Tasavvufta hayat yolculuktan ibârettir. Dervişin yolculuğu seyr-i âfâki ile dış dünyâya, seyr-i enfüsî ile de iç dünyâya dönüktür. Derviş kulluğunu sanat tadında gerçekleştirmek ister. Tasavvufta uygulanan seyr u sülûk eğitimi dervişin vuslata ermesini hedefler. Kulluğunu vuslat gâyesiyle gerçekleştiren derviş kavs-i urûcî ile hayat dâiresinin yükseliş trendini gerçekleştirir. Şehâdet âleminde yaşayan birey olarak sonsuzluk kervânına katılmak ister. Sûretler dünyâsında yaşarken mânâ âlemlerini seyre dalmak ister. İşte bu mânevî yükseliş seyrimizin adı mi’râçtır. Yükselmek anlamına gelen mi’râc, bizlere süflî âlemden yükselip ulvî âleme ermeyi sağlar. Mi’râc; Müslümanın ahlâkî kemâlât yolculuğunu ve bu süreçte ulaştığı makamları anlatan bir hâdisedir. Mânevî yükselişin ifâdesi olduğu kadar, bilgi edinme yolu olarak tasavvuf geleneğinde insanın epistemolojik sınırlarını izah eden bir çerçevedir.1
Mânevî yükseliş seyrimizin ifâdesi olarak betimlediğimiz mi’râc tecrübesinin en güzel ifâdesini Celvetî şeyhlerinden Fahrî Ahmed Efendi’nin (ö.1214/1799) şu dizelerinde görmekteyiz:2
Bâ-Hudâ bir andelîb-i dil-fezâ ister gönül
Gulsen-i bezm-i eleste âşinâ ister gönül
Etmeye mi'râc-ı rûhânî harîm-i hazrete
Sırr-ı ev ednâ'ya mahrem u rehnümâ ister gönül
Len tenâlü'l-birre hattâ'nın rumuzun anlayıp
Râh-ı Hak'ta nakd ü baş ü can fedâ ister gönül
Hikmet-i pindârdan dilhânesin tathîr için
Şem-i Zât-ı Zü'l-Celâlî'den ziyâ ister gönül
Nûş edip câm-ı ene'l-Hak'ta hüve'l-Hak bâdesin
Küntü kenz esrârın ârif evliyâ ister gönül
Nahnü akrab nağmesin gûş eyleyen Fahriyâ
Bâğ-ı vahdet gülsitânında nevâ ister gönül.3
Sûfîlerin tesbîtine göre Peygamber Efendimiz (sav) kendi hakîkatine mi’râçta ermiştir. Yaratılmışların ilk nüvesi hakîkat-ı Muhammediyye kabûl edilmiştir. İlâhî isimlerin mücmel, yâni bir bütün olarak tecellî ettiği ilk zuhur mertebesi olarak hakîkat-i Muhammediyye yaratılmışların ulaşabilecekleri en yüce sırdır. Maddesel olarak dünyâda varlığını sürdüren insan insanlık hakîkatini elde edebilmek için mânen hakîkat-i Muhammediyye mertebesine yükselirse ancak kâmil insan konumuna gelebilmektedir. İşte mi’râc kendi varlık hakîkatine ermenin derdi ve yolculuğudur.4 İsmail Hakkı Bursevî bu gerçeğe erebilmek için bizleri mânâ âlemine mi’râçta bulunmaya dâvet etmektedir. Necm sûresinde öngörülen ev ednâ makâmına ulaşmayı tembih etmektedir. Peygamber Efendimiz mi’râca yükselmişken bile kulluktan sıyrılmamıştır. Peygamberimizin mi’râcında bile ulûhiyyetle ubûdiyyet makamlarının karışması söz konusu olmamış, kul kulluk dâiresinden dışarı çıkmamıştır. Bursevî burada kul ne kadar yükselişe ererse ersin aslâ ulûhiyyet pâyesine eremeyeceğinin altını çizmekte, mi’râcın Allah’la aynîleşmeyi değil Allâh’a olan kurbiyeti ifâde ettiğini dile getirmektedir.
Ulu dergâha varmak idealimiz olmalı. Allâh’a yaklaşmanın yollarını aramak derdimiz olmalı. Umûdumuz O olmalı ki Allah ile muhabbet hâsıl olsun. İlâhî tecellîler an içinde her dâim yenilenmektedir. Kulun Allâh’ın lütfuna ne zaman ve nasıl ereceği belli değildir. Dolayısıyla kul kendini her an düzeltmeli, îmânını takviye etmeli, Allâh’a sevdâsını her an artırmanın derdine düşmeli ki mi’râc gerçekleşebilsin. Hakk âşıklarının mi’râclarındaki burakları, nâil oldukları cezbeleridir. Allâh’ın çekim alanına girenler mi’râcın da sırrına erenlerdir. Âlem-i ferşten geçmeyenin âlem-i arşa yükselmesi beyhûdedir. Mi’râca yükselişin yegâne esâsı ağyârdan alâkayı kesmektir. Rahmân’ın dâvetine icâbet edenler vuslat yoluna koyulmuş olurlar.5
Peygamber Efendimiz’in (sav) mi’râcını konu alan mensur ve manzum eserler veren sûfîler, kendi yaşadıkları mi’râc tecrübelerini de eserlerinde yeri geldikçe izah etmişlerdir. İlk dönem sûfîlerinden Bayezid-i Bistâmî (ks) sıklıkla kendi mi’râc tecrübelerinden bahsetmiştir.6 Bayezid-i Bistâmî örneğinde sûfîlerin bahsettikleri bu mi’râc tecrübeleri bedensel değil rûhânî ve mânevî boyutta yaşanmış mi’râc tecrübeleridir.7 Bayezid-i Bistâmî’nin (ks) şu ifâdeleri onun mi’râc tecrübesinin bir yansımasıdır: “Allah (cc) beni bir gün huzuruna yükseltip buyurdu ki: ‘Ey Bâyezîd, yaratıklarım seni görmek istiyorlar.’ Ben de dedim ki: ‘Beni vahdâniyyetinle beze, bana enâniyyetini giydir, ahadiyyetine yükselt. Yaratıkların beni görünce seni gördük desinler. Sen, o olasın ki, ben orada bulunmayayım.’”8 Bayezid-i Bistâmî’nin mi’râc tecrübelerinden çokça etkilendiği görülen Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ks) mi’râcı rûhun Hakk’a yükselmesi şeklinde yorumlamıştır. İbn Arabî gezgin bir sûfîdir. Endülüs, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Mekke, Kudüs, Bağdat, Konya ve Şam gibi devrin kültür merkezlerini dolaşmış, seferler gerçekleştirmiştir. Onun gerçekleştirdiği seferlerin en özeli 594/1198 yılında Fas’ta gerçekleşmiştir. O bu seyahatini ufkî değil şâkulî, arzî değil semâvî, cismânî değil rûhânî olarak nitelemektedir. Yolcu olarak kendisinin her türlü coğrafî kaydın ötesinde bir yükselişe erdiğini, ev ednâ makâmına9ulaştırıldığını söylemektedir. Hz. Muhammed’in (sav) Arş’a doğru semâdan semâya geçerek cismen gerçekleştirdiği mi’râca benzer ruhânî tecrübe yaşadığını belirtir. O her bir velînin mi’râcını bir diğerinden farklı görmektedir. Dolayısıyla kendi mi’râcıyla Peygamberimiz’in (sav) mi’râcını özdeşleştirmez ve aynîleştirmez. Rûhânî âlemlerde gerçekleşen bu miracı o; “nefsini bilen Rabb’ini de bilir” fehvâsının küllî ve kâmil tahakkukundan başka bir şey olarak görmez. O insanı kozmik âlemin mikro düzeydeki bir örneği olarak görür. Dolayısıyla velînin mânevî mi’râcında müşahede ettiği tecellî şimşekleri, melekî nurlar, nefsin uçurumları ve azaplar hep kendi içinde gerçekleşen gelişmelerdir. Zâten İbnü’l-Arabî (ks) de kendi mi’râcı hakkında; “Seyahatim kendimden başka bir yerde vukû bulmadı.” demektedir. Bu mânâda mi’râc, velînin kendini keşfetmesinden başka bir şey değildir. Ancak böylesi bir tecrübeden sonra velî maksûduna kavuşmayı dileyebilmektedir. İbnü’l-Arabî sûfînin kendi iç dünyâsında gerçekleşen bu mi’râca yükselişin bir de geri dönüşünden bahseder. Hakk’a ulaştıktan sonra sâlik aynı hakîkatleri yeniden tecrübe ederek halka geri dönmek durumundadır.
İbnü’l-Arabi’ye göre mi’râçtan dönüşü gerçekleştirenler iki çeşittir. O bu durumu şu şekilde izah etmektedir: “Bâzıları kendileri için geri dönmüştür. […] onlara ârif ismini vermekteyiz. Ârifin geri dönmesindeki sebep, kendini geçmiş olduğundan başka bir yolla kâmil kılmaktır. Bâzılarıysa halka geri dönmüştür, çünkü sözleriyle onlara imâmet ve hidâyet etmeleri buyurulmuştur. Bunun için geri dönenlere âlim-i vâris demekteyiz.”10 İbnü’l-Arabî (ks) peygamberlerle velîlerin mi’râclarını karşılaştırırken, Peygamberlerin mi’râclarını hüküm getiren bir mi’râc olarak görmekte, ancak velîlerin mi’râclarında böylesi bir durumun olmadığını belirtmektedir.11 Ona göre velîlerin mi’râcları ruhsaldır. Velîler yeryüzünde mi’râc ederler. Dolayısıyla onların gökte bir payları yoktur. Peygamberler ise bedenleriyle de mi’râc ederler. Gökleri de cisimle aşıp gerçek mesâfeleri kat etme özelliğine sâhiptirler. Özetle velîlerin mi’râcları ruhların mi’râcı, kalplerin görmesi ve berzah sûretleridir.12 İbnü’l-Arabî’nin mi’râcını konu edinen müstakil eseri Kitâbu’l-İsrâ isimli çalışmasıdır.13 Ayrıca o, Futûhâtü’l-Mekkiyye’nin 167. bâbında da konu ile ilgili geniş bilgiler vermektedir.14
Mevlânâ da benlikten geçmenin, yokluğu seçmenin mi’râcla alâkasını kurar ve der ki: “Mi’râc edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir. Yere mensûb ve ancak aya kadar yüceltebilecek bir mi’râc değildir bu… Kamışı, şekere ulaştıran mi’râca benzer! Bu mi’râc, ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına benzer! Yokluk küheylanı, ne de güzel bir buraktır… Yok olduysan seni varlık makâmına götürür! Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir… Duygu âlemini derhal geride bırakıverir! Ayağını gemiye çek de, cân sevgilisine giden can gibi, oturduğun yerde yürüyedur! Elsiz ayaksız, evveline evvel olmayan Tanrı’ya kadar git.”15
Her ne kadar Bâyezîd-i Bistâmî ve İbnü’l-Arabî gibi sûfîler mi’râca dâir bu tür yaklaşımlarından dolayı İbnü’l-Cevzî gibi isimler tarafından şiddetle eleştirilmişlerse de bahsi geçen sûfîler, eleştirmenlerin iddia ettikleri gibi Allah’la ontolojik bir birliktelikten, hulul ve ittihad anlayışını yansıtan bir mi’râc serüveninden bahsetmemişlerdir.16
Özetle tasavvuf sâlikin mânevî yükseliş tecrübesine katılmasını önemsemekte, ahlâkî kemâlâtı sağlamasını, mânevî mertebeleri kat etmesini, Allâh’ın huzûrunda bulunmaya lâyık bir duruş sergilemesini hedeflemektedir. Dünyevî makamların hepsi geçicidir. Mahviyet bilincine eren, yokluk sırrına vâkıf olan, kendi benliğinden sıyrılıp Allâh’ın küllî irâdesine râm olan kişilik gelişimini hedeflemektedir. Tasavvuf statik bir duruşu ve yatay genişlemeyi değil dinamik bir seyri ve dikey yükselişi hedeflemektedir.
Dipnotlar
1 Ekrem Demirli, Şair Sȗfȋler Mevlana, Yunus ve Niyazi-i Mısrȋ Üzerine İncelemeler, Sufi Kitap, İstanbul 2015, s. 199.
2 Fahri Ahmed Efendi, Süleyman Zâti Efendi'nin oğlu Hüseyin Şahin Efendi'nin halifesidir. Bu mısraları İsmail Hakkı Bursevî’nin “Her nefeste bir tecellî-i Hûda ister gönül” mısraı ile başlayan gazeline yazdığı bir naziredir.
3 Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 468.
4 M. Erol Kılıç, “Hakîkat-i Muhammediyye”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, Sayı: 12, s. 31.
5 İsmail Hakkı Bursevî, Ferahu’r-Rûh Muhammediye Şerhi, haz.Mustafa Utku, Uludağ Yayınları, İstanbul 2000, c. II, s. 318.
6 Süleyman Uludağ, Beyazid-i Bistâmî, Ankara 1994, s. 156.
7 Ferideddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, haz. Süleyman Uludağ, Erdem Yayınları, İstanbul 1991, s. 208.
8 Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî, el-Luma’, thk. Abdülhalim Mahmud-Abdülbaki Sürur-, Kâhire 1960, s. 461.
9 Necm, 53/9.
10 Claude Addas, Ibn Arabi Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, çev. Atila Ataman, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2003, II. Baskı, s. 162-163.
11 Muhyüddin İbnü’l-Arabi, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, Mektebetü’s-Sekafeti’d-Diniyye, Kâhire, ts., c. III, s. 55.
12 İbnü’l-Arabi, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, c. III, s. 342-343.
13 Muhyiddin İbn Arabî, “Kitâbu’l-isrâ, ilâ makâmi’l-esrâ”, Risaleler, ter. Vahdetin İnce, Kitsan, İstanbul 2007, c. II, s. 41-136.
14 İbnü’l-Arabi, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, c. III, s. 342-343.
15 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev.Velede İzbudak, haz.Abdülbaki Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, c. IV, s. 45-46.
16 Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 106-107.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak