Ara

Namazın Önemini İdrak

Namazın Önemini İdrak

Peygamber Efendimiz’in(sav) hayâtında namaz merkezî bir konum arz etmekteydi. O, namazı gözünün nûru olarak görmekteydi. Farz namazları îfâ etmenin yanında nâfile namazlarla gönül huzûrunu kıvâma erdirirdi. Ne zaman bir sevinç hâli yaşasa, her ne zaman nimetlerle nasiplense namaza yönelmek sûretiyle şükrünü gerçekleştirirdi. Ne zaman sıkıntılı bir durumla karşılaşsa, ne kadar üzücü bir duruma mâruz kalsa namazla ferahlardı.1 Hayâtı boyunca namazlarından aslâ tâviz vermeyen Peygamber Efendimiz, yeni Müslüman olanlardan namaz konusunda isteksiz görünenlere müsâade etmemiş ve namazsız bir dînin olamayacağını ifâde etmiştir. Örneğin Sakif kabîlesinden gelen bir heyet Peygamber Efendimiz’e, kendilerinden öşür alınmamasını, cihâda çağrılmamalarını ve namazın onlara farz kılınmamasını şart koşmuşlardı. Buna karşılık Peygamber Efendimiz(sav) şöyle cevap vermiştir: “Sizden öşür alınmasın, cihâda da çağrılmayın. Ama rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.”2

Mi’rac gecesi farz kılınan beş vakit namaza Peygamber Efendimiz o kadar çok önem vermiştir ki, savaşlarda bile mücâhidlere cemâatle namaz kılmalarını emretmiş ve nasıl kılacaklarını bizzat kendisi tâlim etmiştir. Ebû Hureyre(ra) şöyle anlatmaktadır: “Resûlullâh(sav) bir sefer esnâsında, Dacnân ile Usfan arasında konaklamıştı.  Müşrikler; “Onların bir namazları vardır ki onlar için babalarından ve evlatlarından daha kıymetlidir. Bu namaz ikindi namazıdır. Hazırlığınızı yapın, üzerlerine toptan hücûm edin!” dediler. Bunun üzerine Cebrâil(as), Peygamber Efendimiz’e gelerek savaş esnâsında namazın nasıl kılınacağını târif etti: “(Ey Resûlüm! Savaşta) mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırırken, yalnızca bir bölümünün silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Namazlarını bitirdikten sonra onlar, namazlarını edâ etmemiş olan diğer grubun, her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip, seninle namaza durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar. (Çünkü) inkârcı düşmanlarınız, ânî bir baskınla üzerinize saldırabilmek için, silahlarınızı ve techîzâtınızı unutup bırakmanızı isterler. Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yâhut hasta iseniz (namaz kılarken) silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Lâkin tehlikeye karşı da (dâimâ) hazırlıklı olun. Allâh şüphesiz hakîkati inkâr edenler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır.”3

Âyette bahsedilen bu namaza “Korku Namazı” adı verilmektedir. Düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında cemâatin iki gruba ayrılarak, imamın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rek’atlı bir namazın ilk rek’atını, dört rek’atlı bir namazın ise ilk iki rek’atını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemâatten ayrılıp görev başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rek’atları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda olduğu için kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar. Böylece hem cemâatle namaz îfâ edilmiş hem de görev aksatılmamış olur.4 Dolayısıyla şartlar ne olursa olsun Müslümanlar için namazı ertelemek, hattâ cemâatle kılınmasını dahî terk etmek söz konusu olmamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, mü’minin iktidâra, güce ve kudrete ulaştığı zamanda bile namazla buluşacağını şu şekilde açıklamaktadır: “Mü’minlere yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de, sâdece Allâh’a âittir.”5

Böylesi ulvî bir gâye için bir mü’min, her türlü zorluğu göze almalıdır. Ebû’d-Derdâ’ya(ra) Peygamber Efendimiz şu hatırlatmalarda bulunmuştur: “Paramparça edilsen, ateşlerde yakılsan bile, sakın hiçbir şeyi Allâh’a ortak koşma! Hiçbir namazını da terk etme; kim namazı bile bile terk ederse ondan, Allâh’ın koruması kalkar…”6

Peygamber Efendimiz savaş esnâsında, farz olan namazı kıldırmakla yetinmez, geceleri sabahlara kadar huzûr-ı ilâhîde niyaz hâlinde bulunurdu. Nitekim Hz. Ali(kv) Bedir Gazvesi’ni anlatırken şöyle demektedir: “Bedir günü aramızda Mikdâd’dan başka süvâri yoktu. İyi biliyorum, o zaman Allah Resûlü hâriç hepimiz uyumuştuk. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz kılıp ağlamıştı.”7

Peygamber Efendimiz’in(sav) Allah Teâlâ’ya olan muhabbeti ve bağlılığı o noktaya çıkmıştı ki, dünyâda rahat ve huzûru ancak Yüce Rabbine ibâdet etmekte bulurdu. Dünya meşgaleleri arasında gönlü daraldığı zaman: “Ey Bilâl! Bizi rahatlat.” buyurarak ezana ve namaza koşmuş, namaz vakti girdiğinde her şeyi bir tarafa bırakarak Rabbine yönelmiştir. Hayâtı boyunca namazlarını dâimâ ilk vaktinde kılmıştır. Nitekim O, nerede olursa olsun, vakti girdiği anda hemen namaz kılmaktan çok hoşlanırdı.8 Bir defasında Peygamber Efendimiz, elinde bıçak olduğu halde yemek yerken, ezan okunmuş ve namaza çağrılmıştı. Hemen ayağa kalkarak elindeki bıçağı bir tarafa bırakıp namaza gitmiştir.9 Cenâb-ı Hak, namaza ağır davranmayı ve vaktini geciktirmeyi münâfıkların vasıfları arasında zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “…Şüphesiz ki münâfıklar namaza kalktıkları zaman, tembel davranırlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allâh’ı da pek az zikrederler.”10; “Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gaflettedirler.”11

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar, kılınıp kılınmadığına aldırmazlar, vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp vaktinden tehir ederler, namazın terkinden müteessir olmazlar, kıldıkları vakit de Allah için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar, açıkta insanlar yanında kıldıkları halde, gizlide kılmazlar; kıldıklarında da Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, ‘İki yatış bir kınteş bakış’tan ibâret bir gösterişle kılarlar.”12

Namazı ilerleyen vakitlere bırakmayı hoş görmeyen Peygamber Efendimiz, şu hatırlatmada bulunmaktadır: “Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde de affı vardır.”13 Cenâb-ı Hak, namazlarını ilk vaktinde kılan kullarından râzı olurken, ihmâl edip son vakitlere bırakma hatâsını işleyenleri ise sâdece merhameti ile affeder. Peygamber Efendimiz, son hastalığının en şiddetli anlarında dahi, namazını geçirmemiştir. Bu hastalığı o kadar çok şiddetlenmişti ki, kuvvet ve tâkatten kesilmişti. Buna rağmen, öğle ve ikindi vakitlerinde iki kişinin yardımıyla odasından çıkarak mescide kadar geldi ve namazını cemâatle kıldı. Ölüm acıları içinde kıvranmasına rağmen, ümmetinin en çok istifâde edeceği hususları hatırlatmaktan geri durmadı ve son sözleri: “Namaz! Namaz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allah’tan korkun!” oldu.14

Hayâtını, İslâm’ı en güzel şekilde tebliğ etmeye ve ashâbını ilâhî bir terbiye ile yetiştirmeye adamış olan Peygamber Efendimiz, huzur kaynağı namazın, herkes tarafından en güzel bir şekilde kılınmasını isterdi. Mûte Gazvesi’ne gitmek üzere hazırlanan Abdullah bin Revâha, gül yüzüne hasret kalacağı Peygamber Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştıktan sonra; “Ey Allâh’ın Resûlü! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyur.” demişti. Peygamber Efendimiz ona; “Sen yarın Allâh’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri ve namazları çoğalt.” buyurdu.15

Peygamber Efendimiz, mü’minlerin küçük yaşlardan itibâren namaza alıştırılmaları üzerinde titizlik gösterirdi. Çocuk yedi yaşına girdiğinde ona namaz kıldırılmasını, on yaşına gelindiğinde ise namaz üzerinde daha büyük bir ciddiyetle durulmasını isterdi. Allah(cc) şöyle emretmiştir: “Âilene namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devâm et! Biz senden bir rızık istemiyoruz. Bilakis seni rızıklandıran da Biz’iz! Âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.”16

Peygamber Efendimiz’in(sav) bu hassâsiyetini iyi kavrayan Müslümanlar, târih boyunca namaza ayrı bir değer vermişlerdir. Kendilerini Peygamber Efendimiz’in izinden gitmeye memur addeden Osmanlı sultanlarından VI. Mehmed Reşâd, saraydaki hânedan çocuklarını yetiştirmek üzere “muallime-i selâtin” (sultan hocası) tâyin ettiği Safiye Hanım’a, ilk olarak şunu emretmiştir: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği harâm ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından, talebe şehzâde ve hanım sultanlara söylensin.”17

Baştan sona nurdan ibâret olan namaz, sâhibini günahlardan korur ve doğru yola sevk eder, ecri ve sevâbı âhirette sâhibine nûr olur, kalbi de ilâhî hakîkatlere karşı münkeşif olur.18

Namaz bir başkasının bizim yerimize yapamayacağı bir ibâdettir. İslâm’da ibâdet bir sanattır. Birtakım alışkanlıklardan da ibâret değildir. Namaz insanı, günün beş vaktinde çekip Allâh’ın çizgisine getirme ibâdetidir. Günün beş vaktinde ayarlama ibâdetidir. Dünyânın yaşamına, meşgalesine, hayhuyuna dalan insanın, günde beş defa akordunu düzeltme ibâdetidir. İnsan bu ibâdeti yaptıkça; abdest almasıyla stresi gider, sinirleri gevşer, vücûdu rahatlar. Yatıp kalkmasıyla, secdesiyle, rükûsuyla, kıyâmıyla, kuuduyla, beynin kanla yıkanıp yeni kanın gelip yorgunluk malzemelerinin gitmesiyle kafası dinlenir. Kalbi de mânevî bakımdan temizlenir, kötü duygular silinir. Bir önceki namazla bu namaz arasındaki yaptığı kusurlar bağışlanır ve temizlenir. Namazların böyle günahları affettirme faydası vardır. İnsan bir namaza gelince insâfa da gelir. Bir kötülüğe niyet etmişse bile, o kötülükten vaz geçer ve kötülüğü yapmayı bırakır.

İbâdetlerden tat almanın şartı; günahlardan sakınmak, haramdan dilimizi korumak, gönlümüzü muhâfaza etmek, midemizi haram lokma yemekten korumak, güzelce abdest almak ve takvâlı olmaktır.

Dipnotlar

  • Bu makale Üsve-i Hasene isimli eserden esinlenerek hazırlanmıştır. Bkz. Komisyon, Üsve-i Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Adâbda) En Güzel İnsan –sallallahu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları, İstanbul 2003, c. I, s. 117-121.

1 Ebû Dâvud, Salât, 312.

2 Ebû Dâvud, Harâc, 25, 26.

3 Nisâ, 102; Tirmizî, Tefsîr, 4/21.

4 Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihâli, İstanbul 1991, s. 377-378.

5 Hacc 22/41.

6 İbn-i Mâce, Fiten, 23.

7 İbn-i Huzeyme, Sahîhu İbn-i Huzeyme, Beyrut, 1970, c. II, s. 52.

8 Buhârî, Salât, 48.

9 Buhârî, Ezân, 43.

10 Nisâ 4/142.

11 Mâûn 107/4-5.

12 Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, İstanbul 1971, c. IX, s. 6168.

13 Tirmizî, Salât, 13.

14 Ebû Dâvud, Edeb, 133.

15 Vâkidî, Meğâzî, Beyrut 1989, c. II, s. 758.

16 Tâhâ 20/132.

17 Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, İstanbul, 1964, s. 21.

18 M. Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Seha Neşriyat, İstanbul 1979, c. I, s. 26,

Nisan 2025, sayfa no: 10-11-12-13

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak