Ara

Kırk yıllık Kânî, olur mu Yani?!

Kırk yıllık Kânî, olur mu Yani?!

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”, “Her doğru her yerde söylenmez” gibi birbirinden özlü, kıymetli deyimlerimiz var bizim. Mûtedil olmamız ve insânî ilişkilerimizde hikmeti elden bırakmamamız öğütlenir bu deyimlerle. Arkasından “vakitsiz öten horozun başını keserler”, “öfkeyle kalkan zararla oturur” tarzındaki deyimlerle de böyle davranmadığımız zaman bizi bekleyen tehlikeler ihtâr edilir. Öte yandan bir kötülük, yanlışlık gördüğümüzde buna kayıtsız kalmamamız gerektiği tarzında öğretilerimiz var. Elimizle, dilimizle, hiç olmazsa kalbimizle kötülüğe engel olmamız tavsiye ediliyor. Bāzan bu seçenekler arasında ince bir çizgi bulunur. İnsanlar, toplumlar kimi zaman nasıl davranacağını bilemez hâle gelir. Fakat bāzı insanlar vardır ki bunlar işâret fişeği, deniz feneri gibidir. Etraflarına ışık saçar, aydınlatırlar insanlığı. Daha çok sanat rûhu taşıyan insanlarda görürüz bu fikir parıltılarını. Çünkü düşünme melekeleri gelişmiş, yaratanın özel yeteneklerle donattığı bu insanlar olayları farklı kademelerde ve pencerelerden değerlendirip farklı çıkarımlarda bulunabiliyorlar. Hele bir de “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” düstûrunu baş tâcı yapmışsa bu insanlar gözlerini budaktan esirgemez. Daha iyisi, daha güzeli içindir kabına sığmazlıkları. 

Sağlığında Nice Ehl-i Hünerin/ Bir Tutam Tuz Bile Konmaz Aşına

Gelin görün ki yanlış giden bir şeylerden bahsedilmeye görülsün, hemen îcâba bakılır. Farklı yaklaşımlarda bulunanlar, eleştiri yapanlar, doğru yanlış hiç farketmez hemencecik muhalif olarak damgalanır. Oysa olumlu cevap alıncaya kadar Hazret-i Ömer’i(ra) minberde bekleten önderlerimiz, gökteki yıldızlarımız var bizim. Bugün geldiğimiz noktada bütün dünyânın kabûl ettiği bir gerçek vardır: “Eleştiriler olmazsa toplumsal ilerleme kaydedilemez.” İdâreciler, devlet adamları için bu bir yönüyle ilaca benzer. Tadı acı, fakat meyvesi tatlıdır. Bunu gerçek mânâda idrâk edip uygulamasını yapanlar bugün dünyâya hükmediyor. Vaktiyle bizim yaptığımız gibi. Bir farkla ki adâlet ve merhametten yoksun olarak. Çok nâdir sanatçının/düşünürün ileriyi gören, ışık saçan yönü, fikirleri çağdaşları tarafından anlaşılmış ve önemli açılımlarda bulunmuşlardır. Kimileri de parlak fikirlerinin faturasını hayatları ile ödemek durumunda kalmıştır. 

Kıymetleri âhirete intikāl ettikten sonra anlaşılan ve hakkı teslîm edilen sanatçıların sayısı da az değildir. Bu minvalde Ferid Kam, cenâzesi belediye tarafından kaldırılan yakın dostu Süleyman Nazif’in arkasından şu dizeleri döktürür: “Sağlığında nice ehl-i hünerin/Bir tutam tuz bile konmaz aşına/Öldürürler evvel anı acından/Sonra bir türbe dikerler başına”. Târih bu tür örneklerle doludur. Hayâtımıza giren ve kökeni yüzyılları, belki bin yılları bulan mânidar deyimlerin günümüze kadar ulaşması tesâdüf değil elbette. Her bir deyim, arka planında, çıkışında önemli gerçekleri barındırır. Bir cümlelik sözün arkasında bir ömürlük tecrübe vardır. Bu sebeple hâfızamıza kazınmıştır.

Bu yazımızda kabına sığmayan, ilkelerinden aslâ tâviz vermeyen, hareketli fikirlerinin bedelini fazlasıyla ödeyen ve bir deyimi de günümüze kadar ulaşan bir sanat ehlimizden söz etmeye çalışacağız: Ebubekir Kânî Efendi…

Dimemiş Kimse Ki Hâlin Nicedür/Ac Yatursın Burada Kac Gicedür

Mizâhî mektupları ve şiirleriyle meşhûr olan Ebubekir Kânî Efendi aslen Tokatlı'dır. Divan şâirlerimizdendir. Latîfeleri ve hazırcevaplılığının yanı sıra yergileriyle de tanınır. Doğum yeri olan Tokat’ta iyi bir öğrenim gördü Kânî Efendi. Gerek düz yazı gerekse şiir sanatını burada ilerleterek daha genç yaşlarında kendisinden söz ettirmeyi başardı. Mevlevî tarîkatına intisâb ederek Abdülahad Dede’ye bağlandı. Uzun müddet Tokat Mevlevihanesi'nde kaldı. 1775’te kırk yaşlarında iken İstanbul’a gitti. İstanbul seyahatine vesîle olan ayrıntıyı Mehmet Nermi Haskan, Eyüplü Meşhurlar isimli eserinde şöyle anlatır: “Hekimoğlu Ali Paşa Trabzon'da bulunduğu sırada, 1754-55 târihinde üçüncü defa sadrazam olmuş ve karayolu ile İstanbul’a gelirken Tokat’ta konaklamıştır. Bu sırada kendisine kasîde ve manzum târih sunan Kânî Efendi’yi takdîr ederek İstanbul’a getirmiştir.” (Haskan, 2014) Kânî Efendi, İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyun kalemine yerleştirildi. Daha sonra Yeğen Mehmed Paşa’nın divan kâtipliğinde bulundu. Kısa süre içerisinde Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyun rütbesine yükseldi. Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlıktan ayrılması üzerine bu yetenekli ve kabına sığmayan Mevlevî dervişi, Divan kâtipliği vazîfesiyle Silistre’ye gönderildi. Burası Bulgaristan’ın kuzeydoğu kesiminde, Romanya sınırında, Tuna kıyısında bir şehirdir. Daha sonraları kısa bir müddet Ulah beylerbeyinin özel kâtibi olarak Bükreş'te bulundu. Ulah, Eflak veya Ulahya, Romanya’nın târihî ve coğrafî bölgelerinden biridir. İskerletzade Konstantin Bey’in isteği üzerine yeğeni Alexandre için Benam-ı Havariyyun-ı Buruc-ı Fünun isimli bir Türkçe öğrenme ve konuşma kitabı yazdı. Yakın dostluğunu kazandığı Alexandre ile birlikte yapılmış bir portresi de vardır. (Haskan, 2014) Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın isteği üzerine 1782’de tekrar İstanbul’a döndü.

İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” misâli, mizâhî ve alaycı üslûbu başına iş açtı. Saray âdâbına-geleneklerine (statükoya) uymadığı ve Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın bāzı sırlarını ifşâ ettiği gerekçe gösterilerek îdam cezâsına çarptırıldı. Reisülküttap Hayri Efendi’nin aracılığıyla cezâsı kalebentliğine çevrilerek Limni adasına sürgüne gönderildi. Limni, Kuzeydoğu Ege Yunan adaları grubuna giren, Gökçeada’nın güneybatısında bulunan Yunan adasıdır. Osmanlı kaynaklarında ismi “Ilımlı Ada” olarak da geçer. Burada pek çok sıkıntı ve mahrûmiyet içinde uzun yıllar yaşadı. Şâirin dîvânında yer alan “Hasb-i hâl”inde çektiği sıkıntıları görmek mümkündür: “Dimemiş kimse ki hâlin nicedür/ Ac yatursın burada kac gicedür/ Niçe şehler ki olup zâr u zebûn/ Bulmamış bir giyecek köhne zıbûn” (İ. Yazar, 2009) Ömrünün son yıllarına doğru affedilen Kânî Efendi 1792 yılında İstanbul’da vefât etti.

Eserlerinin Özellikleri

Kânî Efendi'nin, yergi şiirleriyle hiçbir kural ve kayda bağlı olmaksızın içinden geldiği gibi yazdığı mektuplar, Türk edebiyatının bu alandaki en güzel örnekleri olarak gösteriliyor. Secilerle süslediği mektupları ince nükte ve hicivlerle doludur. Halk deyimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz(sav) için yazdığı naatları dışında hemen bütün eserlerinde farklı düzeylerde de olsa nükte, hiciv ve hezl izlerine rastlanır. Latîfeleri, nükteleri, bir kedinin ağzından sâhibine yazılmış ünlü “Hirrenâme”si yergi ve mektuplarıyla birlikte “Münşeât-ı Kânî” isimli eserindedir. İ. Pala ve M. Akkuş’un bildirdiğine göre eserde bozuk işleyen devlet çarkının eleştirisi, yozlaşan genel kabûllerin yerilmesi gibi konular başarıyla dile getirilmiştir. (TDVİA, 1998)

120 civârında mektuptan meydana gelen Münşeât’ı, üslûp inceliği ve mizâhî unsurları bakımından şiirlerinden daha başarılı kabûl ediliyor. Münşeât’ın değişik hacimlerdeki el yazma nüshaları çeşitli kütüphanelerde mevcuttur. Eser hakkında bir doktora tezi hazırlanmıştır (H. D. Batislam,1997). Yazdığı Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler Dîvân’ında toplanmıştır. İstanbul kütüphanelerinde bāzı yazma nüshaları bulunan Divan, Arap harfleriyle yayımlanmış ve eser tenkitli metin hâlinde yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır (M. Eliaçık, 1992). Ayrıca İlyas Yazar tarafından hazırlanan “Kânî Dîvânı” isimli eser 2012 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları arasında neşredilmiştir. 

Kırk Yıllık Kânî, Olur Mu Yani

Ebubekir Kânî Efendi’nin Silistre’de söylediği rivâyet edilen “Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani” sözü günümüzde de sevilerek kullanılır. Kânî Efendinin bu sözü söylemesinin hikâyesi de şöyle: Kânî Efendi elli yaşlarında Silistre’de görevli iken bir Rum kızına âşık olur ve bu kızla evlenmeye karar verir. Usûlü dâiresinde durumu âşık olduğu kızın ailesine bildirir. Lâkin aile bu izdivâca râzı olmaz. Bütün ümitlerin tükendiği sırada Kânî Efendi’de gönlü olan kızın aklına bir çâre gelir: Kânî’nin Hristiyan olması. Fakat bu nasıl olacaktı?! Kız sonunda babasına bu parlak fikrini açar. Babası da teklifi câzip bularak dâmat adayını evine konuk eder. Kânî Efendi'ye hitâben, “Evlâdım, şâyet Hristiyanlığı kabûl edersen kızımı sana vereceğim” der. O yörelerde sıkça kullanılan “Yani” ismini şimşek hızıyla hatırlayan Kânî Efendi, hiç tereddüt etmeden târihî cevâbını yapıştırır ve şöyle der: “Yapmayın efendim, kırk yıllık Kâni, hiç olur mu Yani?!” Bu cevaptan sonra tabii ki evlilik gerçekleşmez. 

İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu sevmeyen, açık sözlü bir kişiliği olan Ebubekir Kânî Efendi, bu tarzını-prensibini son nefesine kadar sürdürmüş. Rivâyetlere göre vefâtından kısa bir süre önce kendisini ziyârete gelen çok sevdiği bir dostuna “Ben Fâtiha dilencisi değilim, mezar taşıma Fâtiha yazmayın!” diye vasiyet etmiş. Gerçekten de ölümünden sonra mezarını yaptıranlar bu vasiyete sâdık kalarak mezar taşının sonuna yazılan “el-Fâtiha” ibâresini yazdırmamışlar. Bu vasiyete benzer bir şiir de, çuvala sığmayan mızraklarımızdan şâir Eşref’e âittir. Şöyle diyor şâir: “Kabrimi kimse ziyâret etmesin Allah için/Gelmesin, reddeylerim billâhi öz kardaşımı/Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki/İstemem ben Fâtiha, tek çalmasınlar taşımı...” (Gözüm insanlardan o kadar yıldı ki, kabrimi ziyâret etmek için öz kardeşim dahi gelse kovarım. Ben insanlardan Fâtiha dahi istemem, yeter ki mezar taşımı çalmasınlar.) Nitekim mezar taşı çalınmıştır!..

Kânî Efendi’nin, divan-ı hümâyun (bugünkü bakanlar kurulu üyesi) mensuplarına has kafesli destarlı başlıklı mezar taşı Eyüp Sultan'da Beybaba Sokağı üzerinde, Ferudun Paşa Türbesi’nin sağ tarafında ve mezarlık duvarından yaklaşık 8-10 metre kadar içeridedir. Mirmiran Mehmed Ağa türbesine cephelidir. Sürurî, şâirin ölümü için “Her sözi ma’deni cevher idi gitdi Kânî” mısrâını târih düşmüştür. Kânî Efendi’nin mezar taşı kitâbesi ise şöyle: “Hüve’l-Bâki/Cennet mekân/Ebubekir Kânî/Efendi Rahmetullah/Sene:1206” Yeri gelmişken açık hava müzesi niteliğindeki bu mezaristan ile ilgili kısa bir not düşelim. Kânî Efendi'nin mezarının bulunduğu bu hazire, Eyüp Sultan Câmii etrâfında yer alan en büyük mezarlık alanıdır. 3-4 dönüm civârındadır. Batısında Eyüp Sultan Câmi-i Şerîfi, doğusunda Sultan Mehmed Reşad Han türbesi, kuzeyinde Mihrişah Vâlide Sultan İmâreti, güneyinde ise Mirmiran Mehmed Ağa ve Siyavuş Paşa türbeleri yer alır. Mezarlığın bütün yola bakan kısımları mâmur vaziyette görülse de iç kısımlar yakın zamâna kadar perîşan vaziyette idi. Manzara bir savaş alanını hatırlatıyordu. Kırık dökük mezar taşı başlıkları yosun bağlamış, kimileri de tamâmen toprak altında kalmıştı. Tabii bunların arasında vaktiyle şehrin muhtelif yerlerinden devşirilen mezar taşları da var.

Yaklaşık yirmi seneden beri “Eyüp Sultan’ın göbeğinde böyle bir rezâlet nasıl olabilir?” diye kapısını çalmadığımız, aşındırmadığımız, mürâcaat etmediğimiz kurum kalmadı. Çok şükür ki yakın zamanda burada bir çalışma başlatıldı. İnşâallah mekân; içler acısı durumuna son verilerek, hak ettiği şekilde elden geçirilip bir an önce ziyârete açılır. Târihî kabristanlarımız çok uzun süre göz ardı edilerek yok sayılmış. Âdetâ kaderine terk edilmiş. Şimdi uzun yıllar süren ihmâlin altından kalkmakta zorlanıyoruz. Sanırım bu türlü sorunlarımızın giderilmesi ve süreçlerin hızlandırılması için daha ileri bir düzeyde toplumsal bilinç ve farkındalık lâzım. Çiftçi mastası ile, çoban değneği ile, herkes de üzerine düşeni yapacak. Bu memleket, târih, medeniyet hepimizin! İstiklâl Şâirimiz Mehmet Akif Ersoy'un da veciz bir şekilde ifâde ettikleri gibi: “Sâhipsiz olan vatanın batması haktır. Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.”

Mart 2024, sayfa no: 48-49-50-51

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak