Ara

Müslümanlar

Müslümanlar

Yeryüzünde sürdüğümüz hayatta Allah Teālâ’ya yönelmedikçe, âhirete yönelmedikçe, kıyâmet günü kaybedenlerden olacağız.

Muhammed Mustafâ Efendimiz’e (aleyh-is-salât-ü-vesselâm) indirilen ilk vahiy “Oku!” emridir. Müslümanlar için derin anlamlar barındırmaktadır. Ancak biz okumuyoruz. Dolayısıyla kavrayamıyor, idrâk edemiyor ve göremiyoruz. 

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitābını işiten mü’min, bu çağrıya tüm yaşantısı ile icâbet edip “Evet” cevâbını vermek için dünyâya gönderilmiştir. Ancak “evet” demiyoruz. Dolayısıyla yaşantımız anlamsız ve hedefsizdir.

Kur’ân-ı Kerîm, İslâm dînine çağrıdır. Rasûlullah Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellem, yaşayan Kur’ân olmaya çağrıdır. İnsanoğlunun halîfe sıfatı taşımasıyla kendi varlığı bir çağrıdır. Ezân-ı Muhammedî, Allah Teālâ ile vuslata çağrıdır. Peygamberlerin ve evliyâların nurlu sözleri muhabbete çağrıdır. Ancak çağrıları duymuyoruz. Dolayısıyla yanlış bir istikāmete doğru ilerlemekteyiz.

Kur’ân-ı Kerîm’de: Evet, biz o emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok zālim, çok câhil bulunuyor.” buyrulur. (Ahzab, 72.) Fakat biz bu emâneti taşıyamadık. Emâneti taşımak için gayret etmeyen, büyük kayıp içinde demektir. 

Allâh’ın nûrundan hâlâ haberimiz yoktur. Bizler, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek olan İslâm nûrunun vârisleriyiz. Ancak nurdan kaçmış olduk ve karanlığı tercîh ettik.  

İtāat ettik, fakat teslîm olamadık. Binlerce endîşemiz oldu, fakat hüzünlenemedik. Baktık; fakat göremedik. Zanlar ile düşündük; fakat tefekkür edemedik. Cevap alma peşindeyiz; fakat mükâfât kazanamadık. İlaçlar içtik; fakat gerçek şifâyı bulamadık. Birçok derdin içinde boğulduk; fakat aşk derdine düşmedik. Kurban kestik; fakat kurbân olamadık. Tanıdıklar çok; fakat âhiret kardeşi ve süt kardeşi olamadık. Ateşe atılmaktan korkuyoruz, fakat kendi işlediğimiz ameller ile kendi kendimizi ateşe atıyoruz ve böylece dünyâyı ateşe vermiş oluruz. Ölmekten korkuyoruz fakat ölü gibi yaşıyoruz. Dünyâda kaybetmekten korkuyoruz, fakat kıyâmet günü kaybedenlerden olmaktan korkmuyoruz. 

Müslümanlar İslâm‘ın şartlarını yerine getirdikten sonra kendilerini dîni tam anlamıyla yaşamış addediyorlar. Halbuki herşey bu dînî vazīfeleri yaptıktan sonra başlıyor. Aşkın yegâne sebep olduğunu anlayamadık. Aşk araçtır, kıbledir, gāyedir. Birbirimizi Allah rızāsı için sevmeyi beceremedik. Fahr-i kâinât Efendimiz (aleyhis-salât ü ves-selâm)’ın yaradılışımızın sebebi olduğunu, ālemlere rahmet olduğunu kavrayamadık. Ehl-i Beyt'inin ve ashâbının fedâ ahlâkını; namaz, oruç, hac gibi ibâdetlerin birer yükümlülük, aşkın ise bir emir olduğunu anlayamadık.

Dîni yaşamak yerine dîni kullanmaktayız. Bir büyüğümüz; “Tevhîdden uzak olmak dindarlık değil, dîni darlıktır” buyurdular. İbâdetlerimizi ve dînî mükellefiyetlerimizi gerçekleştirirken tek motivasyon kaynağımız cehennem korkusu, cennet ümîdidir. Fânî olana düşkün sahte bir yaşam tarzını tercîh ettik. Bizi iflâsa götürecek dünyevî câzibeye kapıldık. Maddî hayâtımız için endîşe duyuyoruz, ama ebedî kurtuluşumuz için endîşe taşımıyoruz. Böylece gönlümüzdeki Allah’tan gayrı sevgiler artıyor ve bizi ādetâ içinden çıkılmaz bir kısır döngü içerisinde bırakıyor. 

Sünnet verilmiş tek ümmetiz. Mü’minler kelime-i şehâdet getirirken, görmeden îmân ederler. Bu sebeple ümmet-i Muhammed’e sonsuz güzellikleri seyretme ihsānı verilmiştir. Şehâdet getirdik ve Müslüman sıfatını giyindik. Kelime-i şehâdetin hakīkatini ise yaşamıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm 1400 senedir elimizde; ancak hâlâ bir ilkokul düzeyinde, daha önce Allah lafzını hiç duymamış gibi dinlemeyi tercîh ediyoruz. Dolaysıyla dîn-i İslâm’ın rûhu ve özünden mahrûm kaldık. İslâm’da ilerleme kaydetmediğin zaman, aslında geriliyor olursun. Müslümanlar pasif tarafta kalmayı, hakīkat üzerinde oturmayı tercîh ediyor. Halbuki Kur’ân’da buyurulduğu gibi: “Ey insan, ölümle Rabbine varıncaya kadar çalışıp çabalayacak, gayret edecek ve sonunda O’na kavuşacaksın.” (İnşikāk, 84/6) “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm 53/39) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri; Gayretimize melekler bile gıpta eder. Bāzan günahsızlığımızı melekler kıskanır. Bāzan arsızlığımız şeytānı bile kaçırır.“ buyurmaktadır. En büyük yolculuk hac ve hicrettir. En büyük, dinamik sünnet Rasûlullâh'ın sünnetidir. En yoğun mücâdele, iç savaş/'cihâd-ı ekber'dir. En büyük aşk eylemi secdedir. En yüce iç yolculuk mi’râcdır.

İslâm dîninde bir şeyin herhangi bir sebebi olması gerekmez. Biz O'nun (cc) mahlûklarına hizmet etmek için sebep aramayız. Ancak bizim O'na olan aşkımızı bitmeyen kulluk ile isbât etmeye ihtiyâcımız var. Kişinin hayâtında bir eylem yapması için gereken şey motivasyondur. Bu motivasyon ise harekete geçiren ihtiyaçtır. Müslüman olmak ile alâkalı değil, içimizdeki insanlığa nasıl ulaştığımızla alâkalıdır. 

İslâm’ın sınırsız güzelliklerinin idrâkine varmadığımız ve onu yaşamadığımız zaman dîni dışsallaştırmış oluruz. Şeytan Âdem’e secde etmedi, o'nun nûrunu görmedi. Sâdece çamur ve su gördü, halîfetullâhı göremedi. Hayâtımızdaki nûr, bereket, zenginlik ve kutsallığı göremiyorsak, İslâm’ın rûhunu ve özünü yaşamıyoruz demektir ve bu şekilde şeytānın görüşüne vâris oluyoruz ve bütün ibâdetleri şekilleştirmekteyiz. Peygamber Efendimiz’e (aleyhis-salât ü ves-selâm) tâbī olmuş bir kimsenin kutsal vazīfesi İslâm’ın ilâhî mükemmelliğinin iç hazînesini muhâfaza etmektir. Çünkü dışsallık egemen olunca İslâm dîni kişinin bedeninde hakārete uğramış olur ve ilâhî menfezlerden akan ebedî feyiz cereyanları kesilir.

İslâmiyet karşısına cehâleti hedef seçmiştir. Cehâlete karşı verilecek asil mücâdelenin ilimle olduğunu görmekteyiz. Yüce Rabbimiz Habîbi Hz. Muhammed (aleyhis-salât ü ves-selâm)’ı ālemlere rahmet olması ve güzel ahlâkı tamamlamak için göndermiştir. Kâinâtı Efendimizin nûru ile aydınlatmıştır. Gaflet ve bilinçsizliğin karanlıklarını en küçük zerrelerine varıncaya kadar ortadan kaldırmıştır. Dünyâ onun peygamber olarak gönderilmesiyle en tesirli temizliğe şâhit olmuştur. O’nunla, Habîb-i Edîb-i Kibriyâsı olan Efendimiz (aleyhis-salât ü ves-selâm) ile, kâinâtın nûru, “sirâcen münîra” “nur saçan kandil” (33:46) ile Allah Teālâ insanlığa gönderdiği ilâhî nûrunu tamamladı, ve onun ümmetinin ferdlerinin kalplerini hidâyet nûru üzerinde birleştirdi. O’nunla insanlık târihinin en muhteşem medeniyeti gerçekleşti. Bu mūcizevî toplumun kuruluşu, aydınlanmış nurlu şehir anlamına gelen Medîne-i Münevvere şehrinde mümkün oldu.

İslâm yegâne hak dindir ve bütün dinlerin kemâle ermiş hâlidir. İslâm’la birlikte hidâyet nûru varlığımızın her hücresine tesir etmektedir. Bundan dolayı İslâm başlı başına bir eğitim, bir terbiyedir. İslâm disiplini dışındaki tüm eğitim sistemleri noksandır. İnsanın havasızlıktan ölmesi gibi İslâmsızlıktan ölmesi de mukadderattır. İslâm’dan mahrum bırakılan insan, oksijensiz kalmış beyin veya kan akışından mahrum kalmış vücut gibi belli bir süre sonra ölüme mahkûm olacaktır.

Cehâlet ateşi, zülüm ateşi çok hızlı yayılmaktadır. İslâm’ın kaybettiğimiz hazînesini bulmak üzere yoğunlaşmaya ihtiyâcımız var. Zihnimizi ve niyetlerimizi temizlemek zorundayız, istikāmetimizi tekrar bulmalıyız. Bugünlerde kaybettiklerimizi tekrar kazanmaya çalışmalıyız. Bilincimizden ve kalbimizden kaybolan şeyler için kendimizi uyandırmalıyız. Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Rabbimiz’le ilişkimizi düzeltme, takviye etme ve güzelleştirme imkânı bulmalıyız. Tevhîd inancını taşıyan bir mü’minin amacı kâinatla kaybettiği ilişkiyi yeniden keşfetmesi ve bu bağı tekrar kurmasıdır. Kaybettiği bâtınî boyutunu tekrar kazanmalıdır. Dengeyi ve dikey bağını tekrar kazanmalı. Rahmet ve lütuflara karşı hassâsiyetini, saflığını yeniden kazanmalıdır. Ācilen bir yenilenmeye, sükûnet ve māsumiyete ihtiyaç vardır. İslâm dînine yeni bir yaklaşım bulmalıyız, zamânımızın rûhu yeni bir dil oluşturmalıyız. Allah için nasıl olmamız gerektiğini, toplumda ve evren içindeki yerimizi, kimliğimizi yeniden düşünmeliyiz. Kur‘ân-ı Kerîm'e ve hadîs-i şerîfe/sünnete yeni bir yaklaşım getirmeliyiz. Bütün gayretimiz İslâm ışığını yaymak, Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet etmek üzere olmalıdır.

Müslümanların gaflet uykusundan sırât-ı müstakīmin o yüce farkındalığına uyanması gerekmektedir. Bu farkındalık ahlâk-ı Muhammediyye’nin idrâkidir. Muhammed (sav) nûruyla Allâh’a karşı târif edilemez bir iştiyak doğuyor. Bu nûr, insanın dünyâdaki varlığıyla bağlantılıdır; o, aşktan doğan idrâktir. Bu, düşüşünden sonra dünyevî varlığa bürünen Âdem’in hissettiği şeydir. Gafletimizden, cehâletimizden ve şuursuzluk karanlığımızdan uyandığımızda ve göremediğimizi gördüğümüzde ilâhî merhamet sarayının kapıları açılır ve Allâh’ın ilâhî nīmet, ihsan ve lütuflarına nâil oluruz.

Günümüzde Müslümanların asıl vazīfesi; karanlığı nûrla def etmektedir. Bizler de taşıdığımız nûr-i Muhammedî’nin kendi hayâtımıza yansımasını istiyorsak, kendi kendimize zulmettiğimizi fark edip, şeytānın şerrinden Allâh’a sığınmak dışında başka bir kurtuluş olmadığı şuuruna ermeliyiz. Ve ancak o zaman Allah’tan gayri tüm sevdiklerimiz kalbimizden temizlenmiş olur ve böylesi bir ilâhî farkındalık sâdece Allâh’ı bilmemizi değil, aynı zamanda O’nu görüp O’na âşık olmamızı sağlayacaktır. 

Bütün problemlerimizin kaynağı Huzur-u İlâhiyye’de olmamamız ve ilâhî susuzluğu hissetmememizdir. En çok da Mürşid-il Ekber olan Fahr-i kâinât Efendimiz aleyhis-salât ü ves-selâm’e muhabbet duymalıyız. Makāmımızı gerçek bir mü’mininkine yükselten, ilâhî susuzluk hissiyâtıdır.

Nûrânî Örnekler

Yûsuf aleyhisselâm zindânı ihyâ edip bir medreseye çevirmişti. Ītikâfının nûru parıldamıştı. 

Hz. İbrâhîm (as), ateşe atıldığında hiçbir şey istemediğini, Rabbinin hâlini bilmesinin kâfî olduğunu söyledi.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Kadı iken, Mürîd olma arzusuyla yanıp tutuşarak malını, mülkünü ve dünyâyı elinin tersi ile itmiştir ve pazarda ciğer satmaya başlamıştır. 

Dayanılmaz işkence gören Hazreti Bilâl kölelikten kurtulduğunda şöyle haykırdı: “Ben çok az verdim, halbuki Allah bana herşey verdi; ölümsüzlüktür!” 

Hz. Ebû Bekir cehennemdeki dehşet anlarını gördüğünde dayanamayarak Allâh’a yalvardı: “Yâ Rabbi! Vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin!”

Allâh’a îmanlarını açıkladıktan sonra zālim Firavun sihirbazları, ellerini ve ayaklarını çapraz olarak kesmekle tehdit etmiştir. Onlar huzur ve sükûnet içinde: “Zâten Rabbimize dönmeyecek miyiz?” 

Kerbelâ’da 9. Muharrem’de, en kanlı devrinde Hz. Hüseyin Efendimiz niyaz hâlinde: “Kader ekranında ne kadar belâ varsa bana ver. Benden sonra gelecek mü’minlere belâ verme, onlar tahammül edemezler. Benden sonra gelecek mü’minlerin îmanları kaybolmasın, muhterem dedeme îmân etmekte tereddütleri kalmasın!” 

Hz. Hamza (ra) Fahr-i Kâinât Efendimiz’i o kadar seviyordu ki; “Bu kalp senin uğrunda parçalansın, bu kalp parçalanmadıkça sana karşı olan aşkımın sükûnet bulması mümkün değildir” diyordu. 

Şems-i Tebrizî buyurmaktadır: “Çilesinden yüz çevirmedim. Cefâsına boyun eğmedim senden gelenin ey aşk. Dilimde ne cennet var ne mihnet, seyrimde ne vuslat var ne hasret. Ben cennete yürümüyorum, cennet bana koşuyor.” 

Müslüman şehadetin ve bekâ aleminin peşindedir, dünya hayatının peşinde değil…

Şubat 2022, sayfa no: 34-35-36-37-38

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak