Ara

Liyâkatlilerin Çekimserliği, Ehliyetsizleri İş Başına Getirir

Liyâkatlilerin Çekimserliği, Ehliyetsizleri İş Başına Getirir

Hicretten 8 yıl sonra Mekke fethedilmişti. Peygamberimiz (sav) yıllar önce bir gece yarısı terk etmek zorunda kaldığı Mekke’ye on bin kişilik büyük bir ordunun başında giriyordu. O, Kâbe’nin yanına vardığında Ka’be’nin anahtarlarını istedi. Anahtarlar Osman b. Talha’da idi ve o henüz Müslüman olmamıştı. Osman önce anahtarları vermek istemedi. Anahtarlar ondan alındı. Peygamberimiz Ka’be’nin anahtarlarını muhâfaza etme şerefini, bu konuda çok istekli olan amcası Hz. Abbas (ra)’a vermek istemişti. Anahtarı alma konusunda Hz. Ali (ra) de istekliler arasında idi. Ancak konuyla ilgili âyet indi ve anahtarlar, o zamâna kadar bu kutlu görevi lâyıkıyla yerine getiren Osman’a verildi. Peygamberimiz Osman’ı çağırıp, bugün vefâ iyilik günüdür buyurmuş, inen âyeti okuyarak anahtarı ona vermiştir. O da bu incelik karşısında Müslüman olmuştu.1 İlgili âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyordu:

Hiç şüphesiz Allah size, emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.2

Bu örnek olaydan şu mesajları çıkarmamız mümkündür:

Yüce Allah, emânetlerin kişilere verilmesinde, kişilerin göreve getirilmesinde liyâkati esas almayı emretmiştir. Emâneti ehline vermek adâletin kendisidir. Emânetin liyâkatli insanlara verilmesi herkesin hayrına ve yararına olacaktır. Ehil insanlar iş başına getirilirse bu, hem o insanların hem de onlardan hizmet alacak olanların lehine olacaktır.

İslâm vefâ dînidir; mü’min de vefâlı insandır. İnsanlığın yararına hizmet edenlere karşı vefâlı olunmalıdır. Vefâlı olmak hem hayır hizmeti yapanları onurlandıracak hem de hayır yarışına katılanlar için teşvik sebebi olacaktır. Yüce Allâh’ın emriyle, göreve tâlip olan Müslümanlar varken Peygamberimiz Osman b. Talha’yı seçerek hem işi en ehil olana tevdi etmiş, hem bu konuda vefâkârlık örneği sunmuş, hem de Osman’ın gönlünü alarak onun Müslüman olmasına sebep olmuştur.

İşe ehil olanlar çekimser davranmamalı, kendilerini bekleyen görevleri üstlenmeli ve bu konuda üzerlerine düşeni yerine getirmelidirler. Bu konuda Hz. Yûsuf’un şu hâli en güzel örnektir: Yûsuf suçsuz olduğu anlaşılıp zindandan çıkınca, kral onu huzuruna getirtmiş, ona dile benden ne dilersen demiş, o da şöyle diyerek göreve tâlip olmuştur:

Hükümdar, Onu bana getirin, yanıma alayım, dedi. Onunla konuşunca, Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır, dedi. Yûsuf: Beni memleketin hazînelerine memur et, şüphesiz ben korumasını ve yönetmesini bilirim, dedi.3

Yûsuf aleyhisselâm göreve tâlip olmuş ve bu konuda çekimser davranmamıştır. Çünkü o, kendisine bahşedilen ilim ve donanım sâyesinde bu işin üstesinden geleceğini çok iyi biliyordu. Onun için, şüphesiz ben korumasını ve yönetmesini bilirim diyerek göreve tâlip olmuştur. Burada Peygamberimizin, göreve tâlip olmayın, göreve tâlip olan mahrûm olur, tâlip olmadan göreve getirilen mansûr olur4 meâlindeki hadisler hatırlatılabilir. Yûsuf (as)’ın göreve tâlip oluşu ile bu konudaki hadisleri birlikte düşündüğümüzde şöyle bir sonuç çıkar:

Liyâkatli insanların göreve gelmesi söz konusu olduğunda, liyâkatli insanların birbirleriyle çekişip didişmesine gerek yoktur. Nasıl olsa, işin başına ehliyetli biri gelecektir. Bu durumda göreve tâlip olunmaz, çünkü kamu görevine tâlip olmak ateşten gömlek giymektir. Ancak liyâkatsiz insanların göreve gelmesi söz konusu olduğunda, liyâkatliler çekimser davranmamalı, göreve tâlip olmalıdırlar. Aksi takdirde göreve ehliyetsiz kişiler gelecek ve bunun faturasını toplumun her kesimi çekecektir. Çünkü Hz. Yûsuf, Yüce Allâh’ın bildirmesi ve firâseti sâyesinde toplumun başına gelecek kıtlık günlerini ve o günlerde alınacak tedbirleri en iyi bilen kimseydi. O işin başına gelmezse, başa gelecek kişilerin yanlış yönetiminin acı sonuçlarını herkes tadacaktı. Bu durumda o, görevi üstlenmeliydi, onun için o, göreve tâlip oldu. 5

Onun şüphesiz ben korumasını ve yönetmesini bilirim demesi kendini övmesi, nefsini tezkiye etmesi değil, kendini tanıtmasıdır. Zîrâ o toplumda Yûsuf’u iyi tanıyan pek kimse yoktu. Nitekim o, asâletini, güzelliğini, sabrını değil koruma ve ilim sıfatını özellikle söylemeyi tercîh etmiştir. Hafîz ve alîm sıfatı, mâlî işlerde çok önemli iki meziyettir. Mâliyede muhâfaza ve bilinçli kullanım/parayı yönetme son derece önemlidir. İmkânları, fırsatları, birikimleri sâhiplenip muhâfaza etmek ve onları yerli yerince kullanmak bir yönetim sanatıdır. Bu da konunun uzmanlarının yerine getireceği bir şeydir.

Yeterli donanımı ve kendine güveni olmayan kimseler, kamu görevlerine tâlip olmakta cüretkâr davranmamalıdır. İşler ehil olmayanlara tevdi edildiğinde toplum hayâtında kıyâmetler kopacak, herkes bundan olumsuz etkilenecektir. Sorumluluk bilinciyle göreve tâlip olanlar da bunun için kendilerini hazırlamalı, ilim ve maharet bakımından donanım sâhibi olmalıdırlar.

Toplum kendi maslahatı için ehliyetli insanları yetiştirmeli, yetişmiş ehliyetli uzman kişileri göreve getirmelidir. Bu, hem dünyâ hem âhiret için hayırlı olandır.

Yetişmiş ehil kimseler, toplum için bir lütuftur. Onların kıymeti bilinmeli ve onlara güvenle işler tevdi edilmelidir. Konumuzun serlevhası olan âyetin Şüphesiz Allah işitir ve görür uyarısı ile sona ermesi ne kadar anlamlıdır! Elbette Yüce Allah, bu konuda ileri geri konuşulanları işitir; yerli yersiz yapılanları görür. Onun işitmesi ve görmesi yalnızca bilgilenmekten ibâret değildir. Evet, O (cc) işitir ve görür, bunların da gereğini yapar. Bu hem bu dünyâda böyledir, hem de öteki dünyâda böyledir. İşin en doğrusunu da en iyi Yüce Allah bilir!

Dipnotlar:

1 İbn Kesîr, Tefsîr.

2 Nisâ, 58.

3  Yûsuf, 54-55.

4 Buhâri, Eymân 1; Keffârât 10; Ahkâm 5-6; Müslim, İmâre 13, Eymân 19; Ebû Davûd, Harâc ve İmâre 2; Nesâi, Âdâbu'l-Kudât 5.

5 Râzî, Tefsîr; Kurtubî, Tefsîr.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak