Hayat Düstûrumuz Kur’ân, fert olarak insanı inşâ ettiği gibi, âileyi de toplumu da inşâ eder. Kur’ân’da huzurlu bir toplumun kurulması ve yaşaması için pek çok ilke yer alır; sosyal bir varlık olan insanın, huzurlu bir toplum içerisinde hem din kardeşleriyle hem de diğer insanlarla bir arada yaşamasının ilkeleri üzerinde durulur. Müslümanın yaşadığı toplumdaki huzur ortamı, onun Müslümanca yaşamasına zemîn hazırlayacaktır. Toplumda bu huzur ortamını sağlayacak olan bu ilkeleri uygulayacak olan da devlettir. Devletli olmak, huzur ve güven içerisinde olmaktır. Onun için başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere peygamberler, hem dînî önder hem de bir devlet adamıdırlar. Onların yolunu izleyenler de öyledir.
Son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâm hem evinin reisi hem mescidinde cemâatinin imâmı, hem de maiyyetinde bulunanların yöneticisi idi. O, kurumsal olarak bir devlet yönetim ortamını Mekke’de bulamamış olsa da oradaki Müslümanları yönetmiş, müşriklerin eziyet-işkence ve tahriklerine karşı onları kontrol altında tutmuştu. Mekke’de Müslümanlar müşriklerin ağır baskı ve işkenceleri karşısında acı çekmişler, yara almışlar ve hattâ can kaybı yaşamışlar, ama biz de müşriklere karşılık verelim şeklindeki talepleri Peygamberimiz tarafından engellenmiştir. Zîrâ Mekke’de Müslümanların düşmanlarına karşılık verecek ve sonuç alacak yeterli sayı ve güçleri yoktu. Onun için Mekke Döneminde savaşa izin verilmemiştir. Çünkü savaş, devlet denetiminde yapılabilecek bir eylemdi. Tıpkı toplumda suç işleyenlere cezâların (hadler) ancak devlet denetiminde uygulanabileceği gibi.
O yine bir yönetici lider olarak Akabe beyatlarında Medîneli Müslümanlarla sözleşmiş ve Medîne’de İslâm’ı yaymak ve Müslümanları yetiştirmek üzere Mus’ab b. Umeyr’i ve Müslümanlara Cuma namazını kıldırmak üzere Es’ad b. Zürâre’yi görevlendirmişti. Müslümanların siyâsal bir gösteri namazı olan Cuma namazı Mekke’de kılınamamıştı. Müslümanlar ilk olarak Medîne’de Es’ad b. Zürâre önderliğinde Cuma namazını kılmaya başladılar. Başlarında Peygamberimiz olduğu halde Mekke’de Müslümanlar Cuma namazı kılamazken, Medîne’de Müslümanlar Cuma namazı kılabiliyorlardı. Çünkü Medîne’de özgür bir ortam oluşmuş ve devlet kurma aşamasına gelinmişti.
Hicret esnâsında da Peygamberimiz Medîne yakınlarındaki Kuba köyüne geldiklerinde orada ilk olarak Cuma namazı kıldılar. Medîne’ye girerken de Rânûna denilen yerde yine Cuma namazını kıldırmıştır. Cuma namazı gibi önemli bir ibâdetin on üç yıllık Mekke döneminde îfâ edilemeyip hicret yolunda kılınmaya başlaması bile, devletin dîni yaşamada ne kadar önemli bir faktör olduğunu göstermeye yeter.
Medîne’ye vâsıl olduğunda da ilk iş olarak hem Müslümanların ibâdet, eğitim ve yönetim merkezi olan Mescid’in yapım işlemleri başlamış, hem de Medîne’de yaşayanlarla ilk yazılı anayasa olan Medîne Vesîkası hazırlanarak İslâm Devleti’nin temeli atılmıştır. On senelik sürecin sonunda Medîne İslâm Devleti’nin sınırları iki milyon kilometrekareyi aşmış, yalnızca Veda Haccı’na katılan Müslümanların sayısı yüz bini geçmiştir.
Peygamberimizden sonra O’nun yerine geçen dört halîfe de hem câmide imam, hem de devlet başkanı halîfeler olarak görev yapmışlardır. Devletin varlığı, maiyyetindeki insanlara güven ve huzur içerisinde bir ortam sunarken, İslâm’ın bütün kurumlarıyla yaşanmasını da sağlıyordu. Devletin nezâretinde insanlar iç ve dış düşmanların şerrinden korunuyor, koordineli bir biçimde toplanıp dağıtılan zekât ve diğer infaklarla ekonomik istikrar sağlanıyor, suçlular cezâlandırılarak yeni suçların işlenmesinin önüne geçiliyordu. Beş vakit namaz cemâatle kılınabiliyor, bunun yanında Cuma namazları, Bayram namazları da erkek ve kadınların katıldığı cemâatle edâ edilebiliyordu. Mescidde katılan herkese açık olan yaygın eğitimin yanında, mescidin bir köşesinde kurulan Ashâb-ı Suffa ile örgün eğitim de kesintisiz bir biçimde sürüyordu. Böylece Kur’ân ve Sünnet ışığında İslâm’ı yaşayacak ve dünyâya yayacak insanlar yetişiyordu. Zâten on üç yıllık Mekke döneminin ardından devlet aşamasına geçilmesi, İslâm Devletinin sağlam bir îman alt yapısı üzerine kurulacağını gösteriyordu. Önce gönüllerde kökleşmiş îman, ardından îmânın gereği bir hayat yaşayan mü’minler ve onlarla birlikte kurulacak olan adâletli bir yönetim.
Dîni bilmeyen yâhut Allâh’ın dînini, Allah ve Rasûlü’nden öğrenmek yerine kendi hevâsından yâhut yaşadığı câhilî çevreden etkilenerek tanımlamak isteyen birilerinin iddia ettiği gibi din sâdece vicdan işi, vicdanlarda kalan; yâhut bireysel hayatla sınırlı olan bir şey değildir. Aksine din vicdanlarda tohuma duran, iç dünyâda kökleşip dış dünyâya yansıyan ve hayâtı bütünüyle kuşatan manzûmenin adıdır. Bunun için Kur’ân’ın ve Müslümanın Allâh’ı, hayâta müdâhildir. Allâh’ın bizim işlerimize karışması, bizlerin hayrına ve yararınadır. O’nun ilk insanı ilk peygamber kılması, ona ilk kitabını vermesi; ondan sonra da hep peygamberler gönderip kitaplar indirmesi de hayâta müdâhil olduğunun açık göstergesidir. O’nun son kitabı Kur’ân’ın muhtevâsına bakıldığı zaman Kur’ân’ın siyâsal söylemlerinin olduğu, siyâset ilkelerinin olduğu net olarak görülür. Hiç kimsenin, özellikle de hiçbir müslümanın bu söylemleri ve ilkeleri görmezden gelme yâhut bu alanı dînin dışında görme yetkisi yoktur. Zîrâ Din, Allâh’ındır, Allâh’ın dîni öncelikle O’nun Kitabından ve O’nun Elçisinin hayâtından öğrenilir. Nitekim Kur’ân, kendi kuruntularını din diye dayatanları uyarır: Dîninizi Allâh’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da yerde olanları da bilir, Allah her şeyi bilendir.1 Yaratan bilmez olur mu? O, bütün incelikleri bilir ve her şeyden haberdardır.2 Dikkat edin yaratma da O’nundur, yönetme de O’nundur.3 Yarattığını en iyi bilen Yüce Rab, insanların neye ihtiyâcının olduğunu, neyin onların hayrına ve yararına olduğunu en iyi bilendir. Bunun için O, söz söyleyenlerin en güzel söyleyeni, hükmedenlerin en adâletli hükmedenidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de tüm peygamberlerin şahsında genel olarak siyâsal hayâta dâir âyetler yer alır. Onlardan birkaçı şöyledir:
İnkâr edenler, peygamberlerine: «Ya bizim dînimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden çıkarırız» dediler. Rableri peygamberlere: «Biz, haksızlık edenleri yok edeceğiz, onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleştirip iktidar sâhibi yapacağız. Bu, makāmımdan ve tehdîdimden korkanlar içindir.» diye vahyetti.4
Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından ötürü yok ettik ve arkalarından başka bir nesil yetiştirdik.5 Ancak şu sâbit olur ki, bir ümmet vazîfelerinde kusûr etmezse, onun pek uzun müddet devam ve yaşaması mümkün olacaktır. Ve herhalde helâk olan ümmetlerin helâk oluş sebepleri kendi günahları olmuştur. İsyankârlardan sonra da yeryüzü boş kalmayacak, sâlihler iş başına gelecektir.
Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef/halîfe kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef/halîfe kılacağına, onlar için beğendiği dîni temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır.6
Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete yerleştirmek istiyorduk...7 Kavmi: «Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik» dediler. Mûsâ da: «Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza bakar.» dedi.8
Yûsuf'u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerlerde oturabilirdi.9
Doğrusu biz Zülkarneyn’i yeryüzünde iktidar sâhibi yapmış ve her şeyin yolunu ona öğretmiştik.10
Haksızlığa uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret eden kimseleri, and olsun ki dünyâda güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür, keşke bilseler!11
And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mîrasçı olduğunu yazmıştık.12 Âyetteki yeryüzü, dünyâ iktidârı olarak anlaşıldığı gibi cennet saltanatı olarak da anlaşılmıştır.
Bu ve benzeri âyetler hem müşrik baskısı altında yaşayan mü’minlere moral vermekte hem de onları gelecekte kendilerine bahşedilecek izzetli ve devletli günlere yönlendirmektedir. Mekke’de müşriklerin ağır işkenceleri altında yaşamak zorunda kalan az sayıda mü’min bu âyetlerle azim ve kararlılıkla yollarına devâm ettiler, bu âyetlerle Habeşistan yollarına döküldüler ve nihâyet bu âyetlerle Medîne’ye vâsıl oldular. Sonuçta da yeryüzünün en parlak dönemi Asr-ı Saâdet Devletini kurmaya muvaffak oldular.
Onları biz yeryüzünde iktidar sâhibi yaparsak namazı gereği gibi kılarlar, zekât verirler, uygun olanı emrederler, fenâlığı yasak ederler. İşlerin sonucu Allâh’a âittir.13 Onlar iktidar sâhibi olmadan da namazı gereği gibi kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emredip kötülüğe engel olurlardı. İktidar sâhibi olunca, makam-mansıp onları değiştirmedi. Onlar yine istikāmet üzere olmaya devâm ettiler. Çünkü onlar biliyorlardı ki her hâl ü kârda Yüce Allâh’a hesap verecekler. Bu âyet, yeryüzünde iktidâr olmanın gāyesini net bir şekilde açıklamaktadır. Her şeyden önce iktidar nîmetini bahşeden Yüce Allah’tır, dolayısıyla iş başında olanlar her an iktidarlarını kaybedeceklerini düşünmeli, iktidârın kendilerinde emânet olduğunu bilmeli, gurur ve kibire kapılmadan sorumluluklarını yerine getirmelidirler.
Bu âyet, zulme uğrayan mü’minlere savaş izni veren âyetten hemen sonra gelmektedir. Âyet, mü’minlere ulaşacakları hedefi gösterirken, o hedefe ulaştıklarında tâkip edecekleri stratejiyi de onlara öğretmektedir. Buna göre iktidârı bahşeden Yüce Allah’tır. İktidar sâhipleri bu gerçeği aslâ unutmamalıdır. Âyet öncelikle ilk muhâtaplar konumunda olan Muhâcir ve Ensâra, ardından da onlardan sonra gelecek fetihlere erişecek ümmetin yöneticilerine seslenmektedir. Önce onlar bu sorumluluklarını yerine getirmelidir.14 Onlar iktidâr olunca İslâm toplumu olarak öncelikle tüm bu nîmetleri bahşeden Yüce Yaratıcı’ya karşı sorumluluklar yerine getirilmelidir. (Namazı ikāme) Ardından kul haklarına âzamî dikkat edilmelidir. (Zekât) Sonra da toplumda güven ve huzûrun devâm etmesi için iyilikleri yaygınlaştırma ve kötülüklere engel olma sorumluluğu yerine getirilmelidir. Bütün bunlar yerine getirilirken de herkesin, yapıp ettiklerinden dolayı Yüce Allâh’a hesap vereceği bilinci içerisinde olması gerekmektedir.
İşte bu şuurda olunursa dünyâda izzet, devlet Allah ve Rasûlü’ne gerçek anlamda îmân edip sorumluluklarını yerine getiren ümmetin olacaktır. Âhirette de onları cennet beklemektedir. İzzet ve şeref Allâh’ın, peygamberinin ve inananlarındır, ama ikiyüzlü münâfıklar bu gerçeği bilmezler.15
Dipnotlar:
1 Hucurât 49/16.
2 Mülk 67/14.
3 A’râf 7/54.
4 İbrâhîm 14/13-14.
5 Enâm 6/6.
6 Nûr 24/55.
7 Kasas 28/5-6.
8 A’râf 7/129
9 Yûsuf 12/56.
10 Kehf 18/84.
11 Nahl 16/41.
12 Enbiyâ 21/105.
13 Hacc 22/41.
14 Kurtubî, Tefsîr.
15 Münâfikûn 63/8.
Mayıs 2025, sayfa no: 6-7-8-9
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak