Ara

Müslümanların Kardeşliğini Zedeleyen Dil Yarası

  Müslümanların Kardeşliğini Zedeleyen Dil Yarası Prof. Dr. Kadir Özköse  Ashâb-ı kirâmdan biri Peygamber Efendimiz’e (sav), “Ey Allâh’ın Resûlü! Benim hakkımda en çok neden korkup endişe ediyorsun?” diye sorar. Peygamber Efendimiz mübarek dilini tutarak, “İşte bundan” diye buyur.[1] Bu hadis-i şerif bizlere dilimize hâkimiyetin İslâm kardeşliğini temin eden yegâne faktör olduğuna işaret etmektedir. Dilimize hâkimiyet özellikle de fitne zamanlarında riayet edilmesi gereken temel hususiyettir. Allah (cc) fitnenin adam öldürmekten daha büyük bir suç olduğunu beyan kılmaktadır.[2] Âyet-i kerîmenin ifâde boyutuna telmih sadedinde Peygamber Efendimiz (sav), dilin kılıç darbesinden daha tehlikeli olduğu hatırlatmasında bulunur.[3] Fitneler, kavgalar ve çatışmalar belki sona erebilir ancak kimi zaman öldürücü silaha dönüşen, hançerden daha keskin olan ve âdeta insanın ciğerine işleyen dil yaraları her zaman tazeliğini korur ve her zaman yürekleri kanatır. Fitne zamanında kafalar karışık, işler çapraşık ve yürekler paramparçadır. Böylesi zamanlarda herkes kendine hâkim olmalı ve özellikle diline sahip olmalıdır. İki Müslüman birbirine gönül koyduğu zaman, ezelî ve ebedî düşmanımız olan şeytan, “Burada bize ekmek var” diye ellerini ovuşturup sevinir. İki Müslüman birbirini kırıp gücendirdiği zaman, şeytan zil takıp oynar. Müslümanlar, uluorta birbirinin aleyhinde konuştukları zaman İblis, o günü bayram ilân eder ve bu fitneyi başaran şeytanlara madalya takar. Buna göre, diline sahip olan Müslüman şeytana pirim vermemiş, başını belâdan korumuş ve kalbini günahtan himaye etmiş olur.[4] Diline sahip olanın hem dünyada hem âhirette selâmete ereceğini beyan sadedinde Peygamber Efendimiz (sav), “Susan kurtulur”[5] çağrısında bulunmaktadır. Ebedî kurtuluşun yolunu öğrenmek isteyen bir sahabeye ise Peygamber Efendimiz, “Aleyhine olacak sözlerden dilini korumasını” tavsiye etmiş ve diline hâkim olmazsa istikbâlini mahvedeceğini haber vermiştir.[6] Ashâb-ı kirâm söz ve davranışlarıyla birbirini incitmekten, birbirinin gönlünü kırmaktan ve birbirinin kul hakkına tecavüz etmekten çok sakınırlardı. Küçükler büyükleri sayar ve büyükler küçükleri himâye ederdi. Onlar hesaplarını dünyaya göre değil, âhirete göre yaparlardı.[7] İşte bu gerçeğin en güzel örneklerinden birisi sahabeden Rabîa İbni Kâ’b el-Eslemî (ö. 63/683)’nin incitmekten ve kem sözden sakınma hususundaki hassasiyetidir. Şöyle ki: Bir gün Peygamber Efendimiz ona; - Artık evlensene, Rabîa, buyurdu. Fakat o, evlenecek ve bir evi geçindirecek maddî imkânı bulunmadığını, daha da önemlisi, kendini Peygamber Efendimizden ayıracak hiçbir şeyi arzu etmediğini söyledi. Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz Rabîa'ya yine evlilik konusunu tekrar açtı. O da aynı cevabı verdi. Ardından da kendi kendine düşünmeye başladı: “Peygamber Efendimizin teklifini reddetmekle acaba doğru mu yaptım? Benim için hayırlı olanı o daha iyi bilir. Şayet yine bu konuyu açarsa, emrini yapmaya hazır olduğumu söyleyeyim”, dedi ve öyle yaptı. Peygamber Efendimiz de onu, halkı Medine'ye seyrek gelen bir kabileye göndererek, "Rabîa'yı falan kadınla evlendirin" diye haber saldı. Kabile halkı Rabîa'yı çok iyi karşıladılar; “Hz. Peygamber’in (sav) emri başımız üstüne." dediler. Döndükten sonra olup biteni Peygamber Efendimiz’e anlatan Rabîa'nın bir sıkıntısı olduğunu anlayan Hz. Peygamber ona; - Hayrola, bir derdin mi var? diye sorunca, Rabîa üzüntüsünün sebebini açıkladı: - Yâ Resûlallah! Galiba bu iş olacak ama benim düğün yemeği verecek param yok, dedi. Resûlullah'ın emri üzerine Rabîa'ya bir koç alması için para toplandı. Peygamber Efendimiz de, ailesinin ertesi günkü rızkı olan bir miktar arpayı getirtti. Artık Rabîa rahatlamıştı. Onun düğün yemeğine Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir de katıldı. Efendimiz Rabîa'ya düğün hediyesi olarak bir tarla, Hz. Ebû Bekir de hurma bahçesinden bir kısmını verdi. Aradan günler geçti. Bir gün Hz. Ebû Bekir'le Rabîa arasında hurmalık yüzünden küçük bir ihtilâf çıktı. Bu sırada Hz. Ebû Bekir, her nasılsa ona hoş olmayan bir söz söyledi; ardından da söylediğine söyleyeceğine pişman oldu. Rabîa'ya, "Ne olur, sen de aynı sözü bana söyle, böylece aramızda kısas yapmış olalım" diye rica etti. Fakat Rabîa buna yanaşmadı. Üzerinde bir kul hakkı bulunmasından son derece rahatsız olan Hz. Ebû Bekir hurmalığın tamamını Rabîa'ya bıraktıktan sonra "Haydi o sözü bana iade et" diye ısrar etti. Rabîa, Hz. Ebû Bekir gibi birine öyle bir şeyi nasıl söylerdi! "Hayır, bunu yapamam, dedi. Doğrusu Hz. Ebû Bekir çok zor durumda kalmıştı. "Öyleyse gel Resûlullah'a gidip meseleyi arzedelim; belki o kısas yapmamıza izin verir." dedi. Kendi kabilesinden bazılarının Rabîa'yı haklı, Hz. Ebû Bekir'i haksız bulmaları bu fakir, ama gönlü zengin insanı çok üzdü. "Siz Ebû Bekir'in kim olduğunu bilmiyor musunuz? Onu gücendirmek Resûlullah'ı gücendirmektir; Resûlullah'ı gücendirmek ise Allâh’ı gücendirmektir. İşte o zaman Rabîa mahvolur!" diyerek onları susturdu. Rabîa, işte bu düşünceyle Hz. Ebû Bekir'e kötü bir söz söylemek istemiyordu. Resûl-i Ekrem'in huzuruna vardıklarında Hz. Ebû Bekir olup bitenleri anlattı. Allâh’ın Resûlü bir de Rabîa'yı dinledikten sonra ona, o sözü Ebû Bekir'e iade etmemekle iyi yaptığını, onun yerine "Allah seni bağışlasın Ebû Bekir" demesini tavsiye etti. Rabîa öyle deyince, Hz. Ebû Bekir çok duygulandı, ağlayarak evinin yolunu tuttu.[8]

Bu rivayetten hareketle diyebiliriz ki dil, vücudumuzun küçük organıdır ama cirmi çok büyüktür. Çünkü dilin bütün organlar üzerinde yönlendirici bir etkisi vardır. Çünkü o kalbin sözcüsüdür. Kalpte olup bitenleri dil dışa vurur. Efendimiz dilin diğer organlara tesir boyutunu şu hadis-i şerifiyle dile getirmiştir: “İnsan sabahlayınca, bütün organlar dile başvurur ve ona şöyle derler: ‘’Bizim haklarımızı korumakta Allah'tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir yoldan çıkarsan biz de sana uyar ve senin gibi oluruz.’”[9] İlgili hadis-i şeriften ilham alan Ahmed b. Âsım Antakî (ö.239/853), bizleri uyarmakta ve kalbimizin salâhını dilimizin korunmasına bağlamaktadır.[10] Gönül erlerinden Abdullah İbn Hubeyk (ö.225/840) kalbimizde ibâdet ve itâat zevkini söndüren ana faktörün bâtıl ve boş sözlere kulak vermek olduğuna dikkat çeker[11] ve müridi Feth b. Şahraf’a şu tavsiyede bulunur: “Ey Horasanlı! Ekseriya insanın başını derde sokan şu dört şeydir: Gözün, dilin, kalbin ve arzun. Gözüne sahip çık ki, onunla helâl olmayan şeye bakmayasın. Diline sahip ol ki, Allah Teâlâ’nın, kalbinde olduğunu bildiği şeyin aksini söylemeyesin. Kalbine dikkat et ki, gönlünde hiçbir Müslüman için kin ve haset hissi bulunmasın. Arzuna malik ol ki, şer olan bir şeyi arzu etmiş olmayasın. Bu dört husus sende mevcut olmazsa toprak başına, muhakkak ki bedbaht bir insansın.”[12]

Gözü, kalbi, dili ve arzuları koruma hususundaki hassasiyetimiz bizleri muttaki kılacaktır. Takvâmızın yaptığımız alışverişlere, terk ettiklerimize ve söylediğimiz sözlere bağlı olduğuna dikkat çeken Şakîk-i Belhî (ö.194/809), muttakilerin mübahlar çerçevesinde alışveriş yaptıklarını, haram ve mekruhları terk ettiklerini, konuştukların da hak sözü söylediklerini belirtmektedir.[13] Huzuruna varıp kendisine alık alık bakan bir şahsa Davud-ı Tâî (ö.165/781), lüzumsuz konuşmalar kadar lüzumsuz bakışlardan da Müslümanın rahatsız olduğuna işaret eder.[14]

Bakışlarımıza ve dilimize hâkimiyetimizin temel şartı doğru sözlülüktür. Bu gerçeği ifâde sadedinde Allah (cc); Her günahkâr yalancının vay haline![15] buyurarak yalan söylemenin vahametine dikkat çekmektedir. Benzer uyarıyı Peygamber Efendimiz yapmakta ve şöyle demektedir: “Yazıklar olsun o kimseye ki, konuşur da insanları güldürmek için yalan söyler! Yazıklar olsun ona, yazıklar olsun ona!”[16] Bu âyet ve hadise göre kişiyi helâk olmaktan kurtaracak ve onu faziletli bir insan haline getirecek ilk ve temel hususiyet, doğru sözlülüktür. Lokman Hakîm’e de sahip olduğu fazilet kast edilerek; – Seni şu gördüğümüz yüksek mertebeye ulaştıran nedir? diye sorul­duğunda, o; – Doğru sözlülük, emanete riayet edip yerine getirmek ve beni ilgilendirmeyen işleri terk etmektir, diye cevap vermiştir.[17] Yalancılık, sözünde durmamak, çirkin söz ve başkasına hakaret Müslümanın uzak kalması gereken felaketlerken, doğru sözlülük, emanete riayet, sözünde durmak, ahde vefa ve nezaket sahip olması gereken Müslüman ahlâkıdır.[18] Çünkü mümin; çok kınayan, çok lanet eden, hayâsız, pis ve çirkin konuşan kimse değildir.[19] Müslüman elinden ve dilinden diğer insanların salim olduğu insandır.[20] Her konuda yegâne örneğimiz Peygamber Efendimizdir. Allah (cc) âyet-i kerimede tavsif ettiği üzere, Peygamber Efendimiz hayatı boyunca insanlara yumuşak ve nazik davranmış, sert ve katı kalpli olmaktan kaçınmıştır.[21] O, rıfk/yumuşak davranıştan yoksun kalanın hayırdan da yoksun olacağını belirtmiştir.[22] Çünkü rıfk, bulunduğu şeyi güzelleştirir.[23] Allah katında iyilikle kötülük bir değildir. Allah (cc) kötülüğü en güzel şekilde savmanın düşmanlıkları sıcak bir dostluğa dönüştürme vesilesi olduğuna dikkat çekmektedir.[24] Sonuç olarak diyebiliriz ki, yan bakmanın bile kavga sebebi olduğu toplumumuzda sövgü içeren her sözcük muhataba atılan bir taş gibidir. Kırıcı konuşmalar, karşılıklı hakaretler, yalan ve yanlış sözler muhatapları birbirine düşürmekte, öfke silahı bireylerin bıçaklara ve mermilere sarılmasına yol açmakta, bir hiç uğruna insanlar canlarından olmaktadır. Günümüzde birbirine sövüp sayanlar güya içlerini boşaltmakta, sövgü ve hakaretlerle rahatladıklarını zannetmektedirler. Bu nasıl bir insanlık psikolojisidir ki başkasını rencide eden söylemler kabadayılık sayılmakta ve kahramanlık edasına büründürülmektedir. Aile ortamlarında, kahvehane köşelerinde, trafikte seyrederken, stadyumlarda sportif faaliyetler gerçekleştirilirken gencinden yaşlısına kalabalıklar bağırıp çağırmakta, ağızlarına gelen her sözü söylemekte, ne söylediğini bilmeyecek şekilde avazıyla bağırmakta, egolarını tatmin uğruna nefislerinin taşkınlıklarını sözlerine yansıtmaktadırlar.[25] Çözüm İslâm ahlâkıdır. Çare hilm ve edeptir. Tek vazifemiz Müslümanca yaşamak ve dilimize hâkimiyettir. Tahammülsüzlüğe, müsamahasızlığa, saygısızlığa ve aymazlıklara son vermeden iman eri olmamız mümkün değildir. İslâm coğrafyasının eman yurdu ve selamet diyarı haline gelmesi öncelikle dillerimizi salim kılmaktan geçmektedir.   [1] Tirmizî, Zühd 60; İbn-i Mâce, Fiten 12. [2] Bakara, 2/217. [3] İbn-i Mâce, Fiten 12. [4] M. Yaşar Kandemir, “Kafalar Karıştığında”, Altınoluk, Ağustos 2001, Sayı: 186, s. 24. [5] Tirmizî, Kıyâmet 50; Dârimî, Rikak 5. [6] Tirmizî, Zühd 61. [7] M. Yaşar Kandemir, “Dile Benden Ne Dilersen”, Altınoluk, Nisan 2001, Sayı: 182, s. 24. [8] Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 58; M. Yaşar Kandemir, Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed, Erkam Yayınları, İstanbul 2008, s. 138-140. [9] Tirmizî, Zühd 61. [10] Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik & Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 394. [11] Kuşeyrî, er-Risale, s. 408. [12] Kuşeyrî, er-Risale, s. 408. [13] Kuşeyrî, er-Risale, s. 397-398. [14] Kuşeyrî, er-Risale, s. 422. [15] Câsiye, 45/7. [16] Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Tirmizî, Zühd, 10. [17] İmam-ı Malik, Muvatta’, Kelam, 17 [18] İ. Hakkı Ünal, “Kötü Sözün Sahibi”, Diyanet Aylık Dergi, Sayı: 245, Mayıs 2011, s. 48-49. [19] Tirmizi, Birr, 48. [20] Buhârî, Rikâk, 26. [21] Âl-i İmran, 3/159. [22] Müslim, Birr, 74. [23] Müslim, Birr, 78. [24] Fussılet, 34. [25] Ünal, “Kötü Sözün Sahibi”, Diyanet, Sayı: 245, s. 49.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak