Ara

Müceddid Bir Sufî Olarak İmam Rabbânî / Prof. Dr. Abdullah Kahraman

Müceddid Bir Sufî Olarak İmam Rabbânî / Prof. Dr. Abdullah Kahraman

İmam Rabbanî, Hindistan bölgesinin yetiştirdiği en büyük âlimlerden biridir. Onu diğer âlimlerden farklı kılan birtakım özellikler vardır. Bunların başında müceddid kimliğini hak ettirecek özellikleri gelmektedir. Ayrıca onun şerîat ve tasavvuf arasında kurduğu dengeli ilişki de onu farklı kılan husûsiyetlerden biridir.

İmâm-ı Rabbânî’nin görüşlerine ve kendisinden sonraki dönemlerde müceddid olarak anılmasına sebep olacak bazı siyâsî ve dînî hâdiselere şâhitlik etmesi, onun şerîat ile hakîkat arasında kurduğu dengeyi anlamada dikkat edilmesi gerekli hususlardandır. Zîrâ onun yaşadığı yıllarda Hindistan’da, siyâsal yönü daha ağır basmakla birlikte “dîn-i ilâhî” diye anılan bir proje denenmiştir. Ekber Şah ismiyle anılan dönemin pâdişahı önceleri sıkı bir Müslümanken, sarayda cereyân eden münâzaralar ve birtakım saray ulemasının teşvikleriyle ikinci bin yılın yeni bir düzen etrâfında kurulması gerektiği fikrini benimseyip, bu yönde bütün dinleri birleştirme gâyesiyle bir teşebbüste bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî tarafından sert bir karşı koyuşla önlenmeye çalışılan bu girişim, onu mücâdelelerin ortasına sürüklemiş ve bu çabalar sonraki yıllarda onun müceddid lakabını almasını sağlamıştır.1

Dönemin Hindistan’ında yaşanan bu gelişmeler, İmâm-ı Rabbânî’nin şerîatla tasavvuf arasındaki dengenin bozulması tehlikesi karşısında ortaya koyduğu tepkinin öncülleri arasında zikredilebilir. Çünkü bu bölgede özellikle vahdet-i vücud düşüncesini benimseyen bazı insanların ibâhîliğe doğru evrildikleri gerçeği ve Ekber Şah’ın ortaya koyduğu girişimler, İmâm-ı Rabbânî’yi etkileyip müdâfaacı bir çizgiye sevk etmiş olmalıdır. Şöyle ki vahdet-i vücûd düşüncesinin varlık, âlem ve insanla ilgili geliştirdiği küllî perspektifin bazı tikel meseleler üzerinden tartışılması, ehl-i sünnet düşüncesinin temel karakteriyle örtüşmeyen birtakım meselelerin daha da belirginleşmesine yol açmıştır. Sözgelimi Firavun’un îmânı meselesi, Nûh’un kavminin puta taparken de hakîkatte Allâh'a taptığının dile getirilişi, mevcud eşyânın rab olarak telakkî edilmesi vs. gibi meseleler bu minvâlde zikredebilir. Bu konular özellikle İbn Teymiyye ve sonraki dönemlerdeki tâkipçileri tarafından yapılan tenkitlerle birlikte vahdet-i vücûd düşüncesi sorunlu bir alan olarak belirmiş ve bu düşünceye karşı sert tepkiler verilmesine sebep olmuştur. Hâliyle bu ve benzeri meseleler özellikle sûfîler zâviyesinden, dâimâ yüzleşmek durumunda kaldıkları alanlar hâlini almıştır. Bunun üzerine, korumacı bir tavrı merkeze alan sûfî anlayışın ortaya koyduğu yaklaşım tarzları, bu gibi konularda onların son derece hassas olmalarını gerekli kılmıştır. Bu sebeple, tasavvufî tavrı itibâriyle korumacı tavrıyla temâyüz etmiş İmâm-ı Rabbânî’nin, İbnü’l-Arabî ve diğer bazı bid'at ehli sûfîlere karşı ortaya koyduğu muhalefetinde, bu diyalektiği göz önünde tutmak faydalı olacaktır. Böylelikle onun şerîat ile tasavvuf arasında durduğu yer daha iyi anlaşılacak; kendinden önceki sûfîleri ve tasavvufî birtakım konuları tenkit etmesinin sebepleri açıklık kazanacaktır.

Aynı zamanda Hz. Peygamber’in her asrın başında Allâh'ın ümmete onun dînini ihyâ edecek birisini göndereceğini ifâde eden hadîsine binâen İmam Rabbânî, “müceddidu elfi’s-sânî” yani ikinci bin yılın müceddidi/yenilikçisi olarak anılmaktadır. Bu hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah her yüz yılın başında bu ümmete dînini tecdîd edecek birisini/birilerini gönderecektir2. Bir yenilikçi olarak kabûl edilen İmam Rabbânî’ye göre müceddidin vazîfesi, sâdece zamânın geçmesi sebebiyle aşınmış veya bozulmuş olan şeyleri tashîh etmek değil, aynı zamanda daha önce bilinmeyen meseleleri yalnız kendine has bir özellik olan doğrudan nebevî bilgiden istifâde yoluyla izah etmektir. Bu tür ilimlere ve mârifete sâhip olan kişi II. bin yılın müceddididir; isbâta gerek kalmadan görüldüğü gibi onun ilâhî zât, sıfatlar, fiiller, mânevî haller, mevâcid, tecelliyat ve zuhûrat hakkındaki ilmi bütün sûfîlerin mârifetini ve âlimlerin ilmini aşarak geride bırakır; onların ilmi müceddidin ilmiyle mukayese edildiğinde çekirdeğe nisbetle kabuk gibi kalır.3

İmâm-ı Rabbânî’nin tecdîd ve ihyâ yönü, Gazzâlî’nin dînî hayâtı ihyâ etme ve dînî ilimleri yeni bir tarzda okuma hedefi ile karşılaştırılmaktadır. Bu anlamda her iki âlimin mücâdelesinde ve yaklaşım tarzlarında benzerlikler görülse de Gazzâlî’nin uğraşısının temelinde daha çok geçmiş dönemleri sorgulama, bir tür muhasebe faaliyeti öne çıkmaktadır. İmâm-ı Rabbânî’nin bu alandaki faaliyetlerinin ise geçmişin muhasebesiyle birlikte geleceği inşâ etmeye dönük bir çaba olarak görülmesi daha isâbetli olacaktır.4

Bu konuyla alâkalı bir diğer önemli husus da müceddid ile müteceddid kavramlarının farkının göz ardı edilmesi sebebiyle müceddidin dîni yaşadığı dönemin gerçekleriyle örtüştürme çabası içerisinde olduğu düşüncesidir. Oysa müceddid, “milleti maddî bakımdan gerilemiş bulan, bu durumu ıslâh için -zamânında hâkim olan câhiliyetle barışık olması sebebiyle- İslâm ile bu câhiliyetin karmaşasından meydana gelen yeni bir karışım ortaya çıkaran, ümmeti, isminden başka özelliği bırakmayacak şekilde câhiliyet rengine boyayan kimse” değildir. Bu tanım müteceddid şeklinde ifâde edilen ismin anlamını taşırken, müceddid “İslâm'ı câhiliyyetin bütün unsurlarından temizlemek, sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iâde eden kimse” mânâsına gelmektedir.5

Bir araştırmacıya göre İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müceddidliği hem siyâset, hem tasavvuf hem de kelâm ve fıkıh sahalarına inhisâr eder. Bir yandan tasavvufî ilimlere yenilikler getirip; farklı ıstılahlar kazandırarak o zamâna kadar yapılmamış izahlarda bulunurken; diğer taraftan da dîni ve bilhassa tasavvufu, Ehl-i sünnet itikâdı ve fıkıh kâideleri içinde yeniden yapılandırarak, tasavvuf ve şerîat arasında bir zamandır müşâhede edilen uzaklığı ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Müceddid, yalnızca yenileyici değildir, aynı zamanda esaslı değerlerin de muhafızıdır.”6

“Mutasavvıf olsa bile, tecdîd faaliyetinin merkezinde fıkıh yer almıştır. Bid’atlere karşı tavrıyla, dinde kimsenin peygamber ile mukayese edilebilecek mevkide olmadığını vurgulamıştır. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müceddidliği herkesçe, umûmî kabûl görmüştür. Mücâdelesi, sonra gelen halefleri ve hattâ hükümdarlar tarafından sürdürülmüş; bu hizmetleri sâyesinde Hindistan’da İslâmiyet aslî hüviyet ve saflığıyla varlığını devâm ettirmiştir. Aynı zamanda bid’atlerden arınmış ve şerîatla kaynaşmış bir tasavvuf telakkîsi bütün dünyâya yayılmış; kendisini bu faaliyetleriyle bütün dünya tanımıştır”.7

Onun Müceddidliği Şu Noktalarda Özetlenebilir

  1. Devlet adamları ile iyi ilişkiler kurarak, onların Hinduizmden ve başka inançlardan kaynaklanan bâtıl inançlardan kurtularak sahih İslâm inanç ve düşüncesini benimsemelerini sağlamak.
  2. Kötü âlimler olarak adlandırdığı; dünyalık elde etmek, hevâ ve heveslerini tatmîn etmek, yöneticilere yaranmak ve onları memnûn etmek için mârufu münker ve münkeri mâruf hâline getiren tutarsız ve hırs sâhibi kimseleri eleştirmesi.
  3. Şerîatı zâhir, kendi bâtıl düşüncelerini ise hakîkat olarak kabûl eden ham sûfîleri ve keşif erbâbını, şerîatın hükümlerinden dışarı çıkmaları ve bu sebeple dîni ve toplumsal nizâmı bozmaları sebebiyle eleştirmesi.
  4. Mâneviyatçılık ve tasavvuf adıyla dînî düşünceye sirâyet eden Hinduizm ve gayri İslâmî düşünceleri, teori ve prensipleri ortadan kaldırmak için faaliyette bulunması.
  5. Şerîat ve tasavvuf arasında olması gereken mâkûl ve mûtedil ilişkiyi kurması. Nefis tezkiyesi ve ihsan mertebesinin gerektirdiği hususlar ile İslâm şerîatı hükümleri arasında uygulama bakımından gayret göstermesi. Dînin kaynaklarının Kitap, sünnet ve âlimlerinin içtihâdı olduğu husûsuna sürekli vurgu yaparak, keşif ve ilhâmın delil olmadığının altını çizmesi, tasavvufun mutlaka şerîata dayanması gerektiğini hemen her mektubunda ifâde etmesi, bazı tasavvuf büyüklerinin zâhiri açısından İslâmî esaslara aykırı gibi gözüken bazı fikirlerini uygun şekilde tevil etmesi, şerîatın insanın dünyâ ve âhirette ihtiyaç duyduğu her şeyi içerdiğini isbât etmesi, nefse âit fıkıh ile seyr u sülûka âit fıkhın birbirinden ayrılmazlığını ortaya koyması ve bunların büyük fıkhın ayrılmaz parçaları olduğunu söylemesi.
  6. Ortaçağ'da Yunan, Batı ve Doğu Felsefesinin etkisinde kalan ve en büyük gayeleri aklî ve mantıkî bilimler olan ve bunları dînî ilimlere tercîh eden, bunlara gösterdikleri itinâyı, Kur’ân ilimleri, hadis, tefsir, fıkıh, fıkıh usûlü, akâid ve kelâm gibi şer’î ve naklî ilimlere göstermeyen ilim ehlini eleştirmesi.8

Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî’nin Ekber Şah karşısında verdiği mücadele ve o dönemlerde yaşanan olayların detaylı anlatımı için bkz. Ebu’l Hasan Ali en-Nedvî, Müceddid-i Elfisânî İmâm-ı Rabbânî, Yusuf Karaca (çev.), İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2005, s. 82-122.

2 Ebû Davud, Melâhim, 1.

3 Algar, XXII, 197.

4 Mehmet Görmez, “Açılış Konuşmaları”, İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu Tebliğleri, s. 11. Mehmet Görmez, İmâm-ı Rabbânî’nin tecdid hareketini şu üç alanı düzenlemeye yönelik olduğunu söyler: 1. Din siyâset ilişkisinde bir denge kurma. 2. Tasavvuf fıkıh ilişkisini doğru temellendirme. 3. Tasavvufu bidat ve hurafelerden korumak suretiyle arı duru bir tasavvuf anlayışı tesis etme.

5 Hayreddin Karaman, İmâm-ı Rabbânî ve İslâm Tasavvufu, İstanbul: İz Yayıncılık, 2009, s. 39-40.

6 Ekinci, “İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Tecdid Anlayışı ve Müceddidliği”, s,123.

7 Ekrem Buğra Ekinci, “İmam Rabban’nin Tecdid Anlayışı ve Müceddidliği”, s, 127.

8 Gazî, 99.

Haziran 2023, sayfa no: 8-9-10-11

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak