Ara

Mimar Sinan’ın İzinde / Mürsel Gündoğdu

İslâm düşüncesi ile İslâm sanatı ve mîmârîsi arasında sarsılmaz bir bağ vardır. Asırlar var ki Müslüman mîmarlar, dünyâ görüşlerini ve dînî düşüncelerini büyük bir maharet ve zarâfetle taşlara işleyerek maddî ve mânevî İslâm mîrâsının gözle görülür temsilcileri olmuşlardır.   Mimar Sinan, vücûda getirdiği mîmârî eserlerinde iç ve dış düzenlemeleri ile kullandığı bütün malzemeleri, İslâm mâneviyâtını aksettirecek şekilde büyük bir sabırla işlemiş ve bu sâyede mîmârîmizin dehâ ismi olmayı başarmıştır.   Sanat eserleri, sanatkârın içinde gömülü olan estetik hazînelerin ve güzelin belli ilkeler ve ifâde tarzlarıyla görünür hâle gelmesinin elle tutulur somut ifâdeleridir. Diğer bir deyişle sanat eserleri rûhun ve aklın aynada yansıyan tezâhürleridir. Her sanatkârın olduğu gibi Mimar Sinan’ın da gönül dehlizlerinde saklı ve zamânı geldiğinde görüntüye çıkmaya hazır hâlde bulunan estetik akçeler hazînesi vardı. Sinan’ın eserlerindeki maddî ve mânevî zenginlik onun bu gizli hazînelerin farkında oluşuyla sıkı sıkıya bağlıdır.   Yavuz Sultan Selim Han döneminde Kayseri’nin Ağırnas Köyünden devşirilerek İstanbul’a getirilen ve Atpazarı’ndaki Acemi oğlanlar mektebine verilen Sinan, Hacı Bektaş ocağından aldığı mânevî feyz ile incelttiği ruh teknesinde İslâm’ın temel prensiplerini yoğurup yorumlamayı başarmıştır. Günler geçtikçe maddî ve mânevî eğitimini sabırla sürdüren Sinan, elli yaşında Osmanlı’nın baş mîmârı olduktan sonra bu büyük tefekkürünü inşâ ettiği bütün eserlerine âdetâ taç yapmayı başarmıştır.   Mimar Sinan’ın maddî eğitimlerine dâir yeterince bilgilere sâhibiz. Ancak onun mânevî eğitimi, üzerinde çok kafa yorulmamış bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır. Şu kadar söyleyebiliriz ki Sinan, fırsat buldukça ve ihtiyaç hissettikçe gönül dünyâsının emsâlsiz güzelliklerine doğru çetin seferlere revân olmuştur. Onu bu sefere çıkaran şey; “Ben yere göğe sığmadım mü’min kulumun kâlbine sığdım” ilâhî işâretidir. Bu kadîm çağrı onu uçsuz bucaksız çöllere götürmüş, çilenin bin türlüsünde yoğurmuş ve ilâhî aşkın kızgın alevinde kavurmuştur.   Sinan’ın sanata ve güzele dâir çile ve aşkı arttıkça gönül aynası daha da parıldamaya başlamıştır. Nihâyetinde Sinan’ın muhteşem sanat eserlerini ortaya çıkaran anlayış, böyle derin bir aşk ve çile eğitiminin ürünüdür.   Kayseri’den İstanbul’a gelince Atpazarı’nda dülgerlik mesleğiyle sanat öğrenmeye başlayan Sinan, maharetli ustaların ellerinde göz ve gönül dünyâsının derin sırlarına vâkıf olmuş, pek çok sanat dalında kendisini yetiştirmeyi başarmıştır.   Sinan, Pâdişahlarla katıldığı birçok seferde İran’dan Arabistan’a ve Mısır’a kadar uzanan kadîm İslâm medeniyetinin eserlerinin yanısıra Batı mîmârîsini görmüş, incelemiş ve değerlendirmiştir. Yavuz Sultan Selim’in İran ve Mısır’a yaptığı seferlere acemi oğlan olarak katılan Sinan, bu kadîm ülkelerde bulunan mîmârî eserleri incelemiş ve bu sâyede mîmârî bilgisini olabildiğince artırmıştır.   Kânûnî Sultan Süleyman döneminde Yeniçeriliğe yükselen Sinan, onunla katıldığı Avrupa ve Irak seferlerinde yüzleştiği birçok sanat eseri sâyesinde mîmârî ufkunu zirveye çıkarmayı başarmıştır.   Sinan’ın dünyâsında Kânûnî Sultan Süleyman’ın İran seferinin önemli bir yeri vardır. Zira Lütfü Paşa’nın komuta ettiği orduyla berâber Van Gölü’ne ulaştıklarında karşı sâhilde bulunan düşman kuvvetlerinin durumunun gözetlenmesi istenmiştir. Bunun için lâzım olan üç adet kadırgayı iki haftada donatması Sinan’a devlet nezdinde büyük bir itibar kazandırmakla kalmamış aynı zamanda onu “Haseki”  rütbesine terfî ettirmiştir.   Sinan’a imparatorluğun baş mîmarlık yolunu açan en önemli olay ise onun Sultan Süleyman’ın bir sefer-i hümâyunu esnâsında geçit vermez Prut Nehri üzerine inşâ ettiği sağlam köprüdür. Zemînin çorak ve kaygan olması sebebiyle ilk yapımı başarısızlıkla netîcelenen köprünün inşâsını o devralır almaz köprüyü kısa sürede kurmayı başarmış ve bu durum sefer dönüşünde Sinan’a “Ser Mîmârân-ı Hassa” olma yolunu açmış, onu devâsâ imparatorluğun her türlü îmâr işlerinden sorumlu “Baş Mimarlık” mertebesine ulaştırmıştır.   Mimar Sinan Osmanlı’nın baş mîmarı olduktan sonra Hassa Mimarlar Ocağı’nı yeniden yapılandırmıştır.  O, bir yandan çıraklık eseri olan Şehzâde Külliyesi, kalfalık eseri olan Süleymâniye Külliyesi ve ustalık eseri olan Selîmiye Külliyesi gibi devâsâ büyüklükteki eserleri yapabileceği alt yapıyı kurarken aynı zamanda bütün Osmanlı coğrafyasını îmâr edecek tedbirleri de almıştır. Sinan, burada geleceği îmâr edecek talebeler yetiştirmeyi de ihmâl etmemiştir.   Yapımında binlerce işçinin çalıştığı bu devâsâ eserlerin yanında, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı’nın bütün şehirlerindeki mîmârî yapıların planlarını incelemek, şehir planlamasını düzenleyip yönetmek, İstanbul’un su sorununu yapmış olduğu devâsâ su kemerleriyle çözüme kavuşturmak ve hayırda yarışmayı âdet haline getirmiş Pâdişah ve Hanım Sultanların taleplerini karşılamak pek kolay bir durum olmasa gerektir.   Elli yaşından sonra devâsâ bir imparatorluğa baş mîmar olup yüzlerce külliye, câmi, medrese, hamam, köprü ve eski eserlerin onarımı gibi esere imza atmak insanlık mîmârî târihinde pek az mîmâra nasîb olacak büyük işlerdendir. Ayrıca Mimar Sinan’ın elli yaşından sonraki bu büyük performansı da birçok açıdan incelenmelidir diye düşünüyorum.   Mimar Sinan, mensup olduğu dünyâ görüşünün insan ve dünyâya yüklediği anlam gereği ortaya koyduğu eserlerinde bütün güzelliklerin Yüce Allâh’ın “cemâl” sıfatının bir yansıması olduğunun bilinciyle hareket etmeyi kendisine temel ilke edinmiştir. Sinan’ın kullandığı malzeme ne olursa olsun ve o ne tür sanat eseri ortaya koyarsa koysun, İslâm’ın öngördüğü hakîkat ve tevhîd anlayışı inşâ ettiği bütün sanat eserlerinin üstüne vurulmuş bir mühür olarak arz-ı endâm eder. Bu yüzden Sinan’ın sanat eserleri tabiatın bir kesitini taklit eden veya onu tasvir eden genel anlayışın çok ötesinde derin anlamlar ifâde etmektedir.   Sinan, İslâm düşüncesinin genel anlayışı gereği insanın yeryüzünü îmâr etmekle görevlendirildiğinin bilincindedir. Bu yüzden onun eserleri birey ve toplumun yaşadığı sosyal çevrenin düzenlenmesi olarak karşımıza çıkar. Sinan’ın inşâ ettiği eserler gerçek hayatla ve yaşanılan çevreyle bağını hiç koparmamıştır. Bu durum Şehzâde Câmii için neyse Süleymâniye için de öyledir ve hattâ Edirne’yle çepeçevre kucaklaşan Selîmiye’de zirve noktasına ulaşır.   Mimar Sinan’ın eserlerinde bizzat gözettiği hususlardan biri de, eserin mîmârî özelliklerinden süslemelerine, hat örneklerinden iç düzenlemelerine kadar içerisinde ibâdet edecek insanların hem dînî görevlerini eksiksiz yapmalarını temin etmek hem de bu mekâna girer girmez onları âdetâ tefekkür sağanağına tutarak mükemmelin ve sonsuzun huzûruna sevk etmektir.   Mimar Sinan, eserlerinde kendi bireyselliğini aslâ ön plana çıkarmamış, İslâm düşüncesinin temel prensibi olarak daha az ihtiraslı ama daha çok tefekkür gerektiren bir sanat anlayışını benimsemiştir.   Mimar Sinan’ı her yönüyle anlama çabalarının, modernizmin yıkıcı ve yok edici etkisi altında can çekişen günümüz mîmârî anlayışına çok olumlu ve diriltici tesirleri olacağı kanaatindeyim. Zîrâ toplum hayâtlarını etkileyecek ve yönlendirecek şekilde güçlü sanatkâr ve düşünürlerden mahrûm olan milletlerin kendi değer ve birikimlerinin zamanla küllenerek yerini hızla yabancı kültürlerin etkilerine bırakacağı muhakkaktır.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak