Ara

Mehmet Âkif’in “Bir Gece” Şiiri Üzerine

Mehmet Âkif’in “Bir Gece” Şiiri Üzerine

“Geldi o nûr, gitti âlem zulmeti"

Süleyman Çelebi

Mehmet Akif Ersoy inanmış bir şâir olarak Safahat’ta, Hz. Peygamber’e dâir sık sık atıflar ve hadîs-i şerîflerden alıntılar yapar. Hattâ bazı şiirleri bir hadisle başlar. Bütün bunlar Hz. Peygamber sevgisinin birer tezâhürü olduğu gibi aynı zamanda onun eşsiz önderliğini Müslümanlara hatırlatmaktır.

Onun bu anlamda müstakil şiirleri de vardır. Sayısı onu bulan bu şiirler genellikle “Mevlid-i Nebî” başlığı taşır. Bilindiği üzere mevlid Sözlükte “doğum yeri ve zamânı” anlamına gelir. İslâm kültüründe ise özellikle Hz. Peygamber’in doğumunu, bu vesîleyle yapılan törenleri ve yazılan eserleri ifâde etmek için kullanılır. Akif’in de bu başlığı taşıyan şiirleri yanında bu başlığı taşımasa bile muhtevâ olarak metnin tamâmında doğumundan itibâren Hz. Peygamber konu edildiği için mevlid şiirleri kapsamında düşünülebilecek olan şiirleri de bulunmaktadır. Bu yazıda onlardan birini ele almak istiyoruz.

Hz. Peygamber’in doğumu

Bu şiir, Safahat’ın yedinci bölümünü teşkîl eden “Gölgeler” kitâbında yer almakta ve “Bir Gece” adını taşımaktadır. Muhtevâya baktığımızda bu bir gecenin “On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,/Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!” beytinden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber’in doğduğu gece olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber’in doğumu elbette çok önemli bir olaydır ve insanlık böyle bir peygamberin gelişini beklemektedir ama bu doğum ve doğan kişinin önemi hemen anlaşılmamıştır. Şâire göre bunun ilk sebebi Hz. Peygamber’in doğduğu coğrafyanın çöl olması, diğer sebebi ise dünyânın buhranlar içinde yaşamasıdır. Yâni insanlar bu doğumun önemini anlayacak bakıştan ve anlayıştan oldukça uzak şartlar içerisinde yaşamaktadırlar. İşte şiirin devâmında şâir bize “Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;/Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!/Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:/Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;/Bir kerre de, ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,/Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi./Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!/Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin” mısrâları ile bu manzarayı anlatır. Bu manzara elbette bâtılın hâkim olduğu bir hâli anlatır.

En Temel Problem: Tefrîka

Anlatılan bir başka problem ise şarkın yâni İslâm coğrafyasının tefrîka derdi ile boğuşmasıdır. Bu mesele onun daha pek çok şiirinde ele aldığı oldukça hayâtî bir mesele özelliği taşımakta olduğundan bu şiirde de bu konuya temâs edilmiştir. Çünkü Mehmet Akif’in asıl derdi bu son mısrâda da söylenildiği gibi o dönemde müslümanların yaşadıkları problemlerdir. Bunların başında ise tefrîka gelmektedir. Şâirin tefrîkaya ve diğer problemlere çâreler ararken kendisine yöneldiği varlık ise Hz. Peygamber olmaktadır. Zîrâ o, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir, tevhîd dîninin son elçisidir. Risâleti ve nübüvveti boyunca da bir peygamber olarak büyük bir inkılâbı gerçekleştirmiştir.” Şâir, bu durumu da “Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi/Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm/Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi/ Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi/ Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi/ Âlemlere rahmetti, evet, şer’i mübîni/ Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.” mısrâlarında anlatmaktadır. 

İslâm, Hz. Peygamber’in tebliği ile dünyâya öylesine bir adâlet ve muhabbet iklîmi getirmiştir ki Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle, Hak gelince bâtıl zâil olmuş, karanlıklar içinde kalan dünyâ aydınlanmış, dolayısıyla dünyâ neye sâhipse, bunlara onun sâyesinde sâhip olmuştur. Bu yüzden de “Medyun ona cem’iyyeti, medyun ona ferdi/Medyundur o ma’suma bütün bir beşeriyyet...” mısrâlarından da anlaşılacağı üzere hem fert hem cemiyet planında ona karşı bir minnettarlık ve borçlu olma durumu ortaya çıkmıştır.

Âkif’in çağrısı

Mehmet Akif’in bu anlatımı şüphesiz ki İslâm târihinde Hz. Peygamber’in yaptıklarını sâdece târihsel bir bilgi olarak sunmak değildir. Sâdece bilgi olarak sunulması da elbette önemlidir ama bu ifâde daha farklı anlamlar da taşımaktadır. Zîrâ Akif’in yaşadığı dönemde aynı problemler vardır. Böylesi şartlarda mü'minlere düşen Hz. Peygamber’i tanımak, O’nun yolunda yürümektir. Kurtuluş adına siyâsî, felsefî pek çok çözüm yolarının teklîf edildiği bir dönemde Akif’in Hz. Peygamber merkezli bu dâveti şüphesiz ki olması gereken en doğru tekliftir. Zîrâ onun sünneti, tebliğ ettiği din her zaman için bir kurtuluş reçetesidir. İlkeleri kıyâmete kadar değişmeyecek mutlak ölçülerdir.

Mehmet Akif’in bu şiirindeki “Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret” mısrâı ise bu anlam bağlamı içinde çok ayrı önem taşımaktadır. Zîrâ “ikrar” kelimesi “Saklamayıp doğruca söyleme, açıkça söyleme, bildirme, benimseme, onama, kabûl, tasdîk” mânâlarına gelir. Buna göre bu mısrâyı Hz. Peygamber’in hakîkatini saklamadan dosdoğru söylemek, bildirmek, O’nun getirdiği ilkeleri tasdîk etmek” şeklinde anlamak gerekir. Dolayısıyla bu şiir, Hz. Peygamber döneminin sıkıntılarına benzeyen sıkıntılar yaşayan Müslümanlara O’nun haberini bildirmek ve peygamberliğini kabûl ve tasdîk etmek şeklinde bir niyetin ürünüdür. Bu da Akif’i hakîkatin tebliğcisi bir şâir katına yükseltmektedir.

Şiiri bu özellikleri dolayısıyla günümüzü anlamada, mevcut şartlarda neler yapmamız gerektiğini tespit etmede bir örnek metin olarak da okumamız mümkündür. Zîrâ yaşanılan şartlar genel anlamda bütün insanlık, özel anlamda müslüman toplumlar için yine aynıdır. Dünyâ adâletsizlikler yurdu olmuştur. Savaşlar devâm etmekte, kan ve gözyaşı durmadan akıtılmaktadır. Bu anlamda müslümanların yaşadıkları coğrafyaların durumu ise daha vahimdir. Güçlü olanın haklı sayıldığı bu dünyâda her müslüman coğrafya siyâsî, iktisâdî, kültürel kuşatma altındadır. Bu çoğu zaman da sıcak çatışmalara dönüşmekte ve zayıflıklarından dolayı kaybedenler yine Müslümanlar olmaktadır. Bunun en temel sebebi ise yol rehberi olarak yanlış isimlerin, bağlanılacak fikirler olarak yanlış/bâtıl fikirlerin benimsenmesidir. Bunların kurtuluş çâresi olamayacağı ise açıktır. Târih bunun örnekleriyle doludur. Her peygamber, dünyânın gidişâtının kötü olduğu dönemlerde gelmiş ve bu gidişâtı iyiye, doğruya çevirmiştir. Bu yüzden yol, yine peygamberlerin yoludur. Bu yolda onun rehberliğinde yürümek, onu önder ve rehber bilmek ise her zaman ve her şartta mü'minlere düşen bir görevdir.

Mehmet Akif işte Hakk’ın ve hakîkatin şâiri olarak devrindeki sıkıntıları, acıları, yanlışları dile getirdi. Ama bununla kalmadı çözüm yolarını da gösterdi. Akif’i çağdaşı münevverlerden ayıran en özel tarafı aslında bu özelliğidir. Kurtuluş adına kavmiyetçiliğin, batıcılığın, dinden uzaklaşmanın çözüm yolu olarak teklîf edildiği o zamanlarda Mehmet Akif, tefrîkaya karşı tevhîdi, cehâlete karşı ilmi, tembelliğe karşı çalışmayı, pozitivist anlayışa karşı dînî düşüncenin ihyâsını teklîf etti.

İki Temel Kaynak: Kur’ân ve Sünnet

İşte bunları yaparken de her zaman için temel vurgusu Kur’ân ve sünnet üzerine oldu. Allâh’a ve Hz. Peygamber’e bağlılık en temel şiarıydı. “Allâh'a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol/ Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.” ifâdesi bu durumun anahtar cümlesiydi. Bu sebeple onun her satırı önemli olmakla birlikte Hz. Peygamber’e atıf yaptığı şiirleri daha önemlidir. Zîrâ bunlarda tekrar belirtmek gerekirse yol önderi olarak Hz. Peygamber’i konu edinmektedir. Dolayısıyla onun şiirleri sâdece devrine ayna tutan sosyal muhtevâlı şiirler olmanın yanı sıra tevhîdî bir anlayışla yazılmış, dâveti Cenâb-ı Hakk’a ve onun yüce elçisi Hz. Peygamber efendimize itâat olan bağlılık şiirleridir.

Şubat 2024, sayfa no: 40-41-42-43

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak