Ara

Menkıbeler Bize Ne Söyler?

Menkıbeler Bize Ne Söyler?

Tarihte zâhirî hakîkat, masalda ledünnî hakîkat gizlidir.”

Yahya Kemal Beyatlı

 

Menkıbelerin, asırlar boyunca hem dergâhlarda hem de yazılı kültüre uzak olup inanç ve kültür beslenmesi daha çok sözlü kültür ürünleriyle gerçekleşen halk kitlelerinde ne kadar önemli bir eğitim malzemesi olduğunu bilmekteyiz. İşte bu öneminden dolayı bu tür eserler, daha Hz. Peygamber (sav) zamanında başlamış ve asırlar boyunca kültürümüzün vazgeçilmez kaynakları olmuşlardır. Ama pozitivist eğitimin etkisiyle metafizik anlatımlı her şey gibi menkıbelerin de önemi azalmış ya da kaybolmuştur. Ama şu da bir gerçektir ki bir şeyin şu veya bu sebeple öneminin azalması yâhut kaybolması onun önemsiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bunlar, bir zarûretin ve ihtiyâcın sonucu ortaya çıkmışlardır. İnsanın ihtiyaçları zaman içinde değişiklik gösterse bile özellikle metafizik ihtiyaçları önünde sonunda tekrar ortaya çıkar ve kaybolduğunu sandığımız şeyler yeniden önemli hâle gelir. İşte menkıbeler böyle görülmesi gereken metinlerdir. Öyleyse söze menkıbelerin neden önemli olduğu sorusuyla başlayalım ama bunun için menkıbe nedir sorusuna bir cevap arayalım.

Menkıbeler ve Önemi

İlk örneklerine hadis kitaplarında rastladığımız menkıbeler, kısaca tarih, din ve tasavvuf büyüklerinin hikmetli sözlerini ve örnek ve ibret alınacak davranış ve hareketlerini anlatan metinlerdir. Bu metinler, tasavvufun kurumsallaşmasıyla birlikte daha çok velîler etrâfında yazılan metinlere dönüşmüşlerdir. Durum böyle olunca da zaman içerisinde sûfî literatürde bir menkıbe yazma geleneği oluşmuş, bu gelenek içerisinde hemen her büyük sûfî hakkında menkıbe kitapları yazılmıştır. Konu ile ilgili literatüre bakıldığında ortada pek çok eserin olduğu görülür. Bir hatırlatma anlamında bunlardan akla ilk gelecek olan eserler Abdülkâdir Geylânî, Ahmed el-Rifâî, İbrâhim Ethem, Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Eşrefoğlu Rûmî, Yûnus Emre, Ahî Evren, Seyyid Hârun gibi mutasavvıflara âit menkıbe kitaplarıdır. Bunlar bir taraftan eğitim vâsıtası olarak pek çok kişinin gönül eğitiminde önemli sonuçlar doğururken bir yandan da menkıbeye konu olan şahsiyetlerin unutulmamasını sağlamışlardır.

Menkıbelerin Temel Özellikleri

Menkıbeler, asıl olarak bir sûfî şahsiyeti konu alırlar. O şahsiyetin hayâtından bazı ibret ve ders verici olayları anlatırlar. Ama anlatım sâdece olaydan ibâret kalmaz ve metnin bir yerinde hikmetli sözler de yer alır. Bu yönüyle aynı zamanda bir tür nasihatnâme de sayılabilirler. Neden böyle bir yola yâhut anlatıma ihtiyaç duyulduğu ise şöyle açıklanabilir: İnsanın kendini tanıması, kendine dâir eksi-artı yönlerini fark etmesi ancak bir başka insana bakarak, İbn-i Arabî’nin ifâdesiyle “insanın insana ayna olması” ile sağlanabilir.

Eğitimde örnekleme metodunun önemi dikkate alındığında bunun önemini anlamak zor olmayacaktır. Böylece bir menkıbe okuyan yâhut dinleyen kişi her anlamda örnek alabileceği bir seçkin isimle karşılaşmış olmaktadır. O kişi de okuyana/dinleyene örneklik teşkîl edecektir. Bu örneklik onun hem sözleriyle hem de davranış ve hareketleriyle gerçekleşmektedir. Böylece kişi, menkıbe kahramanıyla ve ona dâir olayla bir özdeşlik kurmuş olacaktır. Böylece okuyan/dinleyen sâdece kişiyle değil hem olayla hem de o süreçte söylenen sözle/sözlerle bütünleşmiş olmaktadır. Bu her şeyden önce dolaylı bir eğitim metodudur. Bir bilgiyi, düşünceyi çok etkili cümlelerle muhâtabımıza iletsek bile etki gücü olay-kişi merkezli anlatım kadar etkili olmayacaktır. Çünkü kahramanla okuyucu/dinleyici arasında bir iletişim, bütünleşme gerçekleşmemektedir. Bu da kendi hâlinde müsbet anlamda bir değişim/dönüşüm gerçekleştirmesi demektir ki eğitim dediğimiz olay da bundan başkası değildir.

Söylediklerimizi somut örneklerden hareketle daha anlaşılır hâle getirecek olursak meselâ Yûnus Emre’nin buğday menkıbesini okuyan kişi hayâtın doğru ya da yanlış tercihlerden ibâret olduğunu anlamış olacaktır. İbrahim Ethem menkıbesini okuyan makam ve saltanatın ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini öğrenecektir. Aziz Mahmut Hüdâî menkıbesini okuyan onun kadılığı bırakıp ciğer satmaya başlamasını öğrenince nelerin terk nelerin kabûl edilmesi gerektiğini kavrayacaktır. Mevlânâ’nın yoldan geçerken oyun oynamakta olan çocukların “Biraz bekleyin de oyunumuz bitince elinizi öpelim” şeklindeki menkıbesini okuyan büyükler, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini öğrenecektir. Örnekler çoğaltılabilirse de hepsinde durum aynıdır. Her menkıbe bize bir ufuk açar, yeni bir düşünme ve hareket etme biçimi öğretir.

Bu da en çok hakîkat yoluna yeni girmiş dervişlerin ihtiyâcı olan bir konudur. Bu yüzden bu metinlerin muhâtabı öncelikle dervişlerdir. Menkıbeler bu anlamda birer ders kitabı özelliği taşırlar. Bu yüzden her tarîkat, bağlılarını eğitirken bu metinlerden yararlanmaktadır. Tabii konuyu sâdece onlarla sınırlandırmamak, bu durumun bütün insanlar için de söz konusu olabileceğini de söylemek gerekir. Yâni menkıbelerin muhâtabı özelde dervişler olsa bile genelde bütün insanlardır. Bu yüzden bu tür eserler, hemen her dönemde geniş kitlelerin de ilgiyle okudukları eserler olmuşlardır.

Menkıbenin bir özelliği de anlatımındaki olağanüstülüktür. Çünkü hiçbir menkıbenin olayı sıradan bir olay değildir. İşte anlatımda rutin olanın dışına çıkmak hem dikkati canlı tutmakta hem de mesajın daha etkili anlaşılmasına etkili olmaktadır. Meselâ Ahmet Yesevî’nin, elindeki yanmış odun parçasını fırlatarak dervişlerini o parçanın düştüğü yerde irşadla görevlendirmesi ilk bakışta aklın düz mantık içinde anlayabileceği bir olay değildir. Yine Odun ve Altın menkıbesinde Yûnus Emre’nin duâsıyla ağaçların, dağların, taşların altına dönüşmesi de böyledir. İşte bu olağanüstülük, kişinin duygu dünyasında da hareketlenmeye sebep olmaktadır. Şunu artık biliyoruz; işin içine duygu boyutu katılmazsa bilgi tek başına değiştirici/dönüştürücü olamamaktadır. Çünkü bilgi yâhut mesajı içsel hâle getirme imkânı ortadan kalkmaktadır.

Menkıbe ve Sembolizm

Bu noktada hatırlanması gereken bir şey de menkıbelerin sembolik metinler olmalarıdır. Şâyet semboller çözülemezse menkıbenin asıl mesajı aslâ anlaşılamaz. Buna göre, bu metinler dış anlamlarıyla da ilginç ve önemli hikâyeler olmakla birlikte, onlardan bir kaynak olarak yararlanmak ve menkıbe kahramanı olan şahsı veya şahısları doğru tanıyıp anlamak istiyorsak yapılması gereken ilk iş, bu metinlerdeki metafor, sembol, remiz, alegori gibi unsurların çözülmesidir. Burada konu tasavvufî bir mesele olacağından bu konuya dâir bilgilere de ihtiyaç vardır. Meselâ Yûnus Emre’ye dâir düz odun menkıbesinde anlatılmak istenen asıl mânâ, Yûnus’un dağda dış etkilerden uzaklaşıp kendi içine dönerek bir özeleştiri yapması ve bunun sonucunda nefsinin eğriliklerini düzeltmesidir. Görüldüğü gibi bu metin odun sembolü çözüldüğünde çok anlamlı bir hikâyeye dönüşmektedir. Yine Yûnus’un Hacı Bektaş’a hediye olarak alıç götürmesi onun hem gönül temizliğine hem de mânevî olarak alıç gibi henüz ham seviyede olduğuna yorumlanarak ona buğday yâni maddî ilim yâhut dünyalık bir şey yerine nasip, himmet olarak da isimlendirilen nefes teklif edilmiştir. Nefes bu mânâda, bir tekkede mürşid tarafından öğretilebilecek mânevî bilgi olarak düşülmelidir.

Menkıbelerin, böyle okunup anlaşıldığında târihi anlamada da bize bir imkân sağlayacağı söylenmelidir. Çünkü kişi ve olayların arka planı, iç gerçekliği bu metinlerle anlaşılır hâle gelebilmektedir. Bu anlamda diyelim Hacı Bektaş Velî’yi, sâdece târihî bilgi ve belgeler ışığında tam olarak tanıyamayız. Bu tanıma menkıbelerden de yararlanılması hâlinde bizi doğru bir sonuca ulaştırabilecektir.

Günümüz Açısından Menkıbeler

Burada konuya günümüz açısından da bakılmalıdır. Bu metinler sâdece geçmişte yaşayan kişi ve olayları anlamanın yanı sıra günümüz açısından da sanki birer güncel metin gibi okunması gereken anlatımlardır. Çünkü anlatılan, öğretilmek istenen hakîkattir. Hakîkat ise her zamanda ve zeminde geçerliliğini devâm ettirir. Yûnus’un ifâdesiyle “her dem yeni”dir. Dolayısıyla menkıbelerde her çağ insanına ders veren bir özellik vardır. Çünkü insan fıtrî özellikleri itibâriyle hep aynıdır. Zaafları, meziyetleri aslında hiç değişmez. Bu yüzden diyelim 12. asırda yaşayan bir sûfînin menkıbelerinde dile getirilen gerçeklik bu çağ insanı için de aynıdır. Burada tekrar Yûnus Emre’nin “Buğday-nefes” menkıbesine bakacak olursak bu çağ insanının da buğdayla nefes, ilimle irfan, madde ile mânâ arasında bir tercihle karşı karşıya olduğu görülecektir. Şahsiyetini ve hayâtını inşa meselesi, yapacağı tercîhe ve terke göre gerçekleşmektedir.

Bu geçerlilik meselesi sâdece olaylar için değil menkıbelerde yer alan sözler için de böyledir. Bu sözlere hikmetli sözler denmesi de bu yüzdendir. Onlar da doğruluk özelliğini sürekli olarak korurlar. Meselâ Mevlânâ’nın “Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da hür ol ey oğul” sözü maddeye, eşyâya tutsak olan çağımız insanına gerçek hürriyetin ne olması gerektiğini öğretmiyor mu? Aziz Mahmut Hüdâî’nin “Alan sensin, veren sensin, kılan sen. Ne verdinse odur, daha nemiz var?” sözü, egosu sahip olduğu maddî şeylerle tavan yapmış insanlara bir hakîkat uyarısı değil midir? Harakanî hazretlerinin “Ömrünüzü bitmiş sayınız ve son nefesinizin gelip iki dudağınızın arasında çıkmak üzere durduğunu düşününüz” sözü ölümü anarak gafletten uyanmanın ebedî bir îkâzı değil midir?

Durum mâdem ki böyledir öyleyse menkıbelere bu anlam çerçevesinde bakmak, onları gelenekte olduğu gibi insan eğitiminde birer ders metni olarak okumak/okutmak önemli görülmelidir. Böylece muallimimiz, mürşidimiz Mevlânâ gibi, Yûnus gibi, Attar gibi, Sâdi gibi büyük hikmet erleri olacağından gönlümüz de aklımız da onların söz ve halleriyle aydınlanacak, yaşadığımız bunalım çağında bize aydınlık ufuklar açacaktır.

Ağustos 2023, sayfa no: 44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak