Ara

Kulluk Bir Bilgi ve Bilinç İşidir

Kulluk Bir Bilgi ve Bilinç İşidir

“Yûnus sen bu dünyâya niye geldin?”

Yûnus Emre

Bugün insanlığın hem ülkemiz özelinde hem de dünyâ genelinde zor bir süreç yaşadığı hepimizin bildiği bir gerçektir. Bu süreçteki sorunların siyâsî, ekonomik, sosyal, kültürel açıdan ele alındığına ve çözümler araştırıldığına tanık olmaktayız. Bunlar önemli olmakla birlikte sorunun asıl kaynağına inilmediği sürece çözüm teklifleri problemleri çözmek yerine onların birer parçası olacaktır. Bu da bize asıl meselenin problemin kaynağına inmek olduğunu göstermektedir.

İnsan Özel Bir Varlıktır

Nedir asıl problem? Bunu anlamak için insan kavramı üzerinde düşünmek gerekiyor. Zîrâ insan, yeryüzündeki herhangi bir canlı değildir. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özellik elbette “O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” (…) “Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve rûhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır.” (Secde, 7-9) âyetlerinden anlaşılacağı gibi kendisine ilâhî rûhun üflenmesidir. Buna akıl sâhibi, gönül sâhibi gibi özellikler de eklenince insanın diğer canlılardan neden farklı olduğu anlaşılacaktır. 

Bu farkı anlayabilmek için Şeyh Gâlib’in şu beyti de bize yol gösterebilir: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen /Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” “Ey insan! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.” İşte bu özel durum yâni insanın diğer canlılardan farklı yaratılması peşinde bir sorumluluğu da getirecektir. Meselâ bir ağacın görevi çiçek açmak ve meyve vermekle, bir koyunun görevi et ve süt vermekle sınırlıdır ama insan öyle değildir. Bir emâneti yüklenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu durumu şöyle ifâde eder: “Biz emâneti göklere, yerküreye ve dağlara teklîf ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zâlim, çok bilgisizdir.” (Ahzab, 72.)

İşte insanın âyette belirtildiği gibi “zâlim ve bilgisiz” olma hâli problemin asıl kaynağıdır. Buna gaflet hâlini de ekleyebiliriz. Gaflet neden yaratıldığımız sorusunun cevâbının unutulmasıdır. Gaflet hâli insanı nefsin ve şeytânın esâretine sokacağı için insan yaratılış gâyesine uygun hareket edemeyecektir. Bu da onu zâlim ve bilgisiz, dolayısıyla bilinçsiz yapacaktır. Meselâ aklını kullanamayacak ya da kötü işlerine vâsıta kılacaktır. 

Emânete Tâlip Olmak

Problem üzerinde düşünürken üzerinde durmamız gereken bir konu da insanın emânete kendisinin tâlip olmasıdır. Bu da ilâhî vahiyle muhâtap olmak ve hem kendini hem yeryüzünü bu emânetin gerektirdiği şekilde inşâ etmek, yeryüzünde adâletli bir nizam kurmak, bunun için ilâhî olanla bağı koparmamak demektir. Hattâ bu emânet meselesini anlamca daha geniş bir boyuta taşıyarak başta insanın bedeni, aklı, kalbi olmak üzere dünyâda olan her şeyin ona emânet olarak verildiği şeklinde de anlamak gerekecektir. Şimdi şöyle düşünelim. Meselâ bu bağlamda ağaçlar bize emânettir; denizler, göller emânettir. Meseleye böyle bakan onların korunması için her şeyi yapmakla yükümlüdür. 

Bu da bilinçli olmayı gerektirmektedir. Bilinçli olmak ise her zaman niçin yaratıldığı sorusunu hatırında tutmakla mümkündür. Bu yüzden Yûnus Emre’nin en temel sorusu kendi şahsında bütün insanlara sorduğu: “Yûnus sen bu dünyâya niye geldin?” sorusudur. Hayâtımızı bu soruya göre şekillendirmelidir. Bu soruya doğru cevap veremeyen ya da nefsine mağlûp olarak vermek istemeyen insan, hayâtı doğumla ölüm arasına sıkıştırmakta, öncesini ve sonrasını dikkate almamaktadır. Oysa yaratılışın ilâhî bir olay olduğunu düşünsek hayâta bakışımız değişecek bu da bizi var olmanın mânâsını kavrayan, buna göre inanan, yaşayan insanlar hâline getirecektir. Öyleyse dünyâya niye geldik sorusuna tekrar bakalım. Cevap Kur’ân-ı Kerîm'de şöyle veriliyor: “Cinleri ve insanları Beni tanımaları, Bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zâriyât, 51/56) 

Kulluğumuz Şânımızdır

İşte burada kulluk kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Kulluk seküler anlayışta olumlu mânâ ifâde etmez ama kendi anlam bağlamında tamâmen pozitif bir kavramdır. Zîrâ en kısa ifâdesiyle “Allâh'ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma” demektir. Bu da yaratılma gâyesine göre onurlu bir hayat sürmek, bir bilgi ve bilinç hâlinde disiplin içinde yaşamak anlamına gelir. Zîrâ her iş gibi kulluk da bilgi, bilgi ve disiplin içinde yapılırsa maksadına ulaşır.

Ama bu noktada kulluğu sâdece ilmihâl kitaplarında yer alan belli ibâdet ritüelleriyle sınırlamamak gerekiyor. Her sözümüz, her işimiz, her davranışımız kullukla ilgilidir. Kullukla ilgili olmak zorundadır. Değilse ilâhî nizâma göre hayat sürmemiş oluruz. Tabiî burada ibâdet kavramının muhabbet kavramıyla da birleştirilmesi gerekecektir. Zîrâ muhabbetle yapılan kulluk eylemleri ihlâslı eylemler olacaktır. Bütün mutasavvıfların Allah-kul münâsebeti, Allah ve diğer yaratılanlar arasındaki münâsebeti sevgiye bağlamaları bu yüzdendir. Burada yine Yûnus Emre’ye mürâcaat edelim: “İlm ü amel zühd ü tâat, pes aşksız helâl olmaya.” Buna göre muhabbet, ibâdetin en temel şartı olmaktadır. 

Sultânımız Kimdir?

Bütün bu konu etrâfında düşünürken şu soru da önem kazanmaktadır. Mâdem konu emir ve yasaklar çerçevesinde bir hayat sürmektir. Öyleyse bize bunları bildiren varlığın Yûnus Emre’nin ifâdesiyle vücut sultânı kimdir? Yûnus Emre bu konu için Risâlet’ün-Nushiyye’de şöyle der: “Neyi sever isen îmânın odur /Nice sevmeyesin sultânın odur”. İşte sevdiğimiz sultan kimdir sorusunda bu sultan Allah’tır yâhut nefis ve şeytandır şeklinde vereceğimiz cevap bizim davranışlarımızı yönlendirecek olanı ortaya koyar.

Demek ki asıl problem ilâhî olanla bağımızı koparmak ve niçin yaratıldığımız sorusunun cevâbını unutmak, Rabb’i değil nefsi ve şeytânı sultan edinmektir. Bu çağ insanının işte en temel problemi budur. Batı, Rönesans’tan bu yana böyle bir zihniyetle hareket etti. Teknik ve maddî anlamda zirveye çıksa bile mâneviyatta dibe vurdu. Bu hastalık sonra diğer toplumlara da bulaştı. Türk töresi ve İslâm inancıyla asırlar boyunca kurup devâm ettirdiğimiz medeniyet de bundan etkilendi ve çağa söz söyleyemez hâle geldi. Bu gidişâtın sonu bütün insanlık için tam bir felâket oldu. Bugün dünyâda en son örnek olarak Gazze’de olup bitenler tehlikenin topyekûn olarak insanlığı imhâsını dönüştüğünü göstermektedir.

Ne Yapacağız?

Problem doğru tesbît edilirse çözümün de ne olacağı/olması gerektiği bellidir. Yeniden inanmak, yeniden kul olma bilincini kuşanmak, varoluşa dâir anlam sorunumuzu çözmek inancın, sevginin, barışın, adâletin hâkim olacağı bir dünyâyı inşâ etmektir. İnsanlık düşmanlarının gücünün çok büyük olduğunu elbette biliyoruz. Ama biz samîmiyeti kuşanırsak bu bir engel teşkîl etmeyecektir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk bize şu müjdeyi vermektedir: 'De ki: “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”' (İsra/81) Buna inanıyor îmân ediyorsak Nebevî usûllerle, yol ve yöntemle “bismillâh” diyerek adımlarımızı atmaya başlayabiliriz. Yol önderi Hz. Peygamber (sav) ve O’nun yolunu tâkip eden âlim ve âriflerdir. Önce zihnî bir temizlik için Kur’ân ve sünnet temelli bilgilenmeye, sonra samîmî bir bilinç, arınmış bir kalple işe başlamaya ihtiyâcımız var. Çünkü zehirlenmemek ve şifâ bulmak için suyu arı-duru bir kaynaktan içmek gerekir. Bunları gerçekleştirebildiğimizde hem fert hem toplum hem de bütün insanlık adına bu çağın sıkıntıları, bunalımları karşısında söyleyecek sözümüz olacak demektir.

Temmuz 2024, sayfa no: 54-55-56-57

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak