Hasan-ı Basrî’nin elinde tevbe eden Habîb-i Acemî, su üstünde yürür. Hocası bunun sebebini sorunca: “Yâ Hasan, sen satır kararttın, ben ise gönül ağarttım” der.
İmam Şâfiî; ümmî olan, tahsîli olmayan Şeybân-ı Râî’nin önünde öğrenci gibi oturduğu ve sorular sorduğuna şaşanlara: “O, Hak Teâlâ tarafından ilme mazhardır.” der.
Fas'ta yetişen Şeyh Abdülaziz Debbağ (ks) Hazretleri zamânının kutbudur; kemâl mertebesinde büyük bir velîdir. Okur-yazar değildir. Bu kâmil velî, ilim ehlini şaşırtan, akıllara hayret veren bir ilme ve irfâna sâhiptir.
Hanefî fıkıh, hadis ve tefsir bilgini Ahmed b. Mübârek onu, eşi bulunmayan tasarruf sâhibi bir velî olarak anar.
Serrâc’a göre Kur’ân’ın, hadîsin ve İslâm’ın da zâhir ve bâtını vardır. Şerîat ilmi bu ikisini de ihtivâ eder. Zâhir de bâtın da şerîattir. “Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol vermiştir.”1 meâlindeki âyet de bu husûsa işâret eder.
Cibrîl hadîsinde haber verilen “İslâm” zâhir, “îman” bâtındır; “ihsân” ise zâhir ve bâtın hakîkatlerinin birliğidir.
Gazzâlî zâhir ilmine kabuk (kışr), bâtın ilmine öz (lüb) nazarıyla bakar.
Gazzâlî (rh.a) başta olmak sûretiyle genelde ulemâ-i kirâm, “zâhire aykırı düşen her bâtın bâtıldır” kāidesini benimserler.
Gazzâlî, Râzî (rh. aleyhümâ) gibi müteahhir devir kelâmcıları, mutasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifâde ettikleri bilgileri de bilgi kaynağı olarak kabûl ederler.
Ebû Süleyman Dârânî der ki: “Nice defalar sûfîler tâifesine mahsûs bir nükte ve hikmet kalbime düşer de Kitâb ve Sünnet’ten iki âdil şâhit bunun doğruluğuna şâhitlik etmedikçe, bunları günlerce kabûl etmem.”
Cüneyd-i Bağdâdî sâdece Kur’ân ve Sünnet çerçevesindeki mârifetin geçerli olduğunu vurgulamıştır.
Kaynağı kalb olan ihlâs, ihsan, irfan, ancak ehl-i Hakk’da zuhûr eder.
Niyâzî-i Mısrî (ks):
“Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî pâyân olan anlar bizi”
Bâyezid (ks); “Ulemâ ilmi ölülerden almıştır, biz ise ilmi hiç ölmeyen Allah Teâlâ’dan aldık.” der.
Ma’rifet, şüphe kabûl etmeyen ilimdir. Mârifet kalbin gıdâsıdır. Mârifet, ezelde mevcut bir kuvvedir. Gâye, insanda gizli bu cevheri ortaya çıkarmaktır.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.”2
“Liya’büdûn” ‘kulluk etsinler’ denilmesinden maksat, “Li-ya’rifûn” ‘Beni tanısınlar demektir bir mânâya göre’ der İbn Abbas (r.anhüma).
Allâh’ı tanımadan O’na ibâdet etmenin mümkün olmadığını ifâde eder ârifân-ı İlâhî.
İnsan nefsi, ilim ve hikmetin kaynağıdır. İlim ve hikmet, meyvenin tohumda bulunuşu gibi kuvve hâlinde orada gizlidir.
Ruhların ezel bezmindeki ikrârından kasıt, “kālû belâ” ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sözüne, ‘evet Rabbimizsin’ demesi, bilkuvve mevcut olan ilim kābiliyetinin varlığıdır.
İnsanın îmân üzere doğduğu yâni Allâh’a îmân ve irfân, O’nu tanıma insanın fıtratında meknûz, gizlidir. “Her çocuk fıtrat üzere doğar.”3 hadîsi bu gerçeğe işâret etmektedir.
Allâh’ın varlığını bilmek başka bir şeydir, Allâh’ı tanımak başka bir şeydir. İç âlemini dünyevî kirlerden arındırıp devamlı olarak Allâh’ı zikretme noktasına ulaşıncaya kadar ibâdete devâm eden kimseye mârifet nurları tecellî eder. Sonlu olanın sonsuzu idrâk etme imkânı yoktur. Allâh’ı bilme akıl ile değil vahiy ve ilhamla mümkündür.
Kalbin iki kapısından dışa açılan kapısı şehâdet âlemine, içe açılan ise melekût âlemine yöneliktir. Allah, melekler ve gayba âit sırlar melekût âleminin alanına dâhildir. Şehâdet âlemi melekûta giden bir merdiven olup sırât-ı mustakīm üzere yürümek bu merdivende yükselmekten ibârettir.
Mârifetin artması ise ancak isim ve sıfatlarını tanıma husûsunda olur. Allah sonsuz ve sınırsız olduğu için mârifetullâh’a da bir sınır konulamaz. Ârifler: “Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile tanıdık” derler. Ancak Zât’ını tanıttığı kadar tanıdık.
Mârifetin aracı ve gerçekleşme alanı kalptir.
Kul Allâh’ı bilemez, ancak Allah kendisini kula bildirir ve tanıtır.
İlimlerin bir kısmı akla dayalı düşünme ve öğrenme ile elde edilir. Diğer bir kısmı ise kalbe ilkā edilmek sûretiyle elde edilir. Birincisi insânî ta’lîm, ikincisi Rabbânî tâlimdir. Rabbânî tâlim nefsin yersiz isteklerinden kurtulup, rûhânî melekeleri çalıştırmakla elde edilir.
Bâyezid (ks) “Yâ Rabb sana nasıl kavuşurum?” deyince, “nefsini bırak ve gel” buyurur Hallāk-ı Zî-Şân.
İrfan bir nurdur. Rabbimiz bu nûra işâret buyurur.
“Allâh’ın, kalbini İslâm’a açtığı bir kimse Rabbinden bir nûr üzere değil mi?”4 “Ey îmân edenler! Eğer takvâ üzerinde olursanız O size bir furkān verir.”5 meâlindeki âyetlerde geçen “nûr” ve “furkān” kelimeleri de mârifete işâret etmektedir.
Kudsî hadisdeki “Ben bir gizli hazîne idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi tanınmak için yarattım.”6 ifâdesi âlemin yaratılış gâyesinin muhabbet ve mârifetullah olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bütün varlıkların fıtratında mârifet arzusu vardır.
“Onlar Allâh’ı takdîr edemediler.”7 meâlindeki âyet, “O’nu tam olarak tanıyamadılar” şeklindedir.
Mârifetle kazanılan ilim, ehlinin dışında kimseye açılmaz.
Sevgili Peygamberimiz’in (sav) “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.”8 sözü O’nun, herkesi ilgilendirmeyen bāzı özel bilgileri kendisinde sır olarak tuttuğuna işârettir.
Ebû Hüreyre: “Hz. Peygamber’den iki kap (ilim) aldım. Birisini size anlattım, yaydım. Diğerine gelince, onu anlatsaydım şu boyun kesilirdi.”9 demiştir.
Biri Şemseddin Tebrizî'ye sordu: “Mârifet nedir?” “Kalbin Allâh'ı tanımakla ihyâ edilmesidir.” diye cevap verdi...
Necib Fazıl:
“Anladım işi, sanat Allâh’ı aramakmış;
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”
“Mârifetsiz yapılan amel kabûl olmaz; amelsiz de mârifet olmaz. Kim Allâh’ı tanırsa, mârifeti onu amel etmeye sevk eder; mârifeti olmayanın ameli kabûl olmaz.”
Muhammed Bakır
Mârifet kalptedir, zikir dildedir.
Allah Teâlâ’nın Kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede eden kimselere ârif denir.
Allah Teâlâ’ya saygının, sevginin, derin muhabbetin kalpte yer etmesi mârifettir.
Mârifet, ârifin kalbinde zâhir olan bir nûrdur.
Rabb-i Müteâl’e yöneldiği nisbette kişi nûra mazhar olur.
“Gönül mir’ât-ı Rahmândır, sivâ'dan kalbini pâk et."
Mârifet, Allah Teâlâ’nın kullarına Zâtıyla bilinmesidir.
Baktığı her yerde esmâda müsemmâyı görmektir irfan.
Hz. Ali’ye sormuşlar, Allâh’ı gördün mü diye;
Hz. Ali (kv) de cevap vermiş: Görmediğim Allâh’a secde etmem.
Nerede gördün demişler.
Hz. Ali: Olmadığı yeri gösterin.
Niyâzî-i Mısrî:
''Ârife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâda müsemmâ görünür
Bu Niyâzî'den de Mevlâ görünür
Âdem isen semme vechullâhı bul.”
İlim kesbî iken, mârifet vehbîdir.
Mü’min Allâh’ın nûru ile, ârif ise Allah'la bakar. Çünkü mü’min Allâh’ın zikriyle, ârif ise mezkûr, yalnızca Allah ile meşgûldür. Bu sebeble ârif, “Kulum nâfile ibâdetlerle de bana yaklaşmaya devâm eder, tâ ki Ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”10
‘İhsân ettiğim nurla seyreder’ demektir bir mânâya göre.
Mehmed Âkif:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın...
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.
Tevhîd îmânın nûru
Mü'minlerin hem yâri
Verir kalbe sürûru
LÂ İLÂHE İLLALLÂH.
İrfânını artırır
Mahşer günü kurtarır
Mîzanda ağır gelir
LÂ İLÂHE İLLALLÂH.
“Bilmek” ayrı, “tanımak” ayrı şeylerdir. Fakat bilinmeden tanınamaz. Tanınmayan bilinemez. O yüzden ilim ve irfân iç içedir. İlim irfâna götürmedikçe eksik, irfân ilime dayanmadıkça boş kalır.
İrfan; amel, tâat, ibâdet, ahlâk, edeb, riyâzet ve mücâhedeyle başlar. Hakk Teâlâ’nın lütuf ve ikrâmıdır. İlâhî bir hîbedir, vergidir. İrfânın başlangıcı kesbî, çalışmakladır. Diğer ucu vehbîdir, Allah Teâlâ vergisidir.
Rabbimiz (cc): "Uğrumuzda mücâhede edenlere Bize ulaştıran yollarımızı gösteririz."11
Hadîs-i şerîfde: “Bildiğiyle amel edeni yüce Allah, bilmediği şeylerin bilgisine vâris kılar.”12
İrfânı Ahmed Avnî Konuk şöyle târif eder: “Kesr-i amel, kasr-ı emel.” Ameli çoğaltmak, istekleri azaltmak.
Hiç bir şey bedelsiz değildir. İrfânın bedeli, amel, ihlâs ve takvâdır. “Allah ancak takvâ sâhiplerinden kabûl eder.”13
Cennete giriş bile İlâhî rızâ, hâlis tâatledir.
“İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mîrasçı kılındığınız cennetdir.”14
Hadîs-i şerîfde “Amelsiz cennet istemek günahlardan bir günahtır.” buyurulmuştur.
Mârifet, Allâh’ın sıfatları ve isimleriyle ilgili doğrudan herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan elde edilir.
İrfâna, Hakk Teâlâ’dan ihsân olunan vehbî ilme yüklenen mânâlar bitmez. Bir kuyuya doldurulan su ile, kaynağından çıkan suyun, tad, renk ve koku olarak bir olmadığı gibi. Beyne yüklenen ilimle kalbe verilen ilim de aynıdır. Kozan ilçesinde vâizlik yaparken üstâzımıza, “Bir başkasında görülmeyen bu ilmin kaynağı nedir?” diyenlere verdiği cevaptır irfan. “Biz fişimizi Sevgili Peygamberimiz’in (sav) pirizine takıyoruz.”
İrfan, Allah Teâlâ’nın bahr-i ummânıdır, kudret denizidir. Ne mürekkebi biter ne de bir nihâyeti olur.
“Bu aşk bir bahr-i ummândır,
Buna hadd-i kenâr olmaz.
Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır.
Bunu bilende âr olmaz.”
İrfan ehlinin ilmine, kaynağı Rabbimizin kudret deryâsı olana, Mevlâ-yı Müteâlimiz Kitâb-ı Kerîm’inde şöyle işâret buyurur: “Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak gâlip ve hikmet sâhibidir.”15
İrfan, Allah Teâlâ’nın izzeti, azameti, yüceliği ve ilmidir. Daha bir geniş anlamıyla, Allah Teâlâ’yı sevip O’na dost olmaktır. Dostluğuyla neşelenip, âşık olmaktır. Yakınlık temin ederek, vâsıl olmaktır.
İrfan, îmânın önünden küfrün, âhiretin önünden dünyânın, Hakk Teâlâ’ya kavuşmaya mânî olan mâsivânın perdesini kaldırmaktır.
Şeyh Mustafa Hulûsî:
“Ben sivâyı sevmezem
Kalbime de koymazam
Gayri sevdâ bilmezem
Rehberimden dönmezem.”
Bâyezid (ks) “Mârifete nasıl eriştin?” diyenlere: “Çıplak beden, giyim kuşama değer vermeme ve açlıkla.” der.
- Avâmın, halkın mârifeti; ubûdiyet, kul olduğunu bilip, Allâh’a itâat etmek, Rubûbiyet, Cenâb-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahlûka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye ve tedbîr etmesi, düşmanını tanıma, nefis ve şeytânı bilip ondan uzaklaşma, ibâdet ve tâate meyildir.
- Has, seçkin kimselerin mârifeti; Allah Teâlâ’nın azamet ve celâlini, ihsânını ikrâmını ve yardımını bilmektir.
- Daha özel, seçkinlerin seçkinlerinin mârifeti; kalbin sırrına erme, lütuf ve ikrâmı görme, münâcât ve dostluk kurmaktır Mevlâ ile.
İrfânın dereceleri üçtür:
- İslâm.
- Îman.
- İhsan, her şeyde Rabbimizin birliğini görmektir.
Bir başka sıralamada:
- Allah Teâlâ’nın ef’âl sıfatını müşâhededir.
- Yüce Rabbimizin sıfatlarını müşâhededir.
- Zâtî sıfatlarını müşâhededir Hallâk-ı Lemyezel’in.
Ârifin alâmeti:
- Sükûtu, tefekkür ve ibrettir.
- Kelâmı, Rabb Teâlâ’yı övgü ve medih etmektir.
- Nazarı, Rabb Teâlâ’nın İlâhî sanatını görmektir.
Âriflerin özelliklerini ulemâ ve meşâyih şöyle sıralar:
Lisânı hikmet konuşur.
Kalbi Rabbimizi tanımada sâdıktır.
Bedeni hizmete muvâfıktır.
Ârif:
Hâlini gizler.
Sözü doğrudur.
Arzu ve isteklerinde samîmîdir.
Dünyâya ibret gözüyle bakar.
Âhiret hayâtını gözler.
Nefsini engin görür.
Tâatlerinde eksiklik ve hatâlı olduğunu bilir.
Bedeni talebde,
Kalbi aşkda,
Rûhu zevkdedir.
Güneşden aydın olan mârifettir.
Sudan daha faydalı olan mârifet ehlinin sözüdür.
Miskden daha güzel olan mârifet ehlinin vaktidir.
Ârifin kazancı yüce kudreti görmektir.
Ârifin meyvesi:
Rabbimizden hayâdır.
O’nu sevmektir.
O’na dost olmaktır.
O’na yönelmektir.
Peygamber Efendimiz (sav)’in:
"Mâ arafnâke hakka ma’rifetike Yâ Ma'rûf
(Ey bütün mahlûkāt tarafından bilinen Rabb'im, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık)."
"Mâ abednâke hakka ibâdetike Yâ Ma'bûd
(Yalnızca kendisine ibâdet edilen Allah'ım, Sana hakkıyla kulluk edemedik)."
ifâdeleri, hakīkat-i hâli beyandır.
Dipnotlar:
1 Lokmân 31/20.
2 Zâriyât, 51/56.
3 Müslim, Kader, 22.
4 Zümer 39/22.
5 Enfâl, 8/29.
6 Aclûnî, İsmail b.Muhammed, Keşfû’l-Hafa, Beyrut, 1351 – 1352, II, 132.
7 En‘âm, 6/91.
8 Tirmizî, Zühd, 9.
9 Buhârî, İlim, 42.
10 Buhârî, Rikâk, 38.
11 Ankebût, 29/69.
12 Aclunî, II, 265.
13 Mâide, 5/27.
14 Zuhruf, 43/72.
15 Lokmân, 31/27.
Eylül 2021, sayfa no: 4-5-6-7-8-9
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak