Bismillâhirrahmânirrahîm Esteîzû billâh… ‘Yüsebbihu lillâhi mâ fi’s-semâvâti’ Bazı ayet-i kerimelerde ‘Yüsebbihu’ ifadesi kullanılmıştır. Yani üç vakitte ve daimî bir şekilde her şey Hak Teâlâ Hazretlerini bütün noksanlıklardan tenzih ve takdis eder. Varlıklar, akıl sahibi olan ve akıldan mahrum olanlar şeklinde iki kısma ayrılır. Akıl sahibi olanlar dil/söz ile akıl sahibi olmayanlar ise rivayete göre sadece lisân-ı halleriyle Hak Teâlâ Hazretlerinin vahdâniyyet ve samedâniyyetini her türlü eksiklikten uzak oluşunu ikrar ve itiraf etmektedir. Zira yoktan vücuda gelen bir âlemin ezelî bir sanatkâra büyük/yüce bir yaratıcıya, vahdâniyyet ve samedâniyyet gibi kemâl sıfatları kendisinde toplamış her yönüyle ibadet ve tazime layık bir zata olan ihtiyacı kat’î/kesin delillerle sabit ve çok açık olan bir durumdur. ‘Yerde ve gökte Allah’tan başka ilah bulunmuş olsaydı düzen bozulurdu’1 ayet-i celilesinden anlaşıldığı gibi yıldız ve gökcisimleri gibi yüksekte, ister hayvan ve bitkiler gibi yerde bulunsun binlerce yıldan beri değişmez ve sarsılmaz sabit bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi Cenâb-ı Hak’tan başka ilah olmadığına kat’î şekilde delalet etmektedir. Esteîzû billâh… ‘Hakk Teâlâ Hazretleri evveldir/ezelîdir. Âhirdir/ebedîdir. Sona ermekten münezzehtir. Zâhirdir; bu görünen âlemin tamamı onun tamamı kudretinin eseridir. Bâtındır; uluhiyyet sırları kâinatın her zerresinde gizlenmiştir. Ve her şeye vâkıftır.’2 Yani geçmiş ve şu an bütün mevcudat/varlık âlemi Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin vücûd nurlarından yansımış birtakım zerreler ve zuhur mahalleridir. Hakikatte Zât-ı Ecellü Akdes’ten başka müstakil bir vücûd yoktur. ‘Lâ mevcûde illâ hû.’ Bununla birlikte Hak Teâlâ Hazretleri kendisine mahsus olan azamet ve uluhiyyet sıfatlarından hiçbir mevcuda/varlığa vermediğinden kul kendisine verilen vücûd nimetiyle şükür ve kanaat ederek kulluk vazifesini ihlal ettirecek ve şeytanın ilkalarına/vesveselerine uyarak mezâlik-i akdâm/ayak kaymalarına sebep olacak ‘hulûl’ ve ‘ittihâd’ gibi birtakım bâtıl/sapık düşüncelerle uğraşmamalıdır. ‘O Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır.’3 Cenâb-ı Hak, öyle bir Kâdir ve Kayyûm’dur ki her günü bin sene gibi olan altı günde şu gördüğümüz gökler ile yeryüzünün yaratılmasını ikmal etmiş ve tamamını itaat ve bağlılık dairesine dâhil buyurmuştur. İstediğini yapar, dilediğini bir anda gerçekleştirir. Cenâb-ı Allah kâinatı bir anda yaratmaya kâdirken altı günde dilemesi ve böyle hükmetmesi sebep, alet ve araçlara muhtaç olan kullarına iş ve işleyişlerinde acele etmemek hikmetini öğretmek içindir. ‘O Allah yere giren bütün tane ve zerreleri yerden çıkan her türlü bitkiyi bilendir. Aynı şekilde inen yağmur damlalarını, gökyüzüne çıkan buharı ve dumanı da bilendir.’4 Kur’ân ayetlerinin zâhir manası ile birlikte bâtın anlamlarının da olduğu hadis-i şeriflerle sabit olduğundan bu ayet-i kerimenin bâtınî işaretlerini ârifler; ‘Yere giren’ ifadesini sâlikin kalbine ulaşan rabbânî marifete; ‘Gökten inen’ ifadesini esma ve ilahî sıfatlardan gönle doğan ledünnî ilme ve ‘Göğe yükselen’ ifadesini ise kelime-i tayyibeye/kelime-i tevhide işaret ettiğini söylemişlerdir. Ulvî yolun/tarikatın erbabından bir zata müracaat etmekten maksat sâlikin kabiliyet ilahî marifet tohumlarının ekilmesidir. Sadece zikir talimi değildir. Zira zikir telkini kitapları mütalaa ile de başarılacak bir konudur. Abdülkâdir-i Gîlânî (Kaddesallahu Teâlâ sırrahü’n-nûrânî) Hazretleri tarikat mensuplarına hitaben: ‘Ben sizin yalnız zahirinizi süslemeye memur değilim. Belki kalp arazilerinize marifetullah fidanlarını dikmeye ve onları sulayıp terbiye etmeye memurum. Böylece büyüsün, dal budak versin. Yaprak ve meyvelerinden istifade edilsin’ buyurmuşlardır. Evet, bir insan nefs ve şeytan gibi iki büyük düşmana karşı koyamayacağından bunlara galip gelmek için ve büyük rahmanî lütfu olan insanlık ve İslam’ın gayesini yani ebedî mutluluk ve kurtuluşa ulaşabilmek için yüze yola/tarikata girmek ve Aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerine kadar uzanan bir altın silsileye dâhil olmalıdır. Tarikat yolcusu ancak manevi kuvvet ve Mevlâ’dan gelen yardım sayesinde mutluluğun düşmanı, manevi ilerleyişin engeli olan nefs ve şeytana galip gelebilir. Hak Teâlâ Hazretlerine tam bir itaatle kendini mukarreb/O’na yakın olanlardan kılabilir. Yani sırat-ı müstakimden/dosdoğru olan yoldan zerre miktarı ayrılmaz. Allah Teâlâ; ‘Her nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir’5 buyurmuştur. Bilinmelidir ki ayet-i kerimede dile getirilen birliktelik zata ve zamana bağlı bir birliktelik değildir. Ayrıca hulul ve ittihad yolu ile de bir birliktelik değildir. Aksine bütün zuhur mahallerinden şimşek ışığı gibi sadece zuhur ve huzur yoluyladır. Yani Hz. Allah bütün fiilinize, bütün hallerinize vâkıftır, onları bilmekte ve görmektedir. Gökler ve yerde var olan her şey O’nun mülküdür. Ve herkesi salih veya bozuk amelleri ölçüsünde karşılık vermesi O’nun hakkıdır. Bu ayet-i celileyi bildikten sonra halktan birinin huzurunda çirkin bir fiili yapmaya cesaret edemeyenler Yüce Allah’ın huzurunda ne cesaretle o çirkin davranışı yapabilmeleri gerçekten hayret verici bir husustur. Acaba bu gibilere akıllı denilir mi? Hak Teâlâ Hazretleri vahdet, kudret, Kibriya ve azamet gibi bazı ilahî sıfatlarını açıkladıklarının ardından kullarını Yüce Zat’ına ve seçkin Resul’üne imana yani bağlanma ve itaate, malını harcamak suretiyle muhtaç olanlara yardım etmeye memur buyurmuştur. Zira emel ve ibadetten uzak olan bir imanın sadece sözde kalan bir imanın kurtuluş sebebi olamayacağı hadis-i şerifte açıklanmıştır. Aynı şekilde kesin emir olan zekât ve sadakadan sakınanlar öncelikle Yüce Yaratıcı’ya asi olacakları gibi insanların haklarını da ihlal etmiş, cimri/pinti denilen sefih gruba dâhil olurlar. Cimriler ise azap ve ceza görmeden Cennet’e giremeyecekleri için güvenilir haber veren Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz Hazretleri hadis-i şeriflerinde yemin ederek konuyu açıklığa kavuşturmuşlardır.6 ‘Kulun kendisi ve malı efendisine aittir’ kaidesince kulların tasarruflarına bırakılmış olan mal ve servetin hepsi gerçekte Hak Teâlâ Hazretlerine aittir. Bununla birlikte iman, itaat ve malı infak ile fakir ve düşkünlere yardım eden merhamet sahiplerinin Cenâb-ı Hakk’ın fazl ve kereminden büyük bir ecir ile müjdelendikleri yüce ilahî ilhamlardandır. Ancak bu gibi güzel sıfat ile sıfatlanmış olmayanların haklarında müjde olmadığı gibi birtakım azap ile de tehdit buyrulmuş oldukları gözden kaçırılmamalı ve bundan dolayı da gayretten uzak durulmamalıdır. Es’âd-ı Erbilî’nin (k.s) Bu Mektubundan Öğrendiklerimiz:
- Besmele ile söze başlanmalıdır.
- Düşünce ve davranışlarımız ayet-i kerimelere göre şekillendirmeliyiz.
- Varlık anlayışımız hayatta anlam arayışımızın temelini oluşturmaktadır.
- Ayet-i kerimelerin zâhir ve bâtın manalarını dikkate alarak anlamaya çalışmalıyız.
- Gerçek anlamda varlığın Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu diğer varlıkların Cenâb-ı Hakk’a göre gölge varlıklar olduğu hakikatini idrak etmeliyiz.
- Nerede olursak olalım Allah Teâlâ’nın bizimle olduğunu idrak etmeliyiz. Ancak bu birlikteliğin Allah Teâlâ’nın zatı ve zamanla ilgisinin olmadığını bilmeliyiz. Bir başka ifadeyle hiçbir zaman ittihad ve hulûl gibi yanlış bir düşünceye kapılmamalıyız.
- Gerçek kurtuluş sözde kalan bir imana değil bütün farzlara can-ı gönülden bağlanmış ve hayatına bu emir-yasaklar çerçevesinde yön veren bir imanla mümkün olacaktır.
- Namaz ve zekât gibi ibadetlerin yanı sıra ihtiyaç sahiplerine yardım etme anlamına gelen infak ruhuyla da dünya-ahiret mutluluğun peşinde olmalıyız.
- Hz. Peygamber’in (sav) hadis-i şeriflerinde dile getirilen hakikatler başımızın tacı olmalıdır.
Dipnotlar: [1] Enbiya 21/22. [1] Hadid 57/3. [1] Hadid 57/4. [1] Hadid 57/4. [1] Hadid 57/4. [1] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut 1351, c.I, s.281. Güncelleyen: Fatih Çınar
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak