Rabbimiz, mü’min olarak bizlerin kötülüğü en güzel bir şekilde önlememizi istemektedir. Kötülüğü önlemeye çalıştığımız zaman bizlere karşı düşmanlık sergileyen kimsenin zamanla candan bir dost hâline geleceği müjdesini vermektedir (Fussilet 41/34).

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’den nakledildiğine göre o şöyle demiştir: “Birisinin benim hakkımda kötü söz söylediğini birisi bana iletti. Ben ise o kötü sözü söyleyen kimse hakkında hep güzel sözler söyledim. Sonra ben gördüm ki o kimse de benim hakkımda iyi şeyler söylüyor.” Allah bize güzel ahlâk ile kötü ahlâkın bir olmadığını beyân etmiş ve kötü ahlâkı güzel ahlâkla değiştirmemizi emretmiştir. Ahlâkın en güzeli yumuşak huylu ve hoşgörülü olmaktır, çünkü bu sâyede düşman dost, uzak yakın olur. Zîrâ güzel ahlâk sāhibi olan insan muhâtabının öfkesini iyi huylulukla, zulmünü affedici olmakla, kötü arkadaşlığını ise lütuf, kerem ve iyilikle savar.

Peygamber Efendimiz (sav) ümmetinin durumunu yağmura benzetmektedir. Yağmur gibi ümmetinin de başının mı sonunun mu daha hayırlı olduğunun bilinmediğini, başının da sonunun da hayırlı olduğunu söylemektedir (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 130).

Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum Pontus Devleti üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fatih’in atı kaydı. Fatih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli gören berâberindeki Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Uzun Hasan, Trabzon Rum Pontus Devleti ile akrabâlık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçirmek için Fatih’e ricâcı olarak göndermişti.

Fatih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve dedi ki:

“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve pâyidar kılma (tâzîz) imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gāzî denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mâni olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

Fatih Sultan Mehmet “hayırlı ümmet” olabilme derdiyle köşesine çekilmiş ve kendince yaşayan bireysel bir Müslüman kimliğinin yetersiz olduğunu düşünmüş, Müslüman olarak sosyalleşmek gerektiğini vurgulamış, gönlünün bütün cihânı kuşattığını dile getirmiştir. Fatih Sultan Mehmet gibi bugün her Müslüman, dünyânın gidişâtından kendisini sorumlu hissetmelidir.

Müslüman iyiliğe motor, kötülüğe fren olmalı. Rabbimizin şu âyetini kendine düstûr edinen mü’min iyilikte öncü, kötülüğe karşı mücâdeleci olacaktır: “Kim güzel bir işe aracılık ederse, onun da o işten bir nasîbi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyi gözetir ve karşılığını verir.” (Nisâ, 4/85)

İyilik ve kötülükte öncü olanların durumunu Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde dile getirmektedir: “İslâm’da iyi bir çığır açan kişiye, bunun sevâbı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevâbından da kendisine verilir. Fakat onların sevâbından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günâhı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günâhından da ona pay ayrılır. Fakat onların günâhından hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64)

İslâm, insanın bir başkasının yaptığı hatâdan ve gücünün yetmediği şeylerden mesûl olmadığını îlân etmiştir. Kişinin sorumlu olabilmesi için akıllı ve ergenlik çağına erişmiş olması, yaptıklarını isteyerek gerçekleştirmesi şarttır. Bu durumda herkes, ancak kendi yaptığından sorumludur. Fıkıh’ta: “Ukūbâtta niyâbet câiz olmaz” kāidesi vardır. Bir kimsenin cezâsını ona vekâleten bir başkası çekmez. Bu bakımdan İslâm, Hristiyanlıktaki aslî günah inancını, ya da günâhın babadan oğula geçtiği iddiasını reddetmektedir. İslâm’a göre günah şahsîdir; nesilden nesile mîras bırakılmaz.

Nasıl ki iyi bir çığır açmak, hayırlı işlere yol açmak ve sebep olmak insana sevap kazandırırsa; günâha sebep olmak, günâhın işlenmesine zemîn hazırlamak, kötü bir gelenek başlatmak ve kötü örnek olmak da aynı şekilde kişiye günah kazandırır. Bu sebeple, birtakım insanların câhilliklerinden istifâde ederek onları doğru yoldan saptırıp inkâra ya da günâha sürüklemek büyük bir vebâl, ağır bir yüktür. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Muhammed’e indirilen vahyin “öncekilerin masalları”ndan ibâret olduğunu söyleyen kişilerin, sap­tırdıkları insanların bir kısım günahlarından da so­rumlu tutulacağı, ayrıca güç ve imkân sāhibi olanların, saptırdıkları zayıf karakterli kimselerle bir­likte azâba mâruz kalacağı ifâde edilmektedir.

Aralık 2024, sayfa no:10-11-12-13-14-15

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak