Medeniyetlerin görünen en önemli izlerini genellikle mîmârî eserlerde buluruz. Mîmârî yaşam insanın algılamasının, hayat anlayışının ve kültürel irfânının da yansımasıdır. Bu noktada en büyük etkenler hiç şüphesiz din, coğrafya ve iklimdir. Binlerce yıl öteden bugüne ulaşan medeniyet havzalarını incelediğimizde görürüz ki insanoğlu bu üç etkenin çerçevesi içerisinde ihtiyaçlarını karşılayan mîmârî yapılar inşâ edegelmişlerdir. Kimi zaman güvenlik öncelenirken kimi zaman da estetik zevk veya üslûp kaygısı öncelenmiştir. İslâm Toplumlarına baktığımızda da dînin ve coğrafyanın belirleyici unsur olduğunu müşâhede ediyoruz. Yaradana saygıyı önceleyen bir anlayışın muhteşem örnekleriyle dolu olan İslâm Medeniyeti diğer medeniyetlerden farklı olarak ikaamet sahalarında mütevâzı yapıları tercih etmiştir. Olabildiğince küçük yaşam alanları şehrin ve tabiatın rûhuna uygun düşecek şekilde, diğer insanların yaşam alanlarına ve mahremiyetine gölge düşürmemesine dikkat edilerek inşâ edilmiştir. Sâdelik, kullanışlılık, doğaya uygun malzeme ile îmar bu yaşam alanlarının temel özellikleridir. Diğer pek çok medeniyette görülen şatolar, büyük ve görkemli taş evler, gösterişli mermer saraylar İslâm Medeniyeti havzasında görülmez. İslâm Medeniyetinde büyük çaplı yapılar daha ziyâde mâbedlerde ve diğer dînî yapılarda görülür. Bu sebepledir ki câmiler şehrin en yüksek en muhkem yerlerinde taştan veya mermerden inşâ edilir. Aynı şekilde şifâhâneler, medreseler, köprüler, imâretler de dînin yüceliğine uygun şekilde îmâr edilmiştir. Peki ne oldu da bugün beton blokların, apartmanların arasına hapsedilmiş bir İslâm Coğrafyası görüyoruz? Nerede yanlış yaptık da biz Müslümanlar bu derece sönük ve çarpık bir şehircilik anlayışına geldik? Bunun belki de en önemli sebebi batılılaşmanın etkisiyle kendi öz değerlerinden ayrı düşmüş, kendi târihini ve mîrâsını horgören bir anlayışın İslâm Toplumlarına hâkim olmasıdır. Mîrâsımız âdetâ talân edilmiş, yıkılmış ve yerlerine ne olduğu belirsiz betonlar dikilmiştir. Bu kimi zaman planlı çoğu zaman da bilinçsiz şekilde gerçekleşen yıkımın karşısında bir elin parmaklarını geçmeyecek isimler karşı durmuştur. Yalnızca karşı durmakla kalmamış, köklü medeniyetimizin izlerini taşıyan ama aynı zamanda günümüzle uyumlu yeni alternatifler de ortaya koyarak büyük bir hizmeti yerine getirmişlerdir. Batı Medeniyetinin izlerini taşıyan beton yapılaşmanın aksine medeniyetimizin “îman” odaklı mîmârî yaklaşımını esas alarak îmâr faaliyetleri ortaya koyan bu isimler aynı zamanda İslâm’ın estetik ve mîmârî anlayışını da yeni nesillere örnek olarak ortaya koymakla büyük bir boşluğu doldurmuşlardır. “Bilge Mîmar” Turgut Cansever bu isimlerin şüphesiz önde gelenlerindendir. Hayâtı 12 Eylül 1920 târihinde Antalya’da doğan Cansever, ilkokulu Ankara Keçiören ve sonra Bursa Muradiye Hisar İlkokulu’nda, liseyi Galatasaray Lisesi’nde, üniversiteyi ise Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde 1949 yılında doktorasını tamamladı; 1960 yılında doçentlik tezini hazırladı. Özellikle Bursa’daki çocukluk yılları ve İstanbul’daki tecrübeleri, düşünce sisteminin ve mîmârî tavrının gelişiminde önemli rol oynadı. Babasının mizâcı, sosyal ilişkileri, arkadaş meclisi ve kütüphânesinin Cansever’in zihniyet dünyâsının şekillenmesinde önemli bir yeri olduğu âşikârdır. Meselâ, Elmalılı M. Hamdi Yazır 1931’de ilk baskısı yapılan Kur’ân tefsîrini Hasan Ferit Bey’e hediye etmiştir. Bu vesîle ile tefsirin birinci cildini henüz 16-17 yaşlarında okuma fırsatı bulan Cansever için, böyle bir kütüphânenin önemi büyüktür. Babasının, ressam olma isteğine karşı çıkışı üzerine girdiği mîmarlık sınavını kazanmış ve Sedat Hakkı Eldem’in yapı derslerini ve proje atölyesini ilgiyle tâkip etmiştir. Akademi’nin son senesinde Sedat Hakkı Eldem’in dâveti üzerine, mîmarlıkla ilgili bâzı toplantılara onunla birlikte katılmış; Mîmar Muhiddin Güven’in bir projesinde desinatör olarak çalışmıştır. 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mîmarlık Bölümünden mezun olduktan sonra Sedat Hakkı Eldem’in teklifiyle asistanı olmuş, onun “Yapı, Türk Evi, Türk Bahçeleri” kitaplarının hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. O sıralarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı olan Mazhar Şevket İpsiroğlu’nun yönlendirmesiyle meşhur sanat târihçisi Ernst Diez’in derslerini tâkip eder. İlk dersini 1944’te dinlediği Ernst Diez’in, Alman Araştırma Enstitüsü’nde Art Islamica dergisinde rastladığı üç makâlesini 3 üç ay boyunca mütâlaa eder ve bunun üzerine Diez’le doktora yapmaya karar verir. “Selçuklu ve Osmanlı Mîmârîsinde Üslûp Gelişmeleri: Türk Sütun Başlıkları” konusunda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktora yapar. Uğur Tanyeli’nin tesbitiyle Türkiye’de sanat târihi doktorası yapmış tek mîmar O’dur. Bu tesbiti bir adım ileriye taşıyan Faruk Deniz, bu tezin Türkiye’de yapılmış ilk sanat târihi doktorası olduğunu söyler. 1950-1951 yıllarında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yapan Cansever, 1960 yılında Frank Lloyd Wright, Le Corbusier, Walter Gropius, Alvar Aalto ve Mies van der Rohe gibi çağdaş mîmarlığın beş önemli şahsiyetini incelediği Modern Mîmârînin Temel Meseleleri adlı teziyle doçent olur. Daha sonraki yıllarda Turgut Cansever, Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı’nı ve İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nü yürütür ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde iki yarıyıl diploma projesi yöneticiliği yapar. 1974’te Îmar ve İskân Bakanlığı danışmanlığı, 1974-75’te ise İstanbul Metropol Planlama Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulunur. 1974-77 yıllarında Avrupa Konseyi Türk delegasyonu üyesidir. 1975-80 yılları arasında İstanbul Belediyesi’nde danışmanlık görevi yapar. Özellikle 1972-79 yılları arasında, daha çok İstanbul için çalışır ve yeniden işlevlendirme, yayalaştırma ve düzenleme çalışmalarına yoğunlaşır. 1983’te Mekke Üniversitesi’nde eğitim programı hazırlayan kurumun danışmanı olur. Cansever, her biri uzman ekipler tarafından yürütülen büyük çaplı 4 adet şehir ve bölge planlama çalışması içinde bulunmuştur. Marmara Bölge Planlama Çalışması’nda yönetici, İstanbul Metropolitan Planlama Çalışmaları’nda başkan, Ege Bölgesel Planlama Çalışması’nda ise yönetici olarak görev yapmış; 17 Ağustos Marmara ve 12 Kasım Düzce depreminden sonra yapılan Yenişehirler Projesi’ni üstlenmiştir. Turgut Cansever’in bir mîmar olarak duyulması 1990’lı yıllarda başlamıştır. Mîmârî projeleri yoluyla dünyâda tanınır olması ise 1980’li yıllardadır. Cansever, Bodrum’daki Ertegün Evi ve Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası ile uluslararası Ağa Han Mîmarlık Ödülleri’ni kazanmıştır. 2008 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük ödülüne lâyık görülmüştür. Turgut Cansever, 22 Şubat 2009’da İstanbul Çiftehavuzlar’daki evinde vefât etmiştir. Şehir ve Mîmârî Anlayışı Turgut Cansever’e göre İslâm Mîmârîsinde Allâh’ı vurgulamadan, O’nun büyüklüğünü ifâde etmeden hiçbir yapı inşâ edilemez, ayrıca Müslümanın yaptığı herşeyi en güzel şekilde yapması gerektiğini şu âyetle tasdikler: “O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır.” (Secde, 7.) Farklı coğrâfî bölgelerdeki farklı ırkların vücûda getirdikleri kültürlerin çıkış noktaları millî olmak değil, İslâmî olmaktır. Ancak mahallî çözümlerde bâzı farklılıklar oluştuğu âşikârdır. Yâni “İslâm”, temeli oluşturur; kültürler ise bunun üzerine kurulur. Eğer bu değerlerden kopmadan mîmârîyi inşâ edersek üslûp bütünlüğünün her yerde yakalanabileceğini, böylece tüm varlık alanlarının İslâm’a uygun şekilde inşâ edilebileceğini söyler. İslâm mîmârîsinde, malzemenin olduğu gibi doğal haliyle kullanılması gerektiğini, bu malzemenin niteliklerini inkâr etmeden ve önemlerine aşırı vurgu yapmadan kullanılmasını savunur. Osmanlı evlerinin örnek alınması gerektiğini, hattâ şehir ve mahalle inşâsı için tek örneğin Osmanlı olduğunu her fırsatta vurgular. İnsan ve İslâm mîmârîsi vurgusunu yine tevhid anlayışı üzerinden şekillendiren Cansever, İslâm’da aslolanın hayâtın merkezine Allâh’ı yerleştirmek olduğunu, böylece İslâm mîmârîsinde de son yüzyıllarda Batı’nın oluşturduğu insan merkezli mîmârînin yer almaması gerektiğini vurgular. İslâm mîmârîsindeki her zaman mutluluk, ümitvar ve neşeli olma hâli İslâm’ın bütün sanatlarında ortak bir özellik olarak görülür. Batı’nın ya da Hristiyanlığın mîmârîsine baktığımızda ise bir karamsarlık, keskinlik, insana ızdırap veren haller, ihtişâmı gözler önüne sermeye çalışsalar bile vardır. “Bütün dünyâyı aynı kılığa sokan” “teknokratlaşmış” mîmârîyi, büyüklük tutkunu Batı monumentalitesini (anıtsal anlayışı) sorgular. İnsan ölçüsünde mütevâzı binâlar tercihi, beşerî ebedîlik yanılsamasına karşı fânîlik bilincinin ifâdesidir. “Bâbil kuleleri” dediği apartmanları mahalle ve komşuluk ilişkilerini (cemâati) mahvetmesi yanında, pahalı da bulur. Türkiye’de şehircilik alanında büyük hatâlar yaşandığını söyleyen Cansever’in, bu husustaki düşüncelerinden de yeterince istifâde edilmemiştir. O, yanlış ve gelenekten kopuk şehircilik anlayışı yüzünden şehirlerimizin çoğunun tahrip edilerek yozlaşmasından dolayı büyük üzüntü duymuştur. İslâm şehrinin insanlık târihinin en müstesnâ ürünü olduğuna inanan Cansever’e göre Osmanlı şehirleri de güzelliğin yaşandığı yerlerdir. Mîmârın görevinin dünyâyı güzelleştirmek olduğunu her vesîleyle tekrarlayan Cansever, Türk mîmârîsinin zengin birikiminden faydalanılmadan bir çıkış yolu bulmamızın mümkün olmadığını savunmuştur. Birey olarak insanların standart birer varlık olarak kabûl edilmesi nasıl büyük bir yanlışlık ise, apartmanlaşma sisteminin de bütün âileleri standartlaşması aynı şekilde yanlıştır. Cansever, bugün dünyâda ve Türkiye'de konut standartlarının ve mîmârînin, hiçbir çağda olmadığı kadar çirkin ve gayri insânî hâle geldiğini ileri sürmüştür. Bu yozlaşma döneminin temellerinin Tanzimat'a kadar uzadığını söyleyen Cansever, bu dramatik tablonun nasıl oluştuğunu şöyle anlatmaktadır: “Yurttaşlarımız evler yerine apartman dâirelerinde oturmayı batılılaşma modasının bir îcâbı olarak tercih eder oldular. Bugün ise artık teknokratların kendi kaprislerini tatmin için vücûda getirdiği Babil kulelerinin içinde nasiplerine düşen bir delikte oturuyorlar. Yüksek bir kültürün başarısı olan bir çevre bilincini var eden hukuk ve idâre sistemleri de bugün artık çoktan kaybedilmiş, yok edilmiş bulunuyor. Artık çocuklar evlerinin bahçelerinde, daha sonra evlerinin önünde, mahallelerinin meydanlarında büyümek, dünyâyı tanımak ve oynamak imkânından; mahallede ve evde yaşlıların sevgi dolu saygınlığıyla korunmak, yönlendirilmek imkânından mahrum bulunuyorlar.”(T. Cansever, İslâm'da Şehir ve Mîmârî, İstanbul 1997, s. 143) Çok yönlü araştırmalar yapmış olan Cansever, ayrıca şunları söyler:“Türk evinin elde kalmış pek az sayıda örneğini şehirlerimizde zor da olsa görebiliyoruz. Hâlâ tahrip edilmeden kalmış bu evleri, sokakları, mahalle ve şehirleri korumak, mîmarlık târihinin bu müstesnâ kültür hazînesini gelecek nesillere ulaştırmak, insanlığı zenginleştireceği ve geleceğe ışık tutacağı için son derece önemli bir görevdir.” Eserleri Osmanlı ve Selçuklu Mîmârîsinde Sütun Başlıkları, Doktora Tezi, 1949 Modern Mîmârînin Sorunları, Doçentlik Tezi, 1960 Düşünceler ve Mîmârî, Türk Târih Kurumu Basımevi, 1981 Şehir ve Mîmârî, Ağaç Yayıncılık, 1992 Ev ve Şehir, İnsan Yayınları, 1994 Kubbeyi Yere Koymamak, İz Yayıncılık, 1997 İslâm’da Şehir ve Mîmârî, İz Yayıncılık,1997 İstanbul’u Anlamak, İz Yayıncılık, 1998 Ayrıca birçok yabancı ve yerli mîmarlık dergisinde makâleleri yayınlandı. Yunus Emre Altuntaş Kaynakça CANSEVER, Turgut; Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları, İstanbul 2012 CANSEVER, Turgut; İslâm’da Şehir ve Mîmârî, Timaş Yayınları, İstanbul 2009 CANSEVER, Turgut; Kubbeyi Yere Koymamak, Timaş Yayınları, İstanbul 2007 CANSEVER, Turgut; İstanbul’u Anlamak, İz Yayınları, İstanbul 1998 CANSEVER, Turgut; Mîmâr Sinan, Albaraka Yayınları, İstanbul 2005 Düzenli, Halil İbrahim; Turgut Cansever Makalesi, İslâmi Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2009
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak