Necip Fazıl’ı okumak gök gürültüsüz şimşek çakmasına benzer. Simsiyah gök birden aydınlanıverir ama bir bakmışsınız yine karanlığınızla baş başasınız. Bu tuhaf mâcerâ böyle sürer gider sayfalar arasında kulaç atarken.
İlk bölümü Ağustos sayımızda yayınlanan “Necip Fazıl’ın bilinmeyen Erzurum seyahatnâmesi”nde Üstâdın 1943 yılında Son Posta gazetesine yazdığı Erzurum yazılarının bir tür “seyahatname” olduğuna dikkat çekmiş, yolculuk notları ile şehirdeki ilk intibâlarını aksettirmiştim. Kaldığımız yerden devâm ediyoruz. (Hatırlatalım, kaynağımız Çerçeve 2 kitabının 2016 baskısıdır.)
18 Şubat 1943 târihli “Köy” başlıklı yazısında “şehâdet parmağı gibi sipsivri minâresiyle gökyüzünü gösteren” köy câmileri üzerinde duran Necip Fazıl câmilerin “müdir fikir”, yâni düzenleyici konsept olarak hayâtımızdaki merkezî rolünün altını çizer:
“Halbuki, vaktiyle mutlaka bir câmiin etrâfında halkalandırılan bu köy, belli ki her şeyden evvel bir müdir fikrin mihveri etrâfında kurulmak istenmiş. Köy muhtarı tavırlı câmi, köyün müdir fikri.” (s. 171)
Üç gün sonraki “Tekerlek” başlıklı yazı onun Erzurum’da kapıldığı psikolojiyi aktarır:
“Erzurum’da benim için her şey, geniş bir pencere, bu pencerenin çerçevelediği bir dünyâ parçası, ona hayretle bakan bir çift göz ve bu bir çift göze bağlı rûhumdan ibâret.”
Pencerelerin birinden bakarken beyaz bir çarşafla örtülü meydanda tekerleklerin açtığı yola dalıp giden şâirimiz tekerleğin felsefesini yapmaya başlar. Belli ki Erzurum’da gördüğü her sahne gözlerindeki rutini kırmakta ve ona tefekkür kapılarını ardına kadar açmaktadır.
Nitekim 22 Şubat 1943 târihli “Trenle geçerken” başlıklı yazısında bizi yakın târihimizin enteresan hâdiselerinden biri üzerinde düşündürecektir.
“Tren Sesleri”
Tren Aşkale’ye geldiğinde Varlık vergisi borçlularının sürüldüğü “Gökyüzüne doğru kıvrım kıvrım adalelerini fışkırtan (Kop) dağlarının eteğinde, nereden gelip nerede bittiği meçhûl bir dere kenarında, üç mevsim karla örtülü, üç-beş dam altından ibâret bir mekân” dediği bu ilçe merkezinde “malını törpületmektense canını törpületmeyi tercîh eden” gayri müslimler gelip geçen “tirenlerin” yoluna dökülüp ağlamaklı suratlarla boy göstermektedir.
Büyük Doğu mütefekkiri bu târihî şâhitlikten sonra tren düdüklerinden mânâlar devşirmeye koyulacaktır. Neleri mi? Meselâ şunları:
“Tirenin âdeti, Erzurum’a girerken veya Erzurum’dan çıkarken, üstüste haykırmak, nâra atmak, düdük çalmak. (…) Tirenlerin düdük sesleri kadar bana mesâfe mefhumunun derinliklerini açan bir müessir (etken –MA) tanımıyorum. Onu duyduğum her yerde, mesâfelerin, hava cereyâniyle aralanmış kapılar gibi gıcırdaya gıcırdaya açıldığını ve nâmütenâhî derinlerden gurbet ve hasret fısıltıları devşirdiğini duyarım.” (s. 177)
Şâirin hâfızası burada birdenbire Paris’teki günlerine sıçrayacak ve 16-17 sene evvel kaldığı bir istasyona bitişik otel odasında işittiği acı düdük seslerinin “kocaman bir kütükten ince ince kesilmiş talaşlar gibi döküldüğü”nü hatırlayacaktır. Hangi kütükten kesilmektedir bu sesler peki? Rûhunun kütüğünden, rûhundaki kâbusun kütüğünden elbette.
Ancak trenlerin düdükleri Erzurum’da hüzün ve gurbet edâsından ziyâde bir fâtihlik ve heyecan duygusuyla ötmektedir.
Erzurum’da tren bir (Mişel Zevaco) kahramânıdır (Pardayanlar adlı şövalye romanı dizisinin ünlü yazarı). Üstâda göre; Erzurum’da tren şövalyenin kucağında kaçırılan beyaz sevgili ve “bembeyaz bir mektuptan ibârettir.” Her iki beyazlık da şehrin karla kaplı oluşuna telmihte bulunur.
2 Mart târihli “Elektrik ve petrol” başlıklı yazısında şehirdeki aydınlanma vaziyetini aksettirir. Gece saat 24’te elektrikler kesilmekte ve şehir bir anda Gayya kuyusuna batmaktadır. Son yarım saatte kesileceği ihtâr edilen elektrik yerine petrol lambalarını yakmaya koyulmaktadır ahâli. Elektrik ile petrolün bu şehirde kurduğu ortaklık yazarın dikkatini bir vakum gibi çeker:
“Böylece elektriğin yanında petrol, Erzurum’da, silindir şapkanın yanında kavuk gibi, birinden biri öbürünü tasfiye etmiş ve onun yerini almış olarak değil de ikisi de kendi zaman ve mekânına asabiyetle riâyet eden iki unsur hâlinde el ele iş görmekte ve kucak kucağa barınmakta…” (s. 181)
Erzurum lehçesi
Seyahatnâmesinin en çarpıcı şimşeklerini lisân bahsinde çaktırmıştır Necip Fazıl. 4 Mart târihli “Erzurum lehçesi” başlıklı yazısı bu bakımdan câlib-i dikkattir. Erzurum’da lehçe (ağız) zenginliğine misâl olarak ki edatının en cömert ve en güzel nisbetlerde kullanılmasını verir. Misâlleri şunlardır:
O ki Erzurum’a geldin, artık buraya alışmaktan başka çâren yoktur.
Kar tipisi ki başlar, göz gözü görmez, insan kendisini karanlıkta sanır.
Buğday ki yüz kuruşa çıktı, ekmeği elli kuruştan eksiğe mâl edemeyiz.
Necip Fazıl “Hâriciyemizin münevver ve mütefekkir mensuplarından” diye takdîm ettiği ve Cemil Meriç’in Bir Facianın Hikâyesi adıyla bir kitabını rewrite ettiği, yâni yeniden kaleme aldığı Sedat Zeki’nin ki edatının dilimize getireceği zenginlikler üstünde bir tasarı hazırladığını belirtir: “Ki edatını o kadar zengin ve değişik nisbetlerde kullanmak taraftârıydı ki, Türkçe’de bu edattan başka hemen hemen hiçbir bağlama edatı kullanmaya râzı değildi.” (s. 182)
Erzurum’da ki edatını dilimizi zenginleştirici bir tarzda kullananları dinlerken Sedat Zeki’nin dâvâsındaki yalnız haklı tarafı gören “Çile şâiri” bu tarafın serhat şehrinde ne kadar zengin mikyasta canlandırıldığına şâhit olacaktır.
Rüzgârdan Mehtâba
Bu yazının ardından İstanbul’a izne giden Necip Fazıl Erzurum’dan bahseden bir sonraki ilk yazısını 18 Mart’ta kaleme alacaktır. Kış olanca şiddet ve güzelliğiyle devâm etmektedir.
Bu defa şehrin rüzgârını üslûp şâhikalarına çıkarak anlatan yazarımız “Bu bir rüzgâr değil, deriden, kamıştan, madenden ve kemikten efsânevî çalgılarla büyük (Dâüssıla) şiirini haykıran korkunç bir orkestraydı” dedikten sonra şöyle devâm eder:
“Rüzgârın arştan toprağa kadar diktiği çığlık sütununun karşısında, kendimi mahşer meydanında, bütün insanlığın haykırışını hulâsa eden bir tecellî karşısında sandım. Vagona girip başımı yumuşak yastığa dayadığım ve gözlerimi kapadığım zaman, içimde, bu (Dâüssıla) senfonyasının sanki Anadolu ve Anadolu’nun rûhundan kopma bir hâdise olduğuna dâir bir his vardı.” (s. 194)
Ertesi gün bize bu beyaz şehrin mehtâbını anlatmaya koyulacak olan Üstâdın nazarında “Mehtapta Erzurum, gümüş bir tepsi hâlindeki dümdüz kar zemîniyle misilsiz bir rasathanedir. Dünyâda göklerin bu kadar açık ve vâzıh seyredileceği başka bir nokta var mıdır, bilmem… Vuzuh, vuzuh… Göklerden ay ışığı hâlinde vuzuh serpiliyor… Gök, muhteşem bir yemiş ağacı gibi başımızın üstünde… Elinizi bir kere daha uzatın ve doya doya yıldızların yemişinden yiyiniz!.”
Derken şehir Mart’ın son günü tipiye tutulur. Kalem fırçalaşır şâirin elinde:
“Gökler yere kadar iniyor ve basık bir tavan gibi insanların kafasına abanıyor. Müthiş bir ıslık kamçısı, bütün gökyüzünü bir hallaç kirişi hâlinde ihtizâz ettirmekte (titreştirmekte –MA)… Kar tipisi, filan memlekette falan yanardağı veya buna benzer tabiat hâdisesi gibi, Erzurum târihinde ve hâtıralarında müstesnâ bir plândır. Erzurumlu, kar tipisi içinde yolunu arıyan, şaşıran, kurtlara kurban giden, hedefe ulaşma yolunda en korkunç işkenceleri çeken nice kardeşlerinin hâtırasiyle doludur. Kar tipisi, Erzurum’da, insanın yapmak cehdiyle tabiatın yıkmak hamlesi arasındaki büyük mücâdeleyi gerçekten hârikulâde çizgiler ve renklerle billurlaştıran müstesnâ bir tecellî zemîni…” (s. 204-205)
Artık bahar orduları yürüyüşe geçmiş, şehir yumuşak bir huzur ve sükûnete girmiş, güneş birdenbire sıcak nefesini üflemeye başlamıştır. Manzara müthiştir:
“Bütün Erzurum, fırından henüz çıkmış bir pide gibi dumanlar içinde kaldı, ânî bir sıcaklık tesiriyle erimeye başlayan ve buhar hâline gelen karların dumanı… Göklerden buhar dumanı kesâfetiyle düşen kar, şimdi de hakîkî bir buhar dumanı hâlinde göklere avdet etmeye başladı.”
Peki Erzurumlu ne yapmaktadır bu manzara karşısında? Sanki hiçbir fevkalâdelik yokmuş gibi gâyet tabiî bir edâ ile dumanlar içindeki sokaklardan geçip gitmektedirler.
Erzurum Kadınları
Seyahatnâmenin en ilginç yazılarından biri 14 Nisan târihli “Erzurum kadınları”dır. Bugüne kadar Erzurum’un çok şeyinden bahsettim, der Necip Fazıl, iklîminden, tabiatından, târihî eserlerinden, içtimâî hayâtından, lisânından... Şimdi sıra kadınlarındadır.
Sokakta gördüğü kadarıyla ve hiçbiriyle tek bir kelime konuşmamış biri sıfatıyla şöyle yazar:
“Hâlis Erzurum kadını, tepeden tırnağa kadar çarşaf içindedir. Ya bildiğimiz siyah çarşaf, yâhut Erzurumluların (Ehram) dediği, beyaz ve kahverengi zemin üstüne çiçekli bir bezden çarşaf… Siyah çarşafı, daha ziyâde gâliba zengin ve az-çok bir şeyler görmüş sınıf giymekte… En hâlis ve hakîkî Erzurum kadını (Ehram)dan çarşaf içindedir. (Ehram) dedikleri yünlü bez, bildiğimiz (Bürümcük) örgüsünün daha seyrek ve kabası şeklinde, üstünde nokta nokta çiçekler taşıyan ve şahsî bir zevk husûsiyeti belirten bir kumaş…” (s. 211)
Erzurumlu kadınların sımsıkı büründüğü çarşafı içinde yalnız gözlerini göstermesi “müthiş bir câzibe çerçevesi” oluşturur. Piyer Loti’yi hayran bırakan, bu şekil sırrı olsa gerektir. Şark dünyâsının her şeyi gizleyen ve gizledikçe fevkalâdeleştiren “mistikasına tam uygun”dur bu tavır:
“Üstelik Erzurum kadınlarının hârikulâde derin karanlık, yosunlu, bazan siyah kehribardan ve bazan gök mavisi bir madenden gözleri olduğunu söylersem, bir (Ehram) içinde sımsıkı örtülmüş bir vücutta, sağ elin husûsî bir hareketiyle çerçevelenen gözlerin tesiri meydana çıkar.” (s. 212)
Ertesi günkü yazısında İstanbul hasretinin vurgulandığını görürüz ki terhis vakti yaklaşmış demektir. Nitekim “Dolu” başlıklı yazısında biraz şikâyetçi bir tonda şu satırları okuruz:
“Yârabbi, ben bu Erzurum’da, 2000 metre yüksekliğinde bir sırığın tepesine çıkıp misli görülmemiş hâdiseleri seyretmeye mi memurum?”
Çünkü güpegündüz karanlığa boğulan Erzurum’a dolu yağmıştır. O dolu tâneleri ki “Tazyik edilmiş kardan kurşunlar” gibidir. “Sanki göklerde, milyonlarca ağır makineli tüfek mevzi almış ve bir ânda şehri dövmeye başlamıştı.” Şâir bu, fırlar sokağa ve vücûdunun her tarafını döven bu kardan kurşunlar altında yürümeye başlar. “O anda” der, “amûdî (dikey) bir şekilde tepeme düşen bir kar kurşununun tesirini, başıma bir çekiç vurulmuşçasına hissettiğimi söylesem inanır mısınız?”
Şehir sanki gitmesi gerektiğini söylemektedir mistik şâire. Ne var ki 17 Nisan târihli “Dedikodu” başlıklı yazıda gözü yine kadınlara takılır. Erzurum’un kenar mahallelerinden birinden geçerken dar bir sokağa sapar. “Sokağın iki yanında, Erzurum evlerinin bütün husûsiyet ve şahsiyetine mâlik, toprak damlı, taştan binâlar” vardır. Bir evin kapısını açık görür. Önünde komşularla dedikodu yaptığını sonradan fark edeceği bir kadın durmaktadır. Kadının kıyâfetindeki renklere bayılmıştır:
“Başında kıpkırmızı yemeniden bir sarık… Sırtında mor bir kaftan… Siyah benekli sapsarı bir etekliği var… Kahverengi yün çorapları her renkten çiçekler içinde… Terlikleri yemyeşil… Bu kadın bir renk senfonyası…”
Vatanım da Vatanım!
Palandöken dağları üzerinde biraz durduktan sonra dâvet edilip bin ısrarla en aşağı on bardak çay içmeye mahkûm edildiği bir evin odasına götürür bizi ve duvarlara asılı 20 tâne sülüs, rika, tâlik, kûfi hat levhasında hep aynı cümlenin yazıldığını fark eder: “Bu da geçer yâhû!”
Ev sâhibine sorar:
Odanıza bu levhadan niçin 20 tânesini birden asmışsınız? Bir tânesi yetmez miydi?
Ev sâhibi şu cevâbı vermiştir:
Bana bunun kadar doğru ve güzel bir söz bul da, onu, evin damından kapısına kadar her boşluğa asayım!
Gerçekten doğru, der kendi kendine. Zaman üzerinde düşünmüş filozof Bergson’u andıran bu seziş “tam bir tevâzu ve hiçlik içinde ona can veren; böylece muazzam bir hikmeti, o hikmete yaraşır bir kisve içinde zaptedici söz olarak bundan daha güzel ne söylenebilirdi?” (s. 219)
26 Nisan 1943 târihli “Lokomotif” başlıklı yazı seyahatnâmenin bitiş düdüğünü çalar. O düdükte şu cümle yankılanır:
“İstanbul, canım İstanbul, canım, canım canım!!!”
Erzurum beyaz pırıltılarıyla geride kalmış ve “canım İstanbul” şiirini yazmaya koyulmuştur şâirimiz:
İstanbul benim canım, vatanım da vatanım.
Medeniyetimizin vatanı da İstanbul değil midir?
Ekim 2024, sayfa no: 34-35-36-37-38-39
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak