Ara

Ne Anneler Varmış Meğer

Ne Anneler Varmış Meğer

O erler ki,

O erler ki, gönül fezasındalar,
Toprakta sürünme ezasındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de.
Namazda arka saf hizasındalar.

İçine nefs sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.

Günü her dem dolup her dem başlayan,
Ezel senedinin imzasındalar.

Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.

Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar.

Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah'ın rızasındalar.

Necip Fâzıl Kısakürek

Dergimizin Ağustos ayında çıkan 382. sayısında “Er Oğlu Er” başlığı altında ve Eylül ayında çıkan 383. sayısında “Gerçekten Er Oğlu Ermiş” başlığı altında yazdığım iki yazıda Hz. Abdullah b. Zübeyr’in hayâtından ve onun kahramanlıklarından bahsetmiştim. İlk yazımda onun, katıldığı Kuzey Afrika fetihlerinde gösterdiği kahramanlığı dile getirmiştim. Bizans ordu komutanını mağlûp etmesinden söz etmiş ve ‘bugün Netanyahu’nun kafasını koparacak Hz. Abdullah gibi bir er oğlu er aranıyor’ demiştim. İkinci yazımda da Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehîd edilmesinden sonra Hicâz bölgesinde halîfeliğini ilân eden Hz. Abdullah b. Zübeyr ile Emevîler’in Irak vâlisi Haccâc b. Yusuf es-Sekafî arasındaki mücâdeleyi anlatmıştım. Onunla alâkalı yazdığım bu üçüncü yazımda da onun annesi Esmâ bint Ebî Bekr’in kahramanlığından söz edeceğim. Bilindiği gibi Abdullah’ın annesi Hz. Esmâ, Hz. Ebû Bekir efendimizin büyük kızıdır. Hz. Esmâ ile Hz. Âişe, baba bir kız kardeştirler. Her ikisinin hicret gecesinde ve sonrasında çektikleri sıkıntıları ilk yazımda anlatmıştım. Bu yazımda da size, bir önceki yazımda verdiğim söz üzere Hz. Esmâ ile Oğlu Abdullah ve Haccâc-ı Zâlim arasında geçen konuşmaları aktaracağım.

Suriye’deki Şam şehrini merkez edinen Emevî devletinin Irak vâlisi Haccâc, Hicâz’daki Mekke şehrini kendine merkez edinen ve Emevî saltanatına karşı çıkan Abdullah b. Zübeyr’i 72/692 yılında Mekke’de kuşatma altına aldı. Hz. Abdullah, çevresindekilerin çok zor durumda kalıp kendisini terk etmelerinden sonra o sırada doksan yedi yaşlarında olan ve gözleri görmeyen annesine gidip durumu onunla müzâkere etti. Anne ile oğul arasında şu konuşmalar geçti:

Abdullah, annesine durumunu şöyle özetledi: “Anneciğim! İnsanlar bana desteği bıraktı. Hattâ oğlum ve âilem bile! Benim yanımda sâdece kısa bir müddet dayanacağı sabırdan başka savunması olmayan çok az insan kaldı. Karşı tarafın adamları, dâvâmdan vazgeçip kendileriyle anlaşmam karşılığında bana dünyâlık teklîf ediyorlar. Senin görüşün nedir?”

Annesi, oğluna şu cevâbı verdi: “Sevgili oğlum! Sen kendini benden daha iyi bilirsin. Doğru yolda olduğunu ve ona çağırdığını biliyorsun; ona devâm et, git! Bu uğurda arkadaşların öldürüldü. İpini Ümeyye oğullarının çocuklarının eline verip de seninle oynamalarına izin verme! Yok, eğer sen sâdece dünyâlık istiyorsan, o zaman sen ne kötü biriymişsin! Hem kendini, hem de seninle berâber öldürülenleri helâk etmiş olursun.”  

Bu sözler üzerine Hz. Abdullah, annesine yaklaşıp onu başından öperek şunları söyledi: “Vallâhi ben de öyle düşünüyorum. Bugün insanları çağırdığım şeyde dünyâya meyletmedim ve dünyâda yaşamayı arzu etmedim. Beni otoriteye karşı çıkmaya sevk eden şey, sâdece Allah için olan öfkedir. Ancak senin de fikrini öğrenmek istedim. Basîretime basîret ve güç kattın. Bana bak, sevgili anneciğim! Ben bugün öldürüleceğim. Bana olan feryâdın aşırı olmasın! Beni Allâh’ın emrine havâle et. Şüphesiz senin oğlun kötülük işlemeye yeltenmedi ve çirkin iş de yapmadı. Verdiği hiçbir hükümde zâlim olmadı; verdiği hiçbir güvencede ihânet etmedi. Hiçbir müslüman veya zimmîye zulmetmedi. Vâlilerimden bana intikāl eden hiçbir zulme rızā göstermedim, aksine o zulmü reddettim. Benim nezdimde Rabbimin rızāsından daha üstün hiç bir şey olmadı. Ey Allâh’ım! Ben bunu kendimi temize çıkarmak için söylemiyorum. Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ancak ben bunu, tesellî olsun diye annemin üzüntüsünü hafifletmek için söylüyorum.” 

Abdullah’ın bu sözlerine karşılık annesi ona şöyle dedi: “Şâyet âhiret yolculuğunda beni geçersen, senin üzüntüne güzel bir şekilde katlanacağımı ümit ediyorum. Şâyet ben seni geçer de senden önce ölürsem senin işinin sonunun nereye varacağını görmem husûsunda gönlümde bir boşluk kalır.” Bunun üzerine Abdullah da şöyle dedi: “Anneciğim! Allah seni hayırla mükâfatlandırsın! Ben öldükten sonra sen, bana duā etmeyi bırakma!” 

Annesi “Hayır, bırakmam. Ben bunu aslâ bırakmam. Bâtıl uğruna öldürülen kim ki? Sen hak uğruna öldürüleceksin.” dedi. Ardından annesi şu duāyı mırıldanırken Abdullah yanından ayrıldı: “Allâh’ım! Uzun gecede kılınan şu uzun namazın hürmetine, şu ağlayışın ve Medîne ile Mekke’nin şu kavurucu sıcaklığındaki susuzluğun hürmetine, babasına ve bana iyi davranmasının hürmetine ona merhamet eyle! Allâh’ım! Onu senin emrine havâle ediyorum. Onun hakkında verdiğin hükme râzı oldum. Beni Abdullah hakkında sabredenlerin ve şükredenlerin sevâbıyla ödüllendir!” 

Yoğun saldırının olduğu bir gün Hz. Abdullah, üzerinde zırh ve miğfer olduğu halde annesinin huzûruna girdi. Onun önünde durdu. Selâm verdikten sonra elini alıp öptü ve ona vedâ etti. Bunun üzerine annesi: “Bu, seni cehennemden uzaklaştıran bir vedâdan başka bir şey değildir.” dedi.

Hz. Abdullah, “Evet, sana vedâ etmek üzere geldim. Bugünümün dünyâda yaşadığım son gün olduğunu biliyorum. Ey anneciğim! Şunu da bil ki, şâyet öldürülürsem bu zâten beklediğim bir şeydir. Ancak ben, et ve kandan ibâret bir bedene sâhibim. Bana yapılan şey bana zarar vermez.” dedi. Bunun üzerine annesi şöyle dedi: “Doğru söyledin. Basîretinin sana gösterdiği istikāmete doğru git! Haccâc’a fırsat verme! Yaklaş bana! Sana vedâ edeyim!”

Abdullah, annesinin bu sözü üzerine ona yaklaştı. Annesi onunla kucaklaştı. Bedeni zırha temâs edince: “Bu nedir? Senin istediğin şeyi isteyen adam bunu giyer mi?” dedi. Abdullah, “Zırhı sâdece sen öyle istersin diye, sana bağlılığımı göstermek için giydim.” deyince annesi: “O, benim istediğim değil, seni bana bağlamaz. Aksine bana ters gelen bir şeydir.” dedi. Bunun üzerine Abdullah zırhı çıkardı, gömleğin kolunu geriye doğru katladı ve gömleğin alt kısmını bağladı. Gömleğin altında olan ipek cübbenin alt kısmını da kemerin içine koydu. Annesi gözleri görmediği için, “Elbiselerinin kol ve paçaları sıvanmış değil mi?” diye sordu. O da “Evet, bildiğin gibi!” dedi. Annesi, “Allah sana sebat versin.” dedi.

Annesinden bu nasîhati aldıktan sonra çarpışmaya giren Abdullah, sonunda kimin attığı ve hedefi belli olmayan serseri bir taşın isâbet etmesiyle yere düştü. Bu esnâda kafası yere çarpan Abdullah, orada şehîd oldu. Abdullah, 17 Cemâziyyülevvel 73//4 Ekim 692 târihinde şehîd edildiğinde 72 yaşındaydı. Onun öldürüldüğüne dâir haber Haccâc’a gelince çıkıp ona doğru yürüdü. Kendisine takviye olarak gelen ordunun komutanı Târık b. Amr’la birlikte cesedin başucunda durdu. Târık, “Analar ondan daha erkek birisini doğurmadı.” dedi. Haccâc, “Halîfeye karşı çıkan birini övüyorsun, öyle mi?” deyince Târık ona şu cevâbı verdi: “Evet, bu bizim için en iyi mâzerettir. Şâyet onun bu cesâreti olmasaydı bizim hiçbir mâzeretimiz kalmazdı. Herhangi bir hendek, kale ve gücü olmaksızın onu yedi aydır kuşatma altında tutuyoruz. Onunla her karşılaştığımızda bize tam karşılık vererek dengeyi sağladı; hattâ bize gālip geldi.” Onların bu diyaloğu Şam’daki Emevî halîfesi Abdülmelik b. Mervân’a ulaşınca o da Târık’a hak verdi. 

Hz. Esmâ bir kefen hazırlamış, açmış ve güzel koku sürmüştü. Hizmetçilerine mescidin kapılarının önünde durmalarını emretmişti. Abdullah öldürülünce feryât ettiler. Esmâ onları, Abdullah’ı taşımaları için gönderdi. Haccâc, askerleriyle oraya doğru yöneldi. Onun kim olduğunu sordu. Ona Abdullah’ın annesi Esmâ olduğunu söylediler. Haccâc, Abdullah’ın aleyhinde konuşunca Esmâ ona şöyle dedi: 

“Yalan söylüyorsun! Benim oğlum Medîne’de İslâmî dönemde dünyâya gelen ilk bebektir. Allah Rasûlü (sav) onun doğmasına sevindi ve çiğnediği hurmayı kendi eliyle onun damağına sürdü. Sevinçlerinden dolayı müslümanlar öyle bir tekbir getirdiler ki Medîne çınladı. Şimdi ise sen ve taraftarların onun öldürülmesine seviniyorsunuz. O gün onun doğmasına sevinenler, senden ve taraftarlarından daha üstündür. Bunun yanı sıra o, anne ve babasına iyi davranan, çokça oruç tutan, Allâh’ın Kitâbını uygulayan, Allâh’ın Haremi’ne saygı gösteren, Allâh’a isyân edilmesini hoş karşılamayan biriydi.” 

“Sen onun dünyâsını kararttın, o da senin âhiretini kararttı.” diye düşünüyorum. Ona, “iki kemerlinin oğlu!” diyerek onu ayıpladığın bana ulaştı. Evet, vallâhi ben iki kemerliyim. Onlardan biri kadının onsuz olamayacağı kemerdir. Diğeri ise içinde Allah Rasûlü’nün yemeği ile babamın yemeğini karınca ve diğer böceklerden koruduğum kemerdir. Şaşarım sana! Bunların hangisiyle onu ayıplıyorsun?” 

Esmâ’nın bu sözleri üzerine Haccâc hayâl kırıklığına uğradı ve oradan çekip gitti. Bu diyalog haberi, Şam’daki Emevî halîfesi Abdülmelik’e ulaştı. O da Haccâc’a, Esmâ’yla bu şekilde konuşmasını kınayan bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: “Sâlih adamın kızıyla senin ne işin var?” 

Esmâ, Haccâc’a haber gönderip cesedi kefenlemek için izin istedi. O buna yanaşmadı ve durumu Abdülmelik’e bildirdi. Abdülmelik ona cevap olarak yazdığı mektubunda yaptıklarını kınıyor ve “Bıraksana, annesi onu defnetsin!” diyordu. Bunun üzerine Haccâc izin verdi. Esmâ onu Mekke’deki Hacûn kabristanına defnetti. Kendisi de bundan birkaç ay sonra Mekke’de vefât etti. Kadın muhâcirler içerisinde en son ölen sahâbî olarak bilinen Esmâ’nın ileri yaşlarında gözüne perde inmişse de aklî dengesi hiç bozulmamış ve dişleri dökülmemişti.[1]

Bugün, şehîd olan çocuklarını kucaklarına alıp onların uçarak cennete gitmelerini izleyen Gazzeli anneler, Hz. Esmâ’ya ne kadar benziyor değil mi? Onların Esmâ’ya benzediği kesin de; biz kime benziyoruz bilmiyo

[1] İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 249-255; Taberî, Târih, II, 375-380; Yardım, Ali, “Esma bint Ebî Bekir”, DİA, XI, 402-404.

Ekim 2025, sayfa no: 42-43-44

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak