Teveccüh kavramı kelime anlamıyla yöneliş mânâsına gelmektedir (el-Isfahanî, (2010), Müfredât, 1138). Tasavvufî ıstılah olarak ise kalbin Hakk’a boyun eğmesi, her çeşit varlık ve olgunun sûretinden arınması, Hakk’ı gözetmesidir (el-Kâşânî, (2004), Tasavvuf Sözlüğü, 165).
Allâh’a (cc) bütün varlığımızla teveccüh etmek, O’ndan gayri herşeyden kalbi temizlemektir. İşte o zaman tam anlamıyla Hakk’a dönülmüş olur. Zîrâ herhangi bir ibâdette, mahlûkattan herhangi birinde veya eşyâda bir kuvvetin mevcûdiyetine inanmak şirk-i hafîdir. Bunu düşünen, Hakk’a tamâmiyle yönelmiş olmaz. Herhangi bir hâcetini, hakîkatte kendi gibi âciz olup, kaderin şevkiyle suyun başında bulunan birinden istemesi, teveccüh ve vuslata engeldir. “Şâyet bir pespâyeyi yüksek mevkide görürsen aslâ ona ihtiyâcını açma” diyen şâire bir başka şâir şu şekilde tercümân olmaktadır:
Ȃhenden olsan da feleğinçek kemȃnını
Çekme cihanda siflelerin imtinânını.
Yâni Eğer feleğin yayı demirden de olsa onu bükmeye gayret et, yâni hayâtın zorluklarına, acılarına göğüs ger, yeter ki bu cihanda alçakların minnetini çekme denilmektedir. Buna göre Hakk’a teveccüh, ancak mücâhede-i nefs ile mümkündür (İz, Tasavvuf Mahiyeti, 123-124).
Ebû Nasr es-Serrâc (ö.378/988), kulun, Allâh’a(cc) teveccühü sırasında gücünün yettiği, kâbiliyetinin elverdiği ölçüde elinden gelen gayreti göstermesi ve Allâh’ı (cc) bütün sevdiklerine tercîhetmesine “bezlü’l-mühec” adını vermektedir (es-Serrâc, (1960), el-Luma’, 443).
Tasavvufî gelenekte mürîdin noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başkasını istememesi, isteklerini tek duyguya indirmesi ve sâdece Allâh’ı (cc) istemesi esastır. Hakk’ı talep eden mürîdin matlûbuna ulaşması benlikten uzaklaşmak, benliğini ve benliğin gereklerini bir kenara koymak sûretiyle gerçekleşir (Şucâî, (1999), Makâlât, III/21-22). Bu dafenâ sürecini akla getirmektedir. Ebû Said Harraz’a (ö. 277/890) göre, Allâh’a teveccühün tam olması dünyâ ve âhiret hazzını yitirmekle hâsıl olur. Dünyâ hazzının yitirilmesi mal ve menfaat beklentisinden kurtulmak, âhiretteki hazzının kaybedilmesi ise ibâdete karşılık istememektir. Dünyâ ve âhiret hazzından kurtulmak sûretiyle mürîd Allâh’ın rızâsınıelde etmiş, kurbiyete nâil olmuş konuma gelir (el-Kelâbâzî, (1992), et-Taarruf, 94-95).
Allâh’ın teveccühüne mazhar olan kul, başkalarının nihâyette elde ettiklerini bidâyette elde eder. Hakk’ın teveccühüne mazhar olabilmek için kulun himmetini yüce tutması, Allâh’ın dışındaki herşeyden kat-ı nazar kılması, bütün benliğiyle Hakk’a teveccüh etmesi, istikâmet üzere hareket etmesi, kanâat sâhibi olması, gafletten kurtulması, nefsini muhâsebe etmesi, ihlâsa bürünmesi, kevnî mükâşefelere ve iyânî kerâmetlere iltifat etmemesi gerekmektedir. Böylesi tutum ve davranışlarıyla Hakk’a teveccüh eden sâlik kalbini her türlü kötülüklerden arındırır, sırrını yüce mertebelere yükseltir, tasavvufî makamları aşmaya istidatlı hâle gelir, ilâhî sıfatların nûruyla nurlanır, ilâhî tecellilere mazhar olur, ilâhî rahmet deryâsına dalar, vahdet sırrına erer, hikmet ehli konumuna gelir, gözlerin göremediği, kulakların duyamadığı ve kalblerin idrâk edemediği hakîkatleri müşâhede eder.
Kalbiyle ve kalıbıyla Allâh’a teveccüh eden sâlik,nefsânî dürtülerle hareket etmez, nefsinin arzularına koyulmaz, işlerini sâdece Allâh’a havâle eder, her dâim O’na tevekkül eder; kendisini Allâh’a yakınlaştıracak amelleri fırsat bilirken, kendisini Allah’tan uzaklaştıracak vehimlerden uzaklaşır. Allâh’a bağlanmak mürîdin güven duygusuna bürünmesini sağlar. Teveccühe mazhar olmak dervişi tenezzüh sâhibi kılar. Tenezzüh;Allah’tan başkasından uzak kalmak ve devamlı O’na yaklaşmaktır. Sâliklerin bitmeyen özlemleri Hakk’a, zâtına duydukları hayranlık ve sadâkattir. Hakk’ın cemâline iştiyak duyan kullar fânî lezzetlerden kendini soyutlar (Köle,(2009), Zeynüddin-i Hậfî ve Eserlerinde Tasavvuf Görüşleri, 231-237).
Hakk’ın teveccühünü elde etmenin bir yolu da Hakk dostlarının nazarına erebilmektir. Allah dostları kendisine müntesip olanları Allah yoluna sevk ederler. Şeyhin nazarı erdirici, öldürücü ve huzûra kavuşturucudur. Dolayısıyla teveccühün bir diğer imkânı şeyhin teveccühüdür. Hakk’ı müşâhede makâmına eren şeyhin, bütün mânevî gücünü mürîdin kalbi üzerine yöneltmesi ve bu sûretle ona aktarmasına teveccüh adı verilmektedir (Uludağ,(1995), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 531-532).
Bu durum, mürîdin rûhunda filizlenmelere sebep olacak bir mânevî aşılama olayıdır. Yâni mürîdin rûhî kâbiliyet kapasitesinin artırılmasıdır. Mürîd bu şekilde mürşidinin mânevî özelliklerini yüklenmiş olur. Bu uygulamaya, teveccüh-i kalbî denir (Cebecioğlu, (1997),Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 658).
Mürîdin teveccühe mazhar olması zikrin hakkını vermesine bağlıdır, yâni kişi teveccühe ancak zikrin lezzetini elde ettikten sonra ulaşabilir. Zikir mürîdi kendi benliğinden soyutlar, teveccühle gayrıya meyilden kendini alıkoyar. Teveccühe mazhar olan bir sûfînin gönlünde Allah’tan gayrı hiçbir matlub ve maksud yoktur. Bu mertebeye erişen kişi için, Allâh’ın dışında bir şeye yönelmek şirk-i hafîdir ve affedilmeyecek bir günahtır. Sûfî tecrübede teveccüh yüce bir makamdır ve sorumluluğu da çok büyüktür. Teveccüh uyanık olmayı gerektirir, zîrâ bir anlık gaflet kişinin bütün kazanımlarını kaybetmesine yol açar. Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö.297/909) dediği gibi; “Bir sıddîk, binlerce sene Allâh’a yönelip teveccüh etse, bir an için de O’ndan yüz çevirse, kaybettiği kazandığından daha büyüktür.” (Attâr, (2007), Tezkiratü’l-Evliya, 409).
Abdülkâdir Geylânî sûfîlere ittibânın ne denli yerinde bir tercih olduğundan bahsederken sûfîlerin kıymet-i harbiyesini nazar sâhibi olmalarına bağlamaktadır. “Eğer onlar bir şahsa nazar eder, ona himmetlerini gösterirlerse, o kişi isterse Hristiyan,Yahûdî ya da Mecûsî olsun, onu severler. Eğer nazar edilen kişi Müslüman ise onun îmânı, yakîni ve tesbiti artar. Kalb sahih olursa nazar da sahih olur ve kişi Hakk'a yaklaşır. Kurbiyet ve ma’rifet gözüyle yapılan bakış Hakk'ın bakışı demektir. Kurbiyet kalpte bir buluttur; nazar o bulutun şimşeği, vaaz yağmurudur; dil kalbin mütercimidir artık, o kişi için lisan ma’rifet hokkasınave ilim denizine batmış kalemdir.” (Gürer, (1999), Abdülkâdir Geylânî, 189-190)
Tasavvufî tecrübede teveccüh, ulaşılan kemâlâtın bir göstergesidir. Teveccühün gerçekleşmesiyle sûfîlerin kimi sekre bürünürken kimi de sahva sâhip olur. Nakşibendiyye silsilesinin önemli isimlerinden Muhammed Pârsâ teveccüh esnâsında gaybete dalarken, Alaeddin Attâr ne zaman teveccühe erse onun kendine hâkimiyeti daha fazla artardı (Haksever, (2005), Yakub-ı Çerhî, 175).
Mürşid-i kâmile duyulan özlemi, mürşid-i kâmile hizmetin önemini, mürşid-i kâmilin kadrini bilmeyi Yûnus Emre (ö.720/1320) şiirlerinde oldukça içli ve özlü olarak sunmaktadır. Makâlemi mürşid-i kâmilin mürîde olan teveccühünü vurgulayan şu şiir ile tamamlamak istiyorum:
Firâkun bagrumı taglar ne bilsün kadrüni sağlar
Seni görmeyeli dostum bu gözüm kanlı yaş ağlar
Akar yaşum sele benzer ömür geçer yile benzer
Güler yüzün güle benzer ne bilsün geçe bu çağlar
Gülün bülbül olur yârı anunçün kılur zârı
Gülistân duranun yiri makâm olmaz ana bağlar
Balı yagı n’ider bülbül din ana karşu gülsün gül
Âşık yükini şöyle bil ki çekmedi yüce taglar
‘Âşık‘ışkun yükin çeker yücelerden yüce çıkar
Görür dost yüzine bakar gönül ma’şûkına bağlar
Derviş Yûnus honı geldi teveccüf ma’şûka kaldı
Gönülde sevdigün buldı anunla gönlüni bağlar
(Tatçı, (1997), Yunus Emre Dîvânı, II/109).
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak