Uçağın penceresinden aşağıya baktığımızda, toprağın rengi sanki güneşle anlaşmış gibiydi; kızıl, turuncu ve altın tonları birbirine karışıyor, adeta “hoş geldin” diyen bir sessizlikle şehri çevreliyordu. Marakeş, daha adını anarken bile içinde bir dua yankılanan şehirlerden biri. Belki de bu yüzden “El-Hamrâ” yani “Kızıl Şehir” diye anılıyor; çünkü hem rengiyle hem ruhuyla bir sıcaklığı var.
Adımımızı ilk kez Cemâ el-Fenâ Meydanı’na atıyoruz. Meydan bir sahne gibi; hurma satıcıları, baharat tezgâhları, tatlıcılar ve bir köşede Kur’an tilaveti yapan bir gencin sesi… Kalabalığın ortasında yükselen bu ses, sanki tüm gürültüyü susturuyor, kalbin ritmini yavaşlatıyor. Marakeş’in ruhu tam da burada saklıydı: dünyanın karmaşası içinde bir iç sükûnet.
Meydanın biraz ötesinde, toprak rengindeki kubbesiyle Kutubiye Camii karşımıza çıktı. 12. yüzyıldan beri Marakeş’in kalbinde duran bu cami, bir şehirden çok daha eski bir ruhu taşıyor. Minarenin etrafında dolanırken taşların arasına sinmiş zamana dokunur gibi oluyorsunuz. Girişte hurma ağaçlarının gölgesi yere uzun çizgiler düşürüyordu. Avluya girdiğimizde bizi karşılayan sessizlik, gürültünün içinden seçilen bir huzur gibiydi.
İnsanlar dua ederken, çocuklar serin taş zemin üzerinde koşuşturuyordu. Her adımda başka bir koku: misk, gülsuyu, taze toprak… Kutubiye’nin adı “kütüphaneler”den gelir; vaktiyle burada onlarca hattat ve âlim kitap çoğaltırmış. Bu yüzden bu cami sadece bir ibadethane değil, ilmin, sanatın ve teslimiyetin mekânıdır. Caminin gölgesinde, vaktiyle Endülüs’ten gelen âlimlerin talebelerine ders verdiği avlular artık güvercinlerle dolu; ama rüzgâr hâlâ aynı âyetleri fısıldıyor gibiydi.
Namaz sonrası caminin önündeki küçük tezgâhlardan biri dikkatimizi çekiyor. Yaşlı bir kadın, nane çayı ve hurmalı pastilla satıyor. Hadi alalım. Pastillanın tatlı baharatlı kokusu, sıcak çayla birleşince bütün yorgunluğumuz geçti. “Allah bereket versin,” dedik ve gülümsedik. Marakeş’te bereket, bir tebessümle başlarmış…
Şimdi Bahia Sarayı’na yönelelim. Güneş yeni doğarken sarayın avlusuna düşen ışık, çinilerin mavi ve yeşil tonlarını canlandırıyordu. Her odada farklı bir hava, her kapıda zarif bir oyma… Bu detayların her biri, bir duanın estetiğiyle şekillenmiş gibiydi. Sarayın yapımında çalışan ustaların çoğu, işi bir ibadet gibi görürmüş. Bu anlayış, Marakeş’in tüm sanatında hissediliyor: bir kapı tokmağı, bir duvar süsü, bir lambanın gölgesi bile insanı Allah’ı hatırlamaya davet ediyor.
“Bahia” “parlak” ya da “güzel” anlamına gelir ama buradaki güzellik gözle değil, kalple görülüyor. Bir odada mavi-yeşil çiniler, diğerinde altın yaldızlı hat işlemeleri… Bu sarayda her desen, bir şükür niyetine yapılmış sanki. Bahia Sarayı bize gösterdi ki Fas’ın estetiği, ibadetten ayrı değil. Burada güzellik bir süs değil, bir teslimiyet biçimi.
Biraz acıktık sanki. Çıkışta hep birlikte geleneksel tajin yemeği yiyelim. Toprak kapta yavaş yavaş pişen etin üzerine serpiştirilen limon ve zeytin, yanına taze nane çayıyla birleşince midemiz bayram etti.
Yönümüzü Marakeş’teki Yusuf Medresesi’ne çevirelim. Bu şehirdeki İslâmî kimliğin en belirgin izlerinden biri burası. 14. yüzyıldan kalma bu medrese, adını Endülüs kökenli bir sultandan alıyor. Duvarlardaki geometrik desenlerin her biri, tevhidin farklı bir dildeki ifadesi gibi. Bu medresede bir zamanlar yüzlerce talebe Kur’an, hadis ve astronomi okurmuş. Küçük hücre odalarında, yağ lambasının ışığında yazılmış duaların kokusu hâlâ taşlarda saklı.
Buradan da çıkıp İmam el-Cezûlî’nin türbesine doğru yürüyoruz. Dar sokaklardan geçerken duvarlardan yansıyan ezan sesi bize rehberlik ediyordu. Türbeye yaklaştıkça kalabalık azaldı, sessizlik ağırlaştı. İçeri girdiğimizde kalbimize yerleşen o derin sükûnet, anlatılamaz bir duyguydu.
El-Cezûlî’nin öğretileri yüzyıllardır dilden dile aktarılmış. “Kalp, zikrin mekânıdır; şehirler geçer, kalp kalır.” O an, bunu anladık: Marakeş’i gezmek aslında kendi kalbinde bir yolculuğa çıkmak demekti. Her cami, her dua, her tat, bizi içe çağırıyordu.
Türbenin kapısında sessizce bekleyen kadınların dua ederken avuçlarına kına sürdüklerini gördük. Bu, hem bir teslimiyet hem de bir bereket duasıymış. Dualara eşlik edip çıkıyoruz. Yolda yine minik tezgâhlar kurulmuş. Sıcacık sfenj, yani Fas usulü halka tatlı ve seffa; tarçınlı, bademli kuskus tatlısının yanında buharı tüten nane çayı ile oturup kısa bir mola veriyoruz.
Ve son gezi noktamıza doğru ilerliyoruz. Şehrin kızıl surları geride kalırken karşımıza geniş bir zeytinlik denizi çıktı. Yolun sonunda Menara Bahçeleri, “ışık yeri” anlamına gelen bir cennet parçası gibi. Atlas Dağları’nın karla kaplı tepeleri uzakta mavi bir perde gibi yükseliyor. Önümüzde devasa bir gölet, ortasında 12. yüzyıldan kalma sade bir köşk…
Zeytin ağaçlarının altına oturalım hadi. Toprak hâlâ serin. Sadece doğa, dua ve huzur…
Geri dönerken uzakta Kutubiye Camii’nin minaresi yeniden görünüyor; göğe doğru yükseliyor, ışığın içinde kayboluyor. Marakeş’ten ayrılırken, bavulumuzda birkaç hediyelik eşya, birkaç çay paketi ve bir de içimizde ağırlaşan bir huzur vardı. Çünkü bu şehir, taşlarında dua, rüzgârında teslimiyet taşıyan bir diyar. Uçağın motor sesiyle yükselirken gözlerimiz hâlâ şehrin kızıl tonlarında ve minarelerin siluetindeydi.
İçimizde, bu şehrin sadece görüldüğünü değil, aynı zamanda kalpten hissedildiğini bilmenin verdiği tatlı bir sükûnet vardı. Marakeş, bir rota değil; bir nefes, bir dua ve kalbimizde saklı bir hatıra olarak bizimle uçuyordu.
Bir sonraki rotamızda görüşmek üzere.
Kasım 2025, sayfa no: 14-15
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak