Ara

Kendini Bilmek

Kendini Bilmek

“Nefsinde (kendinde) olanı bilmeyen Rabbini nasıl bilebilir?”
Ebu Said el-Harraz

Modern çağın insanının pek çok sorunu olduğu söylenebilir. Ama bunlardan en önemlisi “kimlik sorunu”, başka bir ifâdeyle “kendini bilme” meselesidir. Zîrâ insan, bugün hemen her türlü bilgiye kolayca ulaşabilmektedir. Dünyevî anlamda öğrenemeyeceği hemen hiçbir bilgi yoktur. Fakat temel sorun olarak kendini bilme bilgisinden yoksun olduğu için diğer bilgiler kendisi için çok da işe yarar özellikte olamamaktadır. Böyle bir durumda asıl bilgiyi “kendini bilmek” olarak görmek ve bu bilginin mâhiyeti üzerinde düşünmek gerekiyor.

Kendini bilme meselesi aslında bütün çağlar boyunca filozoflar, sanatkârlar, bilim insanları tarafından sorulmuş bir sorudur. Meselâ Sokrat bu konudan bahseder. Talebesi Platon da bu anlayışa sāhiptir. Budha da kendi olmaktan, kendini bilmekten söz eder. Buna göre hem Batı hem doğu felsefeleri bu konuya kafa yormuştur. Fakat bu sorunun doğru cevâbını, vahiy kaynaklı bir anlayıştan yoksun oldukları için tam olarak verememişlerdir.

“Sen Seni Bil Sen Seni”

Her konu gibi bilgi konusunun asıl ve doğru cevâbını peygamberler vermişlerdir. Çünkü onlar vahyin açıklamalarından hareket etmişlerdir. Bu mesele bu sebeple sûfîlerin de asıl meselesi olmuş ve bu konudaki görüşlerini manzum ve mensur eserlerinde dile getirmişlerdir. Burada örnekleme anlamında birkaç sûfînin bu konuda ne söylediklerini hatırlayalım. Meselâ Hacı Bayram Velî’nin “Bilmek istersen seni/Sen seni bil sen seni/Geç canından bul anı/Sen seni bil seni” dörtlüğüyle başlayan şiiri bu anlamda önemli bir örnektir. Yine Sunullah Gaybî’nin “Âşık özün bilmeye/Kendine gel kendine/Hakk’ı ıyan görmeye/Kendine gel kendine” şeklinde başlayan şiiri de kendini bilme konusunda bir îkaz şiiri olarak okunabilir. Konuyu bu tür ifâdelerin bir özeti hükmünde de olan Yûnus Emre’nin “İlim ilim bilmektir” şiiri ile daha kapsamlı düşünmemiz mümkündür. 

Bunlardan hangisini hatırlarsak hatırlayalım meselenin esâsını “kendini bilmek” konusu oluşturmaktadır. Bunun için de “Nefsini(kendini) bilen Rabbini bilir” hadîsini esas almışlardır. Demek ki bu konuda asıl olan Allâh'ı bilmektir. Bunun ilk basamağı da kendini bilmektir. Böyle bir bilginin ilk adımını “ben kimim?” sorusu teşkîl eder. Anlaşılır bir dille söyleyecek olursak bu soru insanın kendisinin diğer varlıklardan farklı taraflarını bilmesiyle cevap bulabileceği bir sorudur. Bulunan cevap ise insan oluşumuzdur. Böyle bir tanım asıl anlamı ise Kālû Belâ’da verdiği sözde yer almaktadır. Orada demişizdir ki “Sen bizim Rabbimizsin.” Bu “biz de senin kulunuz” demek olacağına göre insan demek kul demektir. Kul bugünkü modern telakkîlere göre negatif bir mânâ taşısa bile esas olarak “Allah tarafından yaratılmış insan” demektir. Dolayısıyla kelimenin sonradan kazandığı köle, hürriyetine sāhip olmayan kimse gibi anlamlarının ötesinde düşünülmelidir. İşte konuyu yaratılan insan olarak ele aldığımızda bu defa da “Mādem ki insanım, belli özelliklerle yaratıldım; buna göre bu hayatta nasıl yaşamalıyım?” sorusuna cevap aramak gerekiyor.

Bilgi ve Ahlâk

Bu cevaplar elbette bir bilgi olarak kitaptan öğrenilebilir ama unutulmaması gereken konu meselenin amelî ve ahlâkî boyutudur. Yâni bilginin içselleştirilmesi gerekir. İşte modern bilgide bu özellik yoktur. Ondaki durum bilginin depolanmasıdır. Bilgiyle bir iç aydınlanmaya yönelme söz konusu değildir. Bu noktada söylenilmesi gereken bir özellik de kendini bilme bilgisinin bir öğreticiye ihtiyaç duyurmasıdır. Yâni bir aynaya ihtiyaç vardır. Zîrâ konu bedenle değil ruhla alâkalı olduğu için ruh, kendini bilmek için benzerine, aynadaki yansımasına bakmak durumundadır. Bu ayna mürşittir. Yâni bilgiyi söz ve hal hâline getirmiş kişidir. Böyle bir aynaya bakmak, insanın zamanla kendini de ayna olarak görmesi demektir. Bunu gerçekleştirebildiğinde Niyâzi Mısrî’nin “Sağı solu gözlerdim ben dost yüzünü görsem deyü/ Ben taşrada arar iken ol can içinde açan imiş” beytinde söylediği gibi dışarda arananın özümüzde, içimizde, canımızda olduğu anlaşılmış olacaktır. Bu noktadan sonrasında ise “Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesâbesinde olurum” kudsî hadîsinin tecellîsi gerçekleşecektir. Bu ifâdeyi “hisseden kalbi, düşünen beyni” olarak anlamca genişletmek mümkündür. Böylece kişi Allâh'ı bilmek ve tecellîlerini görmekle yanlışa düşmeyecek hem de istikāmet üzere hareket edecektir. Tabii bu bilginin ahlâkla ilişkisini bir daha hatırlamak gerekiyor. Zîrâ bahsedilen bilme, o hadîsin devâmında “önce farzlar ile sonra nâfileler ile Allâh'a yaklaşma” şeklinde gerçekleşmektedir.

Bu hadîse dâir şunu da söyleyelim. İfâdeler elbette semboliktir. Yâni el, göz, ayak gibi kavramları Allah için düşünemeyiz. Öyleyse ne anlayacağız bu ifâdelerden? Allah ile görmek, onunla konuşmak, yürümek vs. kişinin kendi varlığını terk edip Hakk’ta yaşaması demektir. İşte o zaman Hakk gönülde hissedilecektir. Zâten “yere göğe sığmayan, mekândan münezzeh Hakk’ın sığdığı yer insan gönlüdür. Gönül Yûnus hazretin diliyle söyleyecek olursak “Çalab’ın tahtı”dır. Tahta ise sultan oturur. Düzeni koyduğu kurallarla o sağlar. Bu sultan, emir ve hüküm sāhibi olan Allah’tır.

Bilgi ve Olgunluk

İnsanın kendini bilme sürecinde varacağı nihâî noktada taşıyacağı sıfat ise artık kemâlât yâni olgunluk, tamlık, bütünlük, dolayısıyla kesretten uzak kalıp vahdete kavuşmak olacaktır. Böylece kişinin kendiyle ve Hak’la tanışması, bilişmesi muhabbet üzerinden olacağından sonraki aşamada bu bilişme tanışma ve muhabbet bütün varlıklar için de olacağından kâinatta da bir barış iklîmi kurmak mümkün olabilecektir. Nitekim bu durum tarihte deneyimlenmiş, insanoğlu huzurlu zamanlar yaşamıştır. Ne var ki yeni zamanlarda bilgi anlayışı ve kaynağı değişince pozitivizm egemenlik kazanmış ve modern bilgi hayâtı maddî olarak ne kadar kolaylaştırsa bile manevî olarak felce uğratmıştır. İnsan seküler bir tanımlamaya konu olunca Hak’tan hakîkatten uzaklaşmış, dolaysıyla kendinden uzaklaşmıştır. Sekülerlik metafiziği, dolayısıyla vahyi, kalbî olanı dışarında bırakmıştır. İnsan aklı o kadar yüceltilmiştir ki aşka bağlanmayan bu akıl azgınlaştıkça azgınlaşmış, üzerindeki biniciyi felâketten felâkete sürüklemiştir. Bugün çevre sorunlarından âdil olmayan ekonomik paylaşıma, adâletsizliğe kadar her konu ve soru buradan kaynaklanmaktadır. İşte bütün bunlardan dolayı modern bilginin bizi bu mânâdaki kendini bilmek, Hakk’ı bilmek noktasından uzağa götürmesi/düşürmesi yaşadığımız bütün felâketlerin asıl sebebi olmuştur.

İşin en fecî kısmı ise insanın, sekülerlik mâhiyetli hangi bilgiyi bilirse bilsin bu bilgiyle neye sāhip olursa olsun mutlu olamamasıdır. Çünkü varlığına, varoluşuna bir anlam yükleyememiştir. Zîrâ metafiziği dışlayıp Yaratıcı kavramını yok sayarsak bu dünyâda neden var olduğumuz sorusuna doğru bir cevap bulamayız. Bu sorunun doğru cevâbı dünya öncesine ve sonrasına bakmaktan geçmektedir. Hayâtı doğumla başlatıp ölümle sonlandırılmış bir durum olarak görmek, öncesine ve sonrasına dâir bilgilerden yoksun kalmak bizi iki duvar arasında bırakıyor. Geldiği yeri bilmeyen gideceği yeri bilemeyeceği gibi belli bir süre yaşayacağı bu dünyayı bilmekten de yoksun kalıyor. Sonrası huzursuzluk, bunalım, intihar olmaktadır.

Kimliksizleştirme

Görünen manzara hayli vahimdir. Söylediğimiz problemlerin daha da fecîsi kimliksizleştirme problemidir. Bugün cinsiyetsizleştirme, dinsizleştirme, milliyetsizleştirme gibi ortaya çıkan anlayışlar, yeni bir insan tanımının peşindedir. Bu insan en başta kimliği açısından sorunludur. Kadın mıdır erkek midir? Bir vatana, aileye, kültüre, insanca âidiyeti var mıdır? İşte bu belirsizlik ve boşlukta kalmak bırakın kendini bilmeyi, kendi olmayı bile imkânsız hâle getirmektedir. Bu da insanın içinden çıkmakta çok zorlanacağı sorunlarla karşı karşıya kalması demektir. Böyle bir durumda insan kaybetmekte, insanı bu yozlaşmaya sürükleyenler kazanmaktadır. 

İnsanın başına bu felâketleri saran modern bilgi anlayışı, iş çıkmaza girince bu defa da kişisel gelişim projeleri devreye sokmuştur. Görünüşte kendini bilme, tanıma anlamına gelen bu anlayış da yine insanı manevî kimliği ve gerçekliği içinde tanımlamadığı için olumlu bir sonuç meydana getirememiştir. Bu anlayış da insan egosu merkeze alınarak ne yersem/içersem daha sağlıklı olurum, ne yaparsam daha başarılı olurum gibi soruları esas alarak hareket etmektedir. Bu anlayışın özünde yine Yaratıcı fikri yoktur. Bu fikir olmayınca rönesansta tanımlanan hümanist anlayışla insana isterse her şeyi başarabilir olduğu fikri empoze edilmekte, o da insanı yine manevî anlamdaki insan tanımından uzaklaştırmaktadır. Şöyle bir bakalım. İnsanlarda eğitim düzeyi, aldıkları pozitivist eğitim anlamında çok yüksektir. Ne var ki bu eğitim eğiticilik anlamında eğitilecek olanlara ayna olacak öğreticilerden ve ahlâkî ilkelerden yoksun olduğu için yine olumlu sonuçlar vermemektedir.

Geçmişten Ders Almak

Bu olumsuz tablo böyle gidemez elbette. İnsan, ne yaparsa yapsın fıtratının sesini susturamaz. Er geç içinde bulunduğu halden çıkış yolları arar. İşte böyle bir durumda geleneğe dönüp bakmak, insanlığın tecrübelerinden yararlanmak gerekiyor. Çünkü tarih boyunca düşüşün de ayağa kalkışın da sebepleri bellidir. Burada en başta peygamberlerin tecrübeleri hatırlanabilir ama daha yakın bir örnek olarak meselâ 13. asır Anadolusu'nda Türkistan’dan gelerek Anadolu’yu ihyâ ve îmâr eden dervişlerin insan eğitme tecrübelerinden söz edebiliriz. Onlar Haçlı, Moğol saldırılarıyla darmadağın olan insanları bir araya getirip bir aşk devleti ve medeniyeti kurdular. Yeni bir îman ve ahlâk çağının başlatıcıları oldular. Bunu yaparken de çıkış noktaları yine insanın kendini bilme meselesi oldu. Zîrâ bu bilgiye sāhip olmak gerekli diğer bilgilerle de donanmak anlamına geliyordu. Bu yüzden onların bu tecrübelerini anlatan eserlerle buluşmak durumundayız. Bunlara sâdece geçmişin eserleri olarak bakmak doğru olmayacaktır. Onlarda bu çağa da ışık tutacak, yol gösterecek nice fikirler vardır. 

Eylül 2023, sayfa no: 36-37-38-39

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak