Uçurma Avcısı isminde bir film izlemiştim. Film Afganistan dramını bir çocuğun gözünden anlatır. Çocuk büyür, ülkesinden kaçar ve başka bir ülkeye ilticâ eder. Fakat çocukluğunda yaşadıkları, geride bıraktıkları bir ömür peşini bırakmaz ve gerisingeri ülkesine dönerek çocukluğundan kalan hesaplaşmalarını bitirmeye karar verir. Bu ve benzeri hikâyeler o kadar çoktur ki herhangi birini ele aldığınızda her biri bir film gibi bizlere önemli dersler verir. Fakat batılıların algılamalarında bu sığınmacıların yeri ve anlamı başkadır. “Mültecî” batının dilinde başka bir ülkeye daha çok siyâsî sebeplerle sığınan, ilticâ eden kimse demektir. “Sığınmak, sığıntı, el avuç açmak, yük olmak” gibi kavramlar bizim kültürümüzde bir aşağılama mesâbesindedir. Dolayısıyla batı anlayışının “Mültecî” yaklaşımı aslı itibâriyle bizim geleneksel anlayışımızla zıtlık arz eder. Bu durumu en çok da bahsettiğim örnekteki gibi batının yaptığı filmlerde görebilirsiniz. Hemen hemen tüm batı ülkeleri ve özellikle de Amerikan yapımı filmlerde “mültecî” olarak adlandırılan kitleler kendi ülkelerindeki zulümden kaçan, batının refâhına ulaşmak için ölümü göze alan, pejmürde ve câhil topluluklar olarak lanse edilir. Finalde ise bir lütuf olarak bu kitleler batının şefkatli kolları tarafından kabûl edilir, güvenli bir liman olarak hepsi iskân edilir.
Lâkin gerçek hiç de böyle değildir. Binbir güçlükle denizleri, dağları aşan kitleler yolda can verir, menziline ulaşanlar ise dikenli tellerle karşılaşır, şiddete mâruz kalır ve nihâyetinde toplama kamplarını andıran mültecî barınaklarına istif edilir. Bunların da büyük çoğunluğu ülkelerine iâde edilir. Kimi ülkelerde ise (Danimarka örneğinde olduğu gibi) mültecîlerin tüm ziynet eşyâlarına el konulur, çocuklar annelerinden ayrılır ve pasaportsuz olarak, vatansız birer kitle olarak bu insanlar ortada bırakılır. Bu durumu daha yakın zamanlarda Macaristan sınırında, İtalya’da, Almanya’da, Yunanistan’da gördük. Televizyonlara yansıyan bu manzaralar aslı itibâriyle yaşananların sâdece küçük bir kesitini oluşturur. Meselenin derinine inildiğinde başka bir gerçekle karşılaşırız: Vatanlarında yüz yıllardır barış içinde yaşayan Müslümanlar; sömürgeci ve işgâlci batılı güçlerin, ülkelerini yaşanmaz hâle getirmeleri sebebiyle buralardan ayrılmak durumunda kalmışlardır. Daha öncesinde de sıkıntı yaşamışlarsa da bu sıkıntıların hiç biri ülkelerini terk etme noktasına getirmemiştir kitleleri. “Mültecî” olarak adlandırılan bu kitlelerin geldikleri ülkelere bakıldığında bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Afganistan, Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Yemen, Bangladeş, Tunus, Sudan ve İran gibi ülkelerde yaşayan Müslümanlar bu kitlelerin neredeyse tamâmını oluşturur. Dikkat edilirse bu ülkeler bir şekilde batı tarafından işgâl edilen, savaşlara mâruz kalan ve evleri/barkları/yaşamları talan edilen coğrafyaları işâret etmektedir. Yâni anlayacağınız bu insanları göçe mecbur eden de “mültecî” olarak topraklarında kamplara istif eden de aynı güçlerdir.
İslâm’ın Dili
İslâm’a göre “mültecî” tanımlaması ancak siyâsî marazlarından ötürü ülkesinden ayrılmak durumunda kalanlar için kullanılır ve genel itibâriyle de fertler düzeyinde kullanılan bir terimdir. İslâm’da sâdece “Muhacir ve Ensar” vardır. Muhacir kelimesi türlü sebeplerle ülkesini/vatanını terk eden kitleler için kullanılır. Yer değiştiren anlamındaki bu kavram Hz. Peygamber’in (sav) ve ilk Müslüman cemâatinin Medîne’ye göç etmesinin bir ifâdesi olarak târihimizde yer etmiştir. Bu süreçte yaşananlar ve Peygamberimiz’in (sav) bu duruma bulduğu hal ve çâre günümüze kadar uzanan bu sorunu kökünden halletmiştir.
Hicret aynı zamanda İslâm’ın yeni bir evreye geçtiği ve âlemşümûl bir din olarak yayılmaya başladığı dönüşüme işâret eder. Nebevî anlayışa göre Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Müslümanlardan bir kısmı Muhacir olduğunda onlara evini açan, aşını paylaşan, işini bölüşen diğer Müslüman kitle “Ensar” olarak adlandırılır. Hz. Peygamber’in (sav) kendisi de bir Muhacir olarak Medîne’ye Hicret etmiştir. Medîne’de Peygamberimiz (as)’a evini açan ise şimdilerde Eyüp semtinde medfun bulunan Ebu Eyyûb El-Ensârî’dir. Ensar kelime itibâriyle “yardım edenler” anlamına gelir. Bu yardım kardeşlik hukûkunun bir gereği olarak ve sâdece Allâh’ın Rızâsını kazanmak için yapılır. Bu durumda Ensar ve Muhacir; eşitler arası bir yardımlaşmanın, İslâm’ın kuramsal olarak emrettiği bir vecîbenin gereği olarak dayanışma sergileyen insanlardır. Anadolu örf ve geleneğinde “Tanrı Misâfiri” kavramı ve misâfire gösterilen hürmet bu anlayışın bir yansımasıdır.
İslâm’a göre bir Müslüman kardeşini ağırlamak, onun bir müşkülünü gidermek ibâdet mesâbesindedir. Dolayısıyla “Muhacir ve Misâfir” her Müslüman için bir bereket sembolüdür. Kişinin İslâmlığının yâni teslîmiyetinin bir nişânesidir. Medîneli Ensar’ın evini, bahçesini, aşını, servetini hiç düşünmeksizin Muhacir kardeşiyle paylaşmasındaki ana sâik de budur. Bu paylaşım uzun vâdede Medîne’de kök salan tüm Müslümanların refâhını sağlamış ve bu sıkıntılı süreçten geçen ümmet birbirine daha sıkı kenetlenerek gücünü artırmıştır. Bu bakımdan İslâm’ın “Mültecî” anlayışına dâir yaklaşımı ile batının anlayışı arasında tam bir zıtlık vardır. Batı bu durumu servetin kaybı olarak görürken İslâm tam aksine bu durumu servetin ve gücün paylaşılarak daha da büyümesi olarak değerlendirir. Son noktada ise bu değerlendirme maddî bir insiyak ile değil tamâmen mânevî bir insiyak ile ele alınır.
Günümüze Aynı Pencereden Bakmak
Hakîkî mânâda îmân eden bir Müslüman bu dünyâdaki edimlerinin karşılığını sâdece Allah’tan bekleyerek yaşar. “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216.) âyeti kerîmesi mûcibince bir Mü’min için dünyevî hesapların üstünde bir hesap vardır. Kapitalist sistemin hesâbına göre 2’den 2 eksilince bir şey kalmaz lâkin inanmış bir Mü’mine göre 2’den eksilen Allah Rızâsı için eksilmişse onun değeri hazînelerle ifâde edilemez. Bu sebepledir ki bir Müslüman için zekât da sadaka da fitre de malının bereketi için bir vesîledir. Yâni bir eksilme değil tam aksine Allâh’ın lütfunun, ihsânının dâim olması için fakirin, yoksulun, yolda kalmışın onun malı üzerindeki hakkıdır. Bu hakkı teslîm etmek sâdece bir görevi, ibâdeti yerine getirmekten ibârettir. Bunun netîcesini ve bereketini sağlayacak olan ise yalnız ve yalnız Allah’tır. Şu halde bizler kendimiz için “hayr” bildiklerimizde de “şer” bildiklerimizde de sâdece Allâh’a teslim olursak kazanırız. Oysa günümüzün dünyevîleşmiş, batılılaşmış zihin kalıpları, “mültecî” olarak değerlendirme ve yük olarak görme anlayışını İslâm coğrafyasına da empoze ederek algılarımızı bozmaktadır. Bir an önce batının gözlüklerini çıkarıp İslâm gözlükleriyle meseleye bakmak zorundayız. Çünkü batının şaşı gördüğü bu mesele bizler için târihî bir fırsata işâret etmektedir. Batı için bir yük, bir sıkıntı olarak değerlendirilen bu konu hakîkî Müslümanlar için bir sınanma ve tâzelenme vesîlesidir.
Bu durumu yakın târihimizden bir örnekle açıklayabiliriz. Anadolu’ya yakın târihte iki büyük muhaceret(göç) gerçekleşmiştir. Kafkas ve Balkan muhacereti… Her ikisi de birbirine yakın zamanlarda gerçekleşen (1870-1912) bu muhaceret netîcesinde Kafkasya’dan 3 Milyon, Balkanlardan ise 4 Milyon Müslüman Anadolu topraklarına yerleşmiştir. Duayen târihçilerimizden Prof. Dr. Kemal Karpat’ın “Osmanlı Nüfusu” başlıklı çalışmasında ayrıntılarıyla ele alınan bu göç dalgası o dönemde ülkeyi büyük bir dar boğaza sokmuştur. Lâkin Karpat’ın tesbitlerine göre eğer bu muhacirler olmasaydı, yâni Osmanlı bu muhacirleri topraklarına kabûl edip ev, bark, aş, ekmek, iş imkânı sağlamasaydı şimdiki Türkiye’nin kurulması oldukça zor olurdu. Çünkü Kurtuluş Savaşında cephenin en önünde savaşan ve bu toprakları sâhiplenenler ekseriyetle bu muhacirler arasından çıkmıştır. Osmanlı uzun yıllar farklı cephelerde savaştığı için genç neslini kaybetmiş, bu muhaceret ile bir nevi nüfûsunu tâzeleyerek cephelerde düşmana karşı zafer kazanabilmiştir. Bu tâze nüfus zafere damgasını vurmakla kalmamış aynı zamanda yeni kurulan ülkenin kalkınması noktasında da ana itici unsur olmuştur. Yâni Bakara/116. âyetin tecellîsi açıkça ortaya çıkmıştır. Bugün Anadolu topraklarında yaşayan ve hâlen “muhacir” olarak adlandırılan bu kavimler Müslüman olmaları hasebiyle yerli nüfus tarafından bağrına basılmış, kız alınıp verilmiş, geçen zamanla ümmet ve millet olma ideali gerçekleşmiştir. Türk, Kürt, Laz, Arnavut, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Arap ve daha nice kavim tek çatı altında birleşerek Anadolu Müslüman Milletinin temellerini atmışlardır. Batının uluslaştırıcı Milliyetçilik anlayışına en güzel cevâbı yine İslâm’ın dirilen bu anlayışı vermiştir.
Muhacir ve Ensar Olmak
Bu dünyâda herkes Muhacirdir lâkin Ensar olmak herkese nasîb olmaz. Bunun bilincinde olan bir Mü’min son dönemde sınırlarımızda yaşanan zulümden kaçan Müslüman kardeşlerimize Ensar olmayı bir fırsat bilmelidir. Ülkemizin bu konudaki yaklaşımı pek çok batılı ülkeyi tedirgin etmektedir. Sınırlarında bekleyen kitleleri ayıklayarak alan, kalifiye olanlarını istihdâm eden gerisini ise ülkelerine iâde eden batılı ülkeler kendi kapitalist değerlerinin gereğini yapmaktadır. Oysa bizler bir Müslüman’ı kardeşimiz olduğu için ve Allâh’ın bizlere bir emâneti olduğu için bağrımıza basarız. Kapımıza gelen bu kardeşlerimizin mezhebine, ırkına, cinsine, yaşına, işine, meziyetine bakarak içeri almak “Ensar” olmanın gerekleriyle bağdaşmaz. Bu sebepledir ki bugün ülkemizin bağrına bastığı Muhacirlerin sayısı tüm Avrupa ülkelerindeki “Mültecî”lerin on mislidir.
Bizler Türkiyeli Müslümanlar olarak kapımıza gelen Muhacir kardeşlerimizin beklentilerine veya planlarına göre değil üzerimize düşen kardeşlik hukûkunun gereği olarak görevimizi yapmalıyız. Bir bahane aramak, eleştirmek, kınamak gibi bir tavır içerisine girme hakkına sâhip değiliz. Eğer ki Allâh’ın Rızâsını kazanma derdindeysek elimizden geleni yapmalı gerisini Allâh’ın takdîrine bırakmalıyız. Kanaatime göre bu muhaceret dalgası ülkemizin edilmiş duâlarına bir sınama ve ileride yeşerecek güzelliklerin tohumunu atma fırsatıdır. Elbette sorumluluğumuzu bu beklentiyle yapıyor değiliz. Lâkin Allah eğer ki Rahmetini bizlere indirecekse bunun nereden ve kimin elinden geleceğini kim bilebilir? Bu sebeple “niyet hayr, âkıbet hayr” diyerek tüm dünyâya örnek teşkîl edecek Müslüman duyarlılığını hakkıyla yerine getirmek durumundayız. Bu manzaranın tetiklediği değişimleri, batının özeleştirilerini, dünyâ kamuoyunun hakkâniyetli yaklaşımlarını görmeye başladık. Herhangi bir hesap ile hareket etmeden Muhacir kardeşlerimize Ensar olmaya devâm edelim. Elbet Allah nûrunu tamamlayacaktır.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak