Ara

Neden Ahlâksız Îman Olmaz?

Neden Ahlâksız Îman Olmaz?

“Mezuniyet Programı” adı altında şâhit olmak zorunda kaldıklarımıza ithâfen:

Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Hayâ duygusu îmandandır.” Bu, “Hayâ, îmân ile eşleştirildi” demektir. İnsan inandığında ve Allah Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına uygun bir şekilde yaşamaya başladığında, sâlih amel işlediğinde, Allâh'a yakınlık kazanmaya çalıştığında, kişiye güzel ahlâk verilir. Çünkü mekârimu’l-ahlâkın/üstün ahlâkın hazîneleri Allah Teâlâ’nın katında muhafaza edilir. Yüce Allah kimi severse ona ahlâk hazînesinden vermeye başlar.

Allah’tan uzak olan bir kimsenin “hayâ” sâhibi olması veya “rahîm/merhametli” olması düşünülemez. Veya Allah’tan uzak olan bir kimsenin “cömert” olması düşünülemez. Zemîne ve zamâna göre değişiklik göstermeyen ahlâk gerçek ahlâktır. Çünkü Allah katından verilmiştir.

Günümüzde bize tuhaf gelen ve anlam vermekte zorlandığımız pek çok farklı durumlara şâhit olmaktayız. Meselâ kimi zaman din, îman ve sâlih amel nâmına hiçbir şeye sâhip olmayan gayrimüslimlerin de son derece güvenilir, sözünde duran, işini son derece güzel bir şekilde yerine getiren, mütevâzı kişiler olduklarını görüyoruz. Müslüman olmayanlarda bu gibi güzel ahlâka dâir işâretlerin bulunması, "Allâh'ın onları da sevdiğini gösterir mi" sorusunu akla getiriyor ve durumun izahını zorlaştırıyor.

Bu konu hakkında kendisine soru sorulan Nâblûsî hocaya göre insan, aklı sâyesinde kendisine faydalı olanı bulabilir. Böylece doğruluğun yalancılıktan daha kıymetli olduğunu anlar. Makamını korumak için kibre değil tevâzua ihtiyâcı olduğunu bilir. Malını satmak için kaliteli mal üretmesi gerektiğini anlar. Belki de buna “akıllıların ahlâkı” adı verilebilir. İşte bu kişiler akıllarıyla “güzel ahlâkın” onların çıkarlarını koruduğunu fark etmişlerdir. Bu yüzden gayrimüslim Batı âlemine baktığınızda, oradaki bazı insanların olumlu yönlerinin hepsinin İslâm’dan izler taşıdığı görülür. İnsan mal ve mülke îmân ettiği zaman, mala sâhip olmanın, mal toplamanın güvenilir olmaktan, işini kaliteli yapmaktan ve söz verdiğinde o sözü yerine getirmekten geçtiğini anlar.

Dünyâyı elde etmek için çalışan, bir anlamda dünyâlık ahlâkına sâhip bu insanlar, maddiyat elde etmeyi, belli bir makama ulaşmayı, itibar kazanmayı âdetâ hayatlarının amacı hâline getirirler. Ve bu yolun çalışkan olmaktan, çevresindeki insanların güvenini kazanmaktan, güler yüzlü, tatlı dilli olmaktan, fedâkârlık yapmaktan geçtiğini anlıyorlar. Her çevrede rastlayabileceğimiz bu çeşit insanlar, özellikle de ahlâkın önemini bilen ve samîmî bir îmana sâhip olan geçlerimizin kalplerini kazanmakta oldukça maharetli hareket ediyorlar.

Aslında bu ahlâka sâhip kişilerin aldatamayacağı insan yoktur. Burada gözetilmesi gereken nokta, yukarıda ifâde edildiği üzere Allâh'a inanmayanların ahlâkının, çıkar ilişkisine dayandığı husûsudur. Çıkar ortadan kalktığında, o hayran kalınan ahlâk da kalmaz. Âdetâ vahşi hayvanlara dönerler.

Kimi zaman plaj gibi en uygunsuz şekilde bulunulan yerlerde veya açık saçıklığın tavan yaptığı semtlerde bile ahlâklı olunması ve bazı davranışların insanların gözü önünde sergilenmemesi için uyarıda bulunulur. Bunun da sebebi turistleri kaçırmamak ya da mıntıkanın râyiç değerini düşürmemektir. Yoksa İslâm’ın emrettiği şekilde davranmak değildir.

O yüzden ahlâkın iki aslı olduğunu bilmek gerekir: Biri, îman kaynaklıdır. Diğeri ise çıkar ve menfaat kaynaklı. Allâh'a îmân etmeyen ve O'ndan korkmayanların davranışlarındaki bazı iyilikler ve güzel ahlâk görüntülerinin sebebi, sâdece şahsî menfaatleri ve dünyâ hayâtını elde etme çabasıdır. Allah Teâlâ onlar hakkında: “İnsanlardan öyleleri vardır ki “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyâda ver” diye duâ ederler. Böyle bir kimsenin âhiretten hiç nasîbi yoktur.” (Bakara, 2/200) Allah böyle olanlara dünyâda verir. Çünkü dünyâyı elde etmenin de sebepleri vardır. Kim bu sebeplere sarılırsa dünyâya sâhip olur.

Bunun Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok delîli vardır. Bir diğeri de İsrâ sûresindeki şu âyetlerdir: “Kim geçici dünyâ hayâtını isterse, dünyâ için çalışır, amelinin mükâfâtını bu dünyâ hayâtında almak isterse, amelinin karşılığını bu dünyâda, peşin olarak veririz. Âhiret yurdunda ise ona cehennemi hazırlarız; kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer. Kim de âhiret hayâtını ister ve bir mü'min olarak âhiret için ona yaraşır bir çabayla çalışırsa işte böylelerinin çabaları karşılık görecektir. Hepsine, bunlara da ötekilere de Rabbinin ihsânından kesintisiz veririz. Rabbinin ihsânı sınırlı değildir.” (İsrâ, 17/18-20)

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, İsrâ sûresindeki bu âyetlerin tefsîrinde “peşin karşılık” ifâdesine açıklık getirir. Buna göre dünyâ için çalışan ve çalışmasının karşılığını bu dünyâda almak isteyene karşılığın peşin olarak yâni bu dünyâ hayâtında verileceği Allâh'ın vaadidir ve Allah vaadinden dönmez. Fakat bu karşılığın eşit olma şartı yoktur. Allah nasıl dilerse öyle taksîm edilir. Çünkü herhangi bir amelin değeri, çalışanın istediği ile değil, çalıştıranın kabûl etmesi ile belirlenir. Bununla birlikte: “Kim dünyâ hayâtını ve onun süslerini isterse, Biz onlara dünyâda yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez.” (Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli tam olarak verilir. Hiçbirinin hakkı yenmez. “Sonra da onun gideceği yer olan cehennemi hazırlarız.” (İsrâ, 17/18) buyurulur. İşte çok aceleci olmanın önü hoş gibi görünürse de sonucu böyle korkunçtur.

Diğer taraftan şu husus da dikkat çekicidir. Helâk olan kavimlerin hallerinden ibretler çıkaran âlimlerimize göre bu dünyâda Allah insanları sâdece küfürle yâni Kendine îman etmedikleri için cezâlandırmamıştır. Küfrün cezâsını âhirete bırakmıştır. Ancak îmansızlık durumuyla birlikte orada ahlâksızlık, haksızlık, zulüm ve kötülükler çoğalır, bu kötülükleri önlemeye veya kaldırmaya çalışan da olmazsa, onların hepsi bu dünyâda da cezâlandırılır, helâk edilirler. Allah bu toplumun yerine başka bir nesil var eder. Çünkü Allah Teâlâ: “Biz, halkı zulme sapmış nice ülkeyi yerle bir ettik, arkasından da başka topluluklar vücûda getirdik.” (Enbiyâ, 21/11) buyurmaktadır.

Buraya kadar örnek verdiğimiz âyetlerden anlaşılacağı üzere dünyânın düzeni, âhiretin düzeni gibi değildir. Kim dünyâyı elde etmek için sebeplere sarılırsa, Müslüman da olsa kâfir de olsa dünyâyı elde eder. Ama âhiret yurdu böyle değildir. O sâdece; zâlim olmayan, Allâh'ın emir ve yasaklarını titizlikle yerine getiren Müslümanlara verilecektir.

O halde insan, Müslüman da olsa kâfir de olsa dünyâlık elde etmek için çalışır. Ancak birinin niyeti hem dünyâsını hem âhiretini kazanmaktır. Ahlâkı aklına göre belirleyenlerin niyeti ise sâdece dünyâsını kazanmaktır. Her ikisini harekete geçiren güç aynı değildir. Bu yüzden Allah'tan alacakları karşılıkları da farklı olacaktır. Kâfire dünyâdan her ne isterse verilecek, ama Bakara sûresinde haber verildiği üzere “onun âhiretten hiç nasîbi yoktur”.

Hayâ duygusunun kaynağı da îmandır. Rivâyete göre Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in gündelik çalıştırdığı bir adam, herkesin gözü önünde çırılçıplak yıkandı. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bizim senin işine ihtiyâcımız yok çünkü görüyorum ki sen Allah’tan utanmıyorsun” dedi ve ücretini verip onu gönderdi.

Mezuniyet programı adı altında başta kız çocuklarımız, öğretmenlerinin teşvîki, ebeveynlerinin rızâsı ile, cinsel çekiciliğe sâhip, utanma duygusundan yoksun belli kesimlerin kılığında karşımıza çıkarılmaktadır. Bu durum her geçen gün normal karşılanmakta, maddî bakımdan zorlansalar bile âileler, istekleri karşılamak için her türlü fedâkârlıkta bulunmaktan geri durmamaktadırlar. Bu, bir ahlâksızlık durumu olarak görülmemektedir.

Kâinâtın Efendisi, örnek insan Hz. Peygamber (sav)’den öğrendiğimiz üzere, hayâ duygusu îmânın bir bölümüdür ve hayâ duygusu insana hayırdan başka bir şey getirmez. Hayâ gerçek mânâda Müslümanın sıfatıdır. O açık-saçıklıktan utanır, kibirli olmaktan utanır. Şeytan ise dâimâ çıplaklığa dâvet eder. Ama îman tesettüre dâvet eder. Çocuklarımızın hayâ duygusunu muhafaza edecek önlemleri almak, sâdece âilelerin değil bütün hepimizin görevidir.

Hayâ duygusu, insanlık derecelerinin en üstünde olan bir derecededir. İnsan gibi insanlar, hayâ duygusunu kaybetmeyenlerdir. Fakat hakkın olan şeyi istemekten ya da almaktan utanmanın hayâ ile alâkası yoktur. Hayâ, meselâ kalabalık bir ortamda konuşmaktan çekinmektir. Kötü olarak nitelenen hayâ/utanma ise bir ortamda hak olan sözü, doğru olan sözü söyleyememektir. Bu, zayıf karakterin göstergesidir. Bu yüzden kahramanlık, hakkın olanı almaktır. Hayâ duygusu insana cesâret verir. Hakkı olanı isteme, hakkı olanı alma kuvveti verir.

Temmuz 2023, sayfa no: 10-11-12-13

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak