Hz. Mevlânâ’nın görüş ve düşüncelerinin en geniş şekilde sergilendiği eseri 6 ciltlik Mesnevî’sidir. Mesnevî’de dînî-tasavvufî hikmetler anlatılır. O, müridlere tasavvufu öğretici bir kitap olduğu kadar, yer yer fikrî ve hissî lirizmin sihrini de yakalamaktadır.
Mevlânâ Mesnevî’sinde yalnız tasavvuf bilgileri vermiyor. Aynı zamanda eski Şark efsânelerinden, peygamberlere ve evliyâya âit olay ve menkîbelerden örnekler de sunuyor. Mesnevî’de eski kültürlerden süzülüp gelen, bir bakıma insanlığın ortak malı sayılan çok miktarda hikâye yer alır. Bu yönüyle Mesnevî, kültür ve edebiyat târihçileri için önemli bir kaynak sayılır.
Bununla birlikte Mevlânâ’nın amacı sâdece hikâye anlatmak değildir. Hz. Mevlânâ’yı anlamakta sıkıntısı olan bâzı kişiler, Mesnevî’nin öyle fazla bir değerli eser olmadığını söyleyerek: ‘Ne var Mesnevî’de?.. Ben şöyle bir okudum, içinde aslan tavşan hikâyelerinden başka birşey göremedim.’ derler.
Mevlânâ’nın bu hikâyelerinden amacı, bir fikri zihinlere daha iyi yerleştirmektir. O, çok basit ve etkili bir pedagoji kuralını uygulamıştır. Teorik bilgi ve fikirlerin yalın olarak verilmesi son derece kuru ve itici olur. Halbuki bir olaya, bir hikâyeye bağlı olarak sunulunca kolay tâkip edilir ve hatırda daha iyi kalır. İşte Mevlânâ’nın üstün yönlerinden biri de bu noktada kendini gösterir. O, en basit olayları, sıradan hikâyeleri bile son derece ustalıklı yorumlarla takdim etmesini bilmiştir. Mesnevî ve Fîhi Mâ Fîh, bu yönden onun eğitici dehâsının örnekleriyle doludur.
Burada, Mesnevî’de yer alan on sekiz hikâyeyi ele alarak, bu vesîleyle bâzı kısa dînî - tasavvufî izahlar getireceğiz. Bunları her hikâyeden sonra “AÇIKLAMA” ara başlığı ile vereceğiz. Bu hikâyeler Mesnevî’de çok kere parça parça ve aralarına başka olaylar ve öğütler yerleştirilerek anlatılmıştır.
İlk altı hikâyenin metinleri, Mehmet Önder’e âit “Mevlânâ Mesnevî’den Hikâyeler” isimli kitaptan aynen; sonraki hikâye metinleri ise pek az değişiklikle Mesnevî’de Geçen Bütün Hikâyeler” adlı eserden alıntı yapacağız inşâallah.
1-NEFİS AZGIN ASLAN GİBİDİR
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir aslan yaşamaktadır. Ormandaki tüm hayvanlar korku içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çâre ararlar. Düşünürler, taşınırlar, aralarından bir heyet seçerek aslana gönderirler:
-Ey ormanların şâhı aslan… Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun… Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz sana içimizden her gün birini yollarız, sen de rahatça yersin. Böylece, sen de biz de huzur içinde ömrümüzü geçiririz… derler. Bu teklif aslanın hoşuna gider. Kabûl eder. Artık her sabah bir hayvan arslana teslim olmaktadır.
Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir. Hayvanlar:
-Eh ne yapalım, kısmet böyle… Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek… Haydi vakit geçirmeden yola düş… Arslanı kızdırmayalım… derlerse de tavşan işi ağırdan alır, pek aldırmaz. Hayvanlar telâş içindedirler. Nihâyet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler… Tavşan kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama vakit de bir hayli ilerlemiş.
Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer:
-Nerede kaldın? Bu gecikmene sebeb ne?
Tavşan yalancı bir telâş ile terlerini siler, boynunu büker:
-Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama diğer bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz!
Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:
-Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o çabuk söyle!
Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini gıcıklar. Arslan dayanamaz:
-Düş önüme göster bu alçağı… der. Yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir:
-İşte sultanım, bu kuyunun içinde.. Bakınız nasıl da kurulmuş …
Arslan hırsla kuyunun içine bakar. Suda aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki aksi de hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz:
-Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyor…
Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. (Bir diyarda iki sultân olmaz parçalamalıyım onu…) diye mırıldanır, ardından da: Gümm! diye kuyuya atlar.
Herşey bitmiştir artık… Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşu müjdeler.
MESNEVÎ:
-Ey kişi… Sen bu dünyâ kuyusunun dibine hırsla tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş… Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve safâ etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münâkaşa kuyusunun dibindesin. (C. I, beyit: 1350-1351)
AÇIKLAMA:
Hz. Mevlânâ’nın sözünü ettiği bu azgın “nefs aslanı” ne demektir acaba? Nefsin tanımı, eğitimi ve iyileştirilmesi konusu üzerinde tasavvuf düşüncesi çokça durmuştur. Nefisle mücâdele olgun insan olma savaşıdır.
Nefs kısaca kişinin niteliklerinin, huylarının kötü yönlerine verilen addır. Meselâ böbürlenme, kendini beğenmişlik, öfke, kin tutma, dedikodu, çekememezlik, geçimsizlik, zorluklara tahammülsüzlük bunların başlıcalarıdır. Bunların azgınlaşması insanın değerini düşürür. İçimizde iyilikler de vardır kötülükler de. Bizim varlığımız, bu iki zıt kuvvetin mücâdele sahnesidir. Yüce Allah “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik. (Tîn 95/4-5) Bize düşen aklımızı ve irâdemizi kullanarak içimizdeki iyinin üstün gelmesini sağlamak, aşağı seviyeye düşmemektir. Onun için de nefsin kötü halleriyle mücâdele etmek şarttır.
Aslında, yaradılışımızdaki nefsânî güçler iyiye yöneltilebilir. Bunlar potansiyel enerji gibidir. O bakımdan nefsin ölmesi değil, ıslâh edilmesi sözkonusudur. “Ölmeden evvel ölmek” mecâzî bir ifâdedir. Nefsin öldürülmesi demek onun iyileştirilmesi, kontrol altında tutulması demektir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Güçlü pehlivan, güreşte rakîbini yenen kimse değildir. Asıl pehlivan, öfke ânında nefsine hâkim olabilendir.”[1]
Meselâ asabî, sert mizaçlı, âniden parlayıveren insanlarda taşkın bir enerji var demektir. Bunun gelişigüzel kullanılması zarara sebeb olabilir. Tamâmen yok edilmesi ise pısırıklık, uyuşukluk ve hakkını savunamamaya yol açar. Burada orta yol, o enerjiyi ve tepkiyi yerinde, zamânında ve ölçülü kullanmanın yolunu öğrenmektir. Bu da bir irâde eğitimiyle olur. Hz. Ömer İslâmiyet’e girmeden önce sert mizaçlı, atak bir kimse idi. Müslümanlıktan sonra bu özelliği kaybolmadı, fakat ıslâh edildi ve iyiye yöneltildi. Böylece son derece âdil, enerjik ve şefkatli bir insan tipi ortaya çıktı. Devletin başında iken, geceleri yoksullara sırtında un taşıdı.
Nefsin en büyük hastalıklarından biri kibir, yâni büyüklenme ve kendini aşırı beğenme, herkesten üstün görmedir. Hikâyemizdeki aslanın hastalığı böyledir. Kibir insandaki yaratıcı güçleri öldürür. Çünkü gerçekten sâhip olmadığı şeylere sâhip olduğunu zanneden kişi bunları elde etmek için çalışmayacak, böylece de kâbiliyeti körelecektir.
Kendini beğenmişliğin pençesine düşen, dünyâda kendinden başka saygı ve hizmete lâyık insan görmez. Herkesi kendine borçlu sanır, kimsenin yardımına koşmaz, kimseye elini uzatmaz. Veya bunları yerine getirse bile, başkaları kendisine minnet duysun diye yapar.
Kendini beğenmişliği yenmek, tevâzu yâni alçakgönüllülükle gerçekleşir. Bunun en büyük belirtisi de insanlara karışmak, kalabalığın içine girip, onlara sırf Allâh’ın hoşnutluğu için hizmet sunabilmektir. Büyükle büyük, küçükle küçük olmasını bilmektir. Onları hakir görmeden, aşağılamadan onlara yaklaşabilmektir. Bir Kur’ân âyetinde şöyle buyurulur: “Yeryüzünde kendini beğenmişlik ve azametle yürüme. Çünkü ne kadar hızlı yürürsen toprağı yaramazsın. Boyca da aslâ dağlara ulaşamazsın. (İsrâ 17/37)
Alçakgönüllülüğün bir şartı da şudur: Sokakta kime rastlarsak rastlayalım, onun Allah katında bizden daha üstün olabileceğini düşünmeliyiz. Kimbilir, belki bizim bilmediğimiz çok iyi bir yönü vardır. Veya şimdiki halde kötüyse de, ileride bizden daha iyi bir kimse olabilir.
Prof. Dr. Mehmet Demirci (Haziran 2016)
[1] Buhari, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107; Tecrid-i Sarih terc. XII, 148.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak