Ara

Mî’mârî ve Mûsikî

Mî’mârî ve Mûsikî

“Birdenbire bul aşkı

Bu tuhfe bulanındır.”

Şeyh Gâlib Dede

Biri mekânın, diğeri zamânın rûhu. Schelling “Taşlarda Akan” mûsikiyi ilk ne zaman keşfetti bilinmez; fakat Yahyâ Kemâl’in mî’marînin rûhunu Itrî ve Nevâ-kâr’da bulduğu muhakkak.

Âh! Bulmak ve olmak. Yâ’ni olmak! Bulmak ve olmak için bulmayı yâ’ni olmayı istemek gerek. Çünkü zamânı yaratan istektir. Bugün toprak altında kalan sadece antik şehirler değildir. Şehirler gibi kelimeler de hırpalanmış ve mâ’nâ toprağına gömülmüşler zamânla. En çok da bu nedenle seviyorum Schelling’i. Bir kelime arkeologu ve tamircisiydi. Elbette ki size onun nesnel ideolojisinden yâhut da Transzendental Idealizm sisteminden söz edecek değilim. Belirtmek istediğim Schelling’in doğaya, eşyâya, varlığa dokunan ve aynı şekilde dokunulanlardan olduğudur. Çünkü varlığa dokunmak varlığın da rûha, öze dokunması demek.

Schelling’in aldığı eğitimi küçümsememeliyiz. Çünkü küçük yaşta ona derûnunda Hermetî harf tozları taşıyan Lâtince öğretilmişti. Klasik bir dil eğitimi değildi onunkisi. Semitik dillerin simyâsını öğretmişlerdi. Eskiçağ dilleriyle elenip elenip gelen semâvî dilin anahtarı tutuşturulmuştu eline. Çünkü gökleri ve yerleri bilmeyenlerin kâinatı anlaması muhâldi. Çünkü o dil biliyordu ki kâinat ve insan garîb bir yarılmadan neş’et etmişti. Bir anda ve birden bire.

 

Evet, ne olmuşsa birdenbire ortaya çıkmıştı. Schelling bütün kelimeler ve harflerin o kökten, kökenden geldiğini eşyâya dokununca anlamıştı. Sayılarla kavgası yoktu onun. Saygısı vardı. Çünkü varlığın halka halka, basamak basamak açıldığını tekâmül ettiğini anlamıştı. Kâinatta kendisi gibi o karanlıktan doğmuştu. Annesi gibi eli, yüzü, kaşı ve gözü vardı; ama bütünüyle annesine de benzemiyordu. Ne ondan ayrı ne de gayrıydı. Üstelik kendinde daha nice bir âlem ve tohum taşıyordu tıpkı tabîat gibi. Ne ki şuûr ve muhakeme sahibiydi. Kendisinde bir âlem taşıdığını bir elma ağacı bilmese de ağaca elmayı bahşedenin Allah olduğunu o biliyordu.

 

İşte! Bütün bilgi buydu. Bu bilgiyi seviyordu Schelling. Bilgiyi sevmeyi seviyordu. Yâ’ni hikmeti ve irfânı. Onun irfânını, taşlarda donmuş mûsıkî tespitinden anlamamız pekâlâ mümkün. Her oluş derûnunda bir karanlık, kararlılık ve sır taşır. Ne ki sır çatlayacak yoğunluğa gelmişse kimse bu oluşa yâ’ni ilâhî murâda mâ’ni olamaz.

 

İnsan demek, dünyâya geliş maksadını anlamakla mes’ûl insân demek. Hattâ insan bu dünyâya kendini ve kâinatı anlamaya ma’mûr hâlde yaradılmıştır. İlim, bunun açığa çıkması demek. Tefekkür etmek, düşünmek ise insanın gönlündeki Allah (cc) irfânının ortaya çıkması, Hakk’ın kendini açması.

 

İnsan, kâinatın eteklerini çınlatan bu ses bilgisini kulaklarıyla duymasa da bu ses ârifin, âşığın, dervişin ve san’atkârın gönlünün değdiği yerden yankılanıp rûh olarak akıyordu. İşte taşlarda donmuş mûsikî, bu oluş sırrının şuûr akışıydı. Eşyânın hâfızasına gönlünü dayayan herkes duyabilirdi ki kâinat üç harften ve sesten vâr olmuştu. "Aşk" idi o kelimenin adı. Bu sebepten olacak büyük bestekârlar ilâhî olanın sesini duymuş ve onu bestelemişlerdi. Sayılar ve basamaklar, perdeler, makâmlar hep o ilâhî sese ulaşmaya bir araçtı, amaç değil.

 

Seste bir kudret ve kâinatı halka halka bölen, dönen, döndüren ve dönüştüren bir kudret var. Mekâna rûh veren, işte bu cevher. Ses maddeyi oluşturuyor, bölüştürüyor, dönüştürüyor ve bir devran ile dönüyor. İnsan taşlara sinmiş bu hâfızayı, mî’mârî ve tezyînat sâ’yesinde gözleriyle okusa da esâsında gönlüyle anlıyor.

 

İşte bu noktada mekânlar kadar o mekânlara sindirdiğimiz hâtıra ve seslerin de ne denli önemli olduğunu anlayabiliriz. Çünkü bizim köklerimizle olan görünmez bağımız, işte bu donmuş mûsıkînin mâ’nâ iplikleridir. Çünkü her mâ’nâ aynı zamânda bir rûhtur. Bestekârlar mâ’nânın rûhlarını duyup ondan anladıklarını notalara nakşederler. Mâ’nâ ve rûh nakkâşıdır onlar, duyan ve hatırlayanlardır. Çünkü bilmek sâdece hatırlamaktır. Kendinden geçmesi bundandır insanın. Kendinden geçmek, belki de kendi olmaktan geçmeyi hatırlamaktır. İğne deliğinden deve geçer mi? Deve olmaktan geçersen iğne deliğinden de geçersin, kara delikten de.

 

Schelling anlamış bunu. Hem de henüz Feder’i okurken anlamış. Tabula Rasa’cılar yalan söylüyor. İnsan bilinci, boş bir levha değil. Bi’l-akis bâtınında Levh-i Mahfûz’a dönük bir ayna. Görünür kılınma ânındaki beyazlıkla görünmez olma hâlinde insanın büründüğü beyaz kefen, hep bu hakîkate bir remz aslında. Bölünme. Bir âlemde ölüp diğerinde dirilme. Ana rahmindeki hayâtımız, ondan evvelki hayâtımız hep o görünmez yarımızda. Tohumdaki o ilk beyazlık ile kefen beyazlığı arasındaki o renkleri, kokuları, sesi ve nefesi müşâhade etmek, bir bakıma okumak değil midir bu âlemdeki asıl seyrimiz?

 

O garîb ve tuhaf Alman ihtiyar yâ’ni Schelling ile mî’mârinin donmuş bir mûsikî olduğunu insanlığa söylediği günden beri dostum. Belki daha da eskiden.

 

Tübingen’in Orta Çağ’dan kalma o eski dar sokaklarında gezenler manastır denilen kuyuların içinde bir zamânlar Yûsuf misâli güzeli gören Schelling’lerin de yetiştiğini hayretle fark edebilirler. Beyaz saçları, keskin bakışları ve mutmain çehresiyle sivri ve üçgen çatılı evlerin arasından belirip “Yine bir kuyuya mı düştün evlât?” diye sorabilir size. “Gerçekte kuyu sensin. Senin içinden çıkacak gerçek sendir, asıl Yûsuf olan.” diyebilir.

 

Platon gibi gelmiştir bana hep Schelling, biraz da peygamber gibi adam. Ümmî aslında. Önümde Muhterem Yalçın Çetinkaya’nın “Mî’mârî ve Mûsikî” hakkında bir yazısı var. Yalçın Bey de mûsikî ve mî’mârî arasındaki bu derin ilişkiyi fark edip kendince sorular sormuş ve bu suallerin de muhakkak sûrette cevaplarının bulunması gerektiğine dikkat çekmiş. Garîbtir, ne vakit eşyânın hakîkatine dair bir şeyle karşılaşsam zihnim beni hemen o ilâhî sahneye alır götürür:

 “Düşün ki Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halîfe ta’yin edeceğim.» dediği vakit, onlar: «Biz Sen’i tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?» dediler.”

 

Şu hâlde insanın cevâba, bu cevap netîcesinde elde edeceği hikmete ihtiyâcı varsa evvelâ durmalı ve dinlemeli. Durmakta olanı dinlemeli. Yâ’ni mekânı. Yâ’ni eşyâyı. Eşyânın ardındaki sırrı dinlemeli insan. İnsandan dinlemeli!

 

Kadirşinaslıkla efendim.

Nisan 2017, sayfa no: 48-49-50

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak