Ara

Necip Fâzıl’ın Bilinmeyen Erzurum Seyâhatnâmesi-1

Necip Fâzıl’ın Bilinmeyen Erzurum Seyâhatnâmesi-1

Şehirlerin usta birer hikâye anlatıcısı olarak görülmesi gerekir. Müştak kulaklara fısıldadığı da olur sırlarını, sağırlara bağırdığı da. Yine de duymak isteyen duyar, istemeyen kulağının üstüne yatar. Şehir ne yapsın peki? O da Eyüp Peygamber sabrıyla kulağı işitenleri bekleyecektir çâresiz. 

Arthur Koestler Soğuk Savaş döneminin kült yazarlarındandı. Ne var ki günümüzde her biri bir klasik olmuş romanlarına kitapçı vitrinlerinde pek rastlanmıyor. Sahaflarda yapılacak sürek avı sonunda ancak ele geçebiliyor. O da şansınıza. İnsanın canı yanıyor doğrusu 20. yüzyılın en aklı başında kalemlerinden birinin bu kadar erkenden nisyan örtüsüne bürünmesine.

Arthur Koestler 1941 yılında yazdığı Toprağın Kokusu adlı romanında Ebu Süleyman adlı Müslümandan şu sözü duyduğunu nakleder:

“İnanmış adam Mekke’de ayakkabı ökçelerinin üzerinde değil, başının üzerinde yürümelidir.”

Mekke-i Mükerreme’de ayaklarınızı unutmazsanız şehrin kutsal örtüsünün içine sızamazsınız çünkü. Gözünüzde dâimâ bir kisve ile gezersiniz ki bu, başınız olmamasıyla aynı mânâya gelir.

İşte bu kisveyi yırtanlar ve şehri ayaklarıyla değil de başlarıyla gezenler hakîkî seyyahlardır. Evliyâ Çelebi’nin ayaklarını gören olur mu seyâhatnâmesinde? Ben yalnız kalelerin etrâfının kaç kadem geldiğini sayarken gördüm ki elinde tesbih tutuyordu. Yâni yine başının üzerinde yürüyordu. Evliyâ Çelebi’nin seyâhatnâmesini “seyâhat-i kübrâ” olan Hacc ziyâreti ile noktalaması bundandır. Ve bundandır Mekke-i Mükerreme’ye vâsıl olduğunda Kâbe’nin doğusuna koşup orada batıya doğru namaz kılması ve ‘İşte şimdi seyâhatim tamam oldu’ diye sırrını ifşâ etmesi. 

Üstad Necip Fâzıl Kısakürek 1973 târihli Hacc seyâhatnâmesi gibi müstakil bir kitabı olmasına rağmen nedense bir seyâhatnâme yazarı olarak ele alınmamıştır. Halbuki gerek Anadolu sathında verdiği konferansları münâsebetiyle, gerekse şiir ve hikâyeleri yoluyla şehir kavramı ve özellikle İstanbul üzerinde kalem oynatmış, öte yandan yarım asırlık yazı hayâtına sığdırdığı fıkralarda başka şehirlere dâir parça parça epeyce metin de kaleme almıştır. Kitaplarında gençliğinde bir süre kaldığı Paris’teki hayâtından bölük pörçük halde bahsetmekteyse de, 1960’lı ve 70’li yıllarda Anadolu şehirlerine yaptığı efsânevî geziler onun önüne şehir gözlemlerini yansıtacağı birer ayna sıfatıyla çıkacaktır. 

Nitekim 20 Ocak 1943’te başlayıp 26 Nisan’da biten Son Telgraf gazetesindeki köşe yazıları içerisine dağılmış vaziyette 28 yazılık sürpriz bir “Erzurum seyâhatnâmesi” zuhûr etmesi bu Üstâdın serhat şehrinde ayaklarıyla değil, başıyla gezdiğinin isbâtı mâhiyetindedir.

Bahsini ettiğimiz yazılar Çerçeve 2 adlı kitabının 1990 târihinde yeniden düzenlenmiş baskısında bir araya getirilmiş bulunmaktadır (elimdeki 2016 târihli 5. basımı Büyük Doğu Yayınları arasında intişâr etmiştir).

Halbuki pek farkına varılmayan bu yazılarda 2. Dünya Savaşı sırasında askerlik vazîfesini yapmak üzere gittiği Erzurum’da görüp yaşadıkları ve İstanbul’a, yâni eve dönüşü Necip Fâzıl’ın kıvrak kaleminden o kadar başarıyla yansıtılır ki, okuyan insan gayri ihtiyârî şehir târihçilerinin bunlardan istifâde etmeyişine hayıflanır. Bu yazılarda Erzurum’un 1940’lı yılların ilk yarısındaki sosyal hayâtı olduğu kadar kışı, kadınları, Türkçesi, tabiatı… gibi hususlara dâir bir şâir gözüyle yakalanmış değerli gözlem ve tesbitlere bolca rastlamaktayız. 

İşte aşağıda Necip Fâzıl’ın bu bilinmeyen “Erzurum seyâhatnâmesi”nin hülâsasını ve can alıcı kısımlarını bulacaksınız.

Erzurum Yolunda

Necip Fâzıl 1943 yılının Ocak ayının sonlarına doğru trenle gider Erzurum’a. Gerçi tren denilmeye bin şâhit istemektedir bindiği “katar”. “İçi kum veya taş yığınlarından daha büyük bir kayıtsızlıkla insan doldurulmuş, kum veya taş yerine insan yüklü garip bir araba katarı…”dır bu.

Haydarpaşa Garı’ndan bir saat gecikerek kalkar. Tren İzmit’i geçtikten sonra o kadar fazla binen olur ki taşıt iflâs edecek hâle gelir. Gerçi kendisiyle berâber dört kişi mesut sayılabilir, çünkü birinci mevki yolcusudurlar. Treni tıka basa doldurmuş olan diğerleri koridorları, hattâ helâların içine kadar işgâl etmiş vaziyettedir. “Ben ana-baba gününün ne demek olduğunu, Erzurum yolunda öğrendim” diye ilk yazısını noktalayacaktır “Kaldırımlar” şâiri (s. 146).

Nihâyet Erzurum ufukta gümüş suyuna batırılmış gibi bir beyazlık içerisinde karşısına çıkar Necip Fâzıl’ın. O ânı şöyle anlatır mâhir kalemi:

“Bir kar dumanı içinde göğün, yerin ve şehrin içiçe geçtiği bembeyaz bir âhenk… (…) Ay görülmüyor; fakat her tarafı mehtap ışığının gümüş suyuna batırdığı fevkalâde bir gece… Zâten Erzurum’da gündüzler ve geceler, ışıkların müthiş vuzuh ve sarâhati bakımından en büyük husûsîliği belirtiyor.” (s. 149)

Çıngırak sesleri çarpar kulağına sonra. Bunlar Erzurumlular'ın “zanka” dediği kızakların kornalarıdır. Atların boyunlarına asılmıştır çıngıraklar. Rusya’nın troykalarını hatırlatır şâire bu beklemediği manzara. Zankalarla kar üstünde kaya kaya gittiği otelden hiç memnun kalmaz İstanbul şâiri. Gerçi “şehrin en mükemmel oteli” diye götürülmüştür oraya ama şarkılı, rakılı, kumarlı, susuz, hizmetsiz, âletsiz bir damdan ibârettir burası.

Ardından şehri görür. Lâkin şehirde binâ ve umran (medeniyet) kıymeti olan sâdece iki yer vardır. Ordu ve eğitime âit binâlardır bunlar; okullar yâni. Belediye hizmetleri bakımdan öksüz bulacaktır şehri.

Fakat ya tabiatı? Birden ressamlaşır şâir ve kalemi âdetâ fırçaya dönüşür sıra tabiatı anlatmaya gelince:

“Şehir bir tarafa; fakat tabiat burada bilhassa renklerin ve çizgilerin müthiş, evet müthiş vuzuh ve sarâhati zâviyesinden eşsiz… Herşey keskin ve apaydınlık… Göklerin ve ufukların mavisi ve kırmızısı tam mavi ve tam kırmızı… Siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz… Hiçbir müphem, bulanık, mütereddit ifâde yok… Öyle ki, Erzurumluların her yerde meşhûr olduğu gibi, mert ve dürüst seciyelerine eş olarak burada tabiat da tam mânâsiyle dürüst, açık, vâzıh ve samîmî… Burada ne gök, ne yer, ne insan, şek ve şüpheden, müphemlik ve bulanıklıktan iz taşıyor. Herşey billur gibi… Buzdan bir billur içinde her renk ve her şekil âzamî derecede kat’î…” (s. 150)

Erzurumlu kimdir?

25 Ocak 1943 târihli yazısında ise tabiattan şehre ve mîmârîye döndüğünü görürüz Necip Fâzıl’ın objektifinin. “Türk târihinin en soylu kök başlarını gösteren bir şehirde” olduğunun şuuruyla bakmaktadır etrâfına. Mimar Sinan’ın Erzurum’da inşâ ettiği Lala Paşa Câmii’nde İstanbul câmilerinden farklı olarak bu kış şehrine mahsus bir yorum yaptığını fark eder.

Şehrin hemen her köşesinde mahrûtî yâni konik Selçuk kubbeleri, kümbetler, duvar ve çatı örgülerini görmesi zaman almaz. 

Peki Erzurumlu kimdir? Onu da şöyle anlatacaktır şâirimiz:

“Erzurumlu, Şarkî (Doğu) Anadolu türkünün hâlis örneği hâlinde mert, samîmî, açık, dürüst ve içlidir.” (s. 151)

Nitekim uyanık yabancılar bu sebeple Erzurumlu hakkında “kuzu gibi, saf, bîçâre ve mazlum” hükmünü vermiştir. 

Derken kar kendini gösterir. O bu memleketin belediye hizmetlerinin örtücüsüdür. Kar yağınca şehirde cümle ayıplar örtülüverir. Ancak lodos esip de karları eritmeye başladı mı, o beyaz örtü altında gizlenmiş çirkinlik ve kirlilikler ifşâ olur. Acıklı bir manzara şehri kaplar yeniden. Tâ ki gelecek kışta kar avdet edene kadar… 

Erzurum’un hayâtı ikiye bölünmüştür âdetâ: Karlı ve karsız Erzurum. Kardan önce ve kardan sonra. Şâir ne kadar şanslıdır ki karlı Erzurum’a misâfir olmuştur.

Bu arada Necip Fâzıl’ın dikkatini Erzurum’daki memleketçilik çeker. Buna Fransızlar “rejyonalizm” demektedir ama şâir bunu “mıntakacılık” diye çevirmeyi tercîh eder (biz bu kelimeye ‘mıntıka’ diyoruz).

Bu duyguyu olumlu bulur bir yere kadar. Memleketini sevmek zararsız, hattâ faydalı bir duygudur. “Elverir ki bu duygu, kendisini memleket bütünü şuurundan ayırmasın, infirâda, tekliğe ve öbür vatan parçalarından ayrılığa gitmesin… Aksine, bütün vatan manzûmesi içinde en iyi ve en hâlis Türk'ü kökleştirmiye çalışmak bakımından kendisini bir örnek mefkûresi hâlinde yaşatsın.” (s. 152)

“Çile” şâirinin “mıntakacılığı” ise kat’î ve mutlaktır, ismi de ANADOLUCULUK’tur. 

Erzurum’un açtığı pencere

29 Ocak târihli “Penceremden” başlıklı yazısında ise Erzurum’u bir pencere olarak kullanarak oradan, İstanbul’a 2,000 kilometre uzaktan bakar ve gördüklerini ve onlardan doğan hissiyâtını kendine mahsus üslûbuyla aktarır Üstad. 

“Rûhumdaki zaman ve mekân ölçüsü sanki bir tayyâreydi; ve ben bu tayyâreden sanki paraşütle atlamış bir insandım… Düştüğüm noktaysa bir cümûdiyenin (buzulun) üstü…” (s. 155)

Otelin penceresinin “ufkunda bir kar ovası; ve ovanın sonunda ise birdenbire şahlanan dağlar” gözükmektedir. Bu dağ silsilesi, tabiatın, sanki kolunu sıktığı ve en müthiş adale kıvrımlarını teşhîr ettiği zaman ve mekânı çerçevelemektedir. Nitekim Erzurum’un tabiatı büyüler şâiri:

“Ve işte tabiat; bâkir tabiat; nâmütenâhî sükûtu, tertemiz renkleri, mutlak çizgileri, haşin adaleleriyle bâkir tabiat!..”

Aşağıdaki pasaj ifâde kudreti bakımından hakîkaten mükemmeldir:

“İnsan burada, duman gibi kıvrım kıvrım tüten mücerret duygu ve düşüncelerin helezonlarına dalmaktan başka bir şey yapamıyor. Husûsiyle müşahhas zaman ve mekân dünyâsı, şimdi bana gökkubbede bir yıldız kadar uzak görünüyor. Arada bir, bu yıldızdan düşen göktaşları hâlinde radyo haberleri olmasa, topyekûn zaman ve mekânın dışına çıkmış olacağım…” (s. 155) 

Kalbiyle yürüyen şehir

Şâiri başka bir zaman ve mekâna taşıyan Erzurum, 9 Şubat târihli yazıda İbrahim Hakkı hazretlerinin şahsiyetiyle bir kere daha zuhûr eder önümüzde. Bu defa tasavvuf deryâsına dalacak ve başının değil, kalbinin üzerinde yürümeye zorlayacaktır şâiri.

Şehirde gezerken Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın mânevî kokusundan bir şey duyar gibi olur. Nitekim çok geçmeden torunlarından biriyle tanıştığını öğreniriz. Genç torun “kendisinin değil de, ceddinin rûhuna açılmış bir pencere gibi nâmütenâhî derinlikten haber veren koyu yeşil gözleriyle” süzmüştür şâiri. Kendini takdîm eder etmez baş dostu olur şâirin ve onunla dedesini konuşur. Yâni İbrahim Hakkı hazretlerini ve tasavvufu:

“Tasavvuf ki, ruh ve kafa çilemin yüzde yüzünü temsîl eder, onun Türkiye’de ilk büyük, geniş ve sistemli dünyâ görüşünü heykelleştiren muazzam ruh ve fikir adamı İbrahim Hakkı’dır. Mütefekkir ve filozofun pek ilerisi, şâir ve sanatkârın çok üstü, kurtarıcı ve kahramânın tâ kendisi…” (s. 165) 

İbrahim Hakkı hazretlerinin tek başına bir Süleymaniye kubbesi olduğunu ölçüleştirmek isteyen Necip Fâzıl, Nef’î ve daha nice Türk büyüğünü yetiştirmiş bulunan Erzurum’un İbrahim Hakkı’nın şahsında Türk'e düşünce fezâsında ilk tahayyüz (yer kaplama) özelliğini kazandırdığını söyler ve bu özelliği sâyesinde “kilid-i mülk-i İslâm” olan bu serhat şehrimizin “büyük ve ebedî şehir kıymetine yükseldiği” tesbîtinde bulunur ki, şehirleri kayısı, pastırma, cağ kebabı, şeftali, incirle özdeşleştirerek sindirim sistemine kilitleyen cüce 21. asır insanına kalbi olan kuvvetli bir mesaj vermektedir.

Ağustos 2024, sayfa no: 26-27-28-29

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak