Ara

Karanlık Dehlizlerde Kaybolan İnsanlığın Pusulası ve Özgürlüğüdür İlim

Karanlık Dehlizlerde Kaybolan İnsanlığın Pusulası ve Özgürlüğüdür İlim
İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği öğrenmek, okumak ve aklını kullanabilmektir. Akıl sâhibi olmak ne büyük bir nimettir ki bizler hayat tercihlerimizi o büyük nimet sâyesinde yapar, doğruyu ve yanlışı onunla bulabiliriz. Dünyâya geldiğimiz andan itibâren Rabbimizin bize verdiği akıl nimeti ile öğrenmeye başlarız. Okumak ve ilim sâhibi olmak derken, tüm ilimlerin kaynağı olan Yüce Yaratıcı’nın kelâmı Kur’ân’dan bahsediyoruz. Okumamız, öğrenmemiz ve öğrendiğimiz gibi yaşamamız gereken ilk kitaptır Kur’ân. Çünkü O, bütün ilimlerin en tartışılmaz kaynağıdır ve onun ilk emri “Oku!” olmuştur. Yüce Rabbimiz âyet-i kerîmede: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sâhibidir ki O, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.”1 buyurmaktadır. İslâm dîninde ilim; Allah rızâsını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. İlmi öğrenip korumanın yolu; o ilmin gereği ile amel edip onu hayâta geçirmektir. Öğrendiği ilimle hakîkat kapılarını aralayamayan kimse için bilgi sâdece yük hâline dönüşür. İnsanı hakîkate ulaştırmayan, Allah ve Resûlü’nün yolundan götürmeyen, dünyâ ve âhiret için güzellik ve kolaylık sağlamayan hiçbir ilimde hayır yoktur. Resûlullah (sav) “Allâh’ım! Faydasız ilimden Sana sığınırım Allâh’ım! Bana öğrettiğin şeyle beni faydalandır. Bana faydalı olanı öğret, ilmimi artır. Her hâlde Allâh’a hamdolsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allâh’a sığınırım.” diyerek duâ etmiştir.2 Hasan-ı Basri rahmetullâhi aleyh buyurmuştur ki: “ İstediğiniz kadar ilim öğreniniz. Vallâhi öğrendiklerinizle amel etmedikçe Allah Teâlâ size sevap vermez. Aklı düşük kimselerin bütün gayreti rivâyetle meşgûl olmaktır. Gerçek âlimlerin gayreti ise, ilmin gereğine göre amel etmektir.” Birçok zorluğun yaşandığı fakat gül kokulu bir dönem olan, Resûlullâh’ın (sav) “gökteki yıldızlar gibidirler” diye târif ettiği ilim sâhibi ashâbının yaşadığı dönemde geçen şu kıssa, gerçek ilmin ne denli kıymetli ve fazîletli olduğunu anlatmaktadır bizlere: Resûlullâh (sav) Efendimiz, gazâdan dönerken istirahat için bir yerde durmuşlardı. Hâlid Bin Velid (ra) bu arada, kazâ-i hâcet için oradan biraz uzaklaşmış fakat geriye dönmekte biraz geç kalmıştı. O gelmeden evvel İslâm askeri gittiği için, kendisi orada yalnız kaldı. Onları bulmak için dolaşırken önüne bir dağ geldi. Dağın üzerine çıktı ve etrâfı gözetledi. Bir de gördü ki dağın eteğinde kalabalık bir insan topluluğu var ve ortalarında da bir minber kurulmuş. Hazreti Hâlid o cemaatin yanına vardı ve niçin toplandıklarını sordu. Onlar: Biz yetmiş bin kişiyiz, bu dağda bir râhibimiz var. Her yıl bir defa dışarıya çıkıp bize vaaz ve nasîhat eder. Biz de bir yıl boyunca onun nasîhatleri ile amel ederiz, dediler. Hâlid Bin Velid (ra) de o râhibin gelmesini bekledi. Râhip biraz sonra, üzerine eski elbiseler giymiş ve boğazına zincir takmış olduğu hâlde geldi. Halk ile musâfaha edip, minberin üzerine çıktı. Halka dönerek: -Bugün size vaaz etmeyeceğim, dedi. -Niçin etmeyeceksin? Bir yıldan beri senin vaazını dinlemek için bekleşiyoruz, dediler. -Çünkü sizin içinizde Ümmet-i Muhammed'den bir kimse var. Onun için size vaaz etmeyeceğim. Bunun üzerine halk birbirine karıştı. Hâlid Bin Velid’i bilemediler zîrâ Hâlid Bin Velid de onların elbiseleri gibi elbise giyinmiş ve silahları gibi de silah kuşanmıştı. Ayrıca onların lisânı ile de konuştuğu için onu kimse tanıyamadı. Râhip: Ey İnsanlar! Siz sâkin olun. Ben onu bulurum, dedi. Ve ‘ey kimse! Adını ve mekânını bilmiyoruz. Dînin hakkı için yerinden kalkıp kendini bildir.’ Hazreti Hâlid kendi kendine, ‘eğer ben kendimi bildirirsem öldürürler’ diye düşündü. Râhip tekrar aynı şekilde çağırdı. Hazreti Hâlid bu defa: ‘Eğer benim canım var ise, Dîn-i İslâm yoluna kurbân olsun’ dedi ve ayağa kalkarak kendini bildirdi. Halk hemen öldürmeye hücûm etti. Fakat Râhip: ‘Ey cemaat, ondan uzak durun. Zîrâ yetmiş bin kişinin bir kişiyi öldürmesi mürüvvet değildir.’ Onlar da Hazreti Hâlid'den uzaklaşıp oturdular. Râhib: Ey kişi! Bana yakın gel, diyerek minberden birkaç merdiven yukarı çıkmasını söyledi ve sordu: ‘Sen Hazret-i Muhammed'in sahabelerinin büyüklerinden mi, yoksa küçüklerinden misin?’ O: ‘Büyük sahabelerinden değilim ki benim üzerime sahabe olmaya. Ve o küçük sahabelerinden dahi değilim ki benden aşağı sahabe olmaya. Belki sahabelerinin orta kısmına dâhilim.’ ‘İlimden hiç birşey bilir misin?’ ‘Bana yetecek kadar bilirim.’ ‘Sana bazı şeylerden suâl edeceğim, cevap verir misin?’ ‘Eğer bilirsem cevap veririm. Fakat bilemezsem benim için ayıp yoktur. Zîrâ her ilim sâhibinin üzerinde ondan daha fazla bilen vardır.’ Râhip: ‘Peygamberiniz Hazreti Muhammed (sav) iddia edermiş ki, Hakk Teâlâ Hazretleri’nin Cennette her yarattığı şeyin dünyâda bir misâli vardır. Fakat Hakk Teâlâ Cennette bir ağaç yaratmıştır ve adı “Tûbâ”dır. Bu ağacın kökü birdir ve dalları Cennetteki bütün köşklerin içine girmiştir. Onun için ben dünyâda bunun misâli olduğuna inanmıyorum. Sence bunun misâli nedir?’ Hazret-i Hâlid: ‘Onun dünyâdaki misâli güneştir. Zîrâ güneş ne zaman ki Hakk Teâlâ'nın emriyle meşrik tarafından doğar, o zaman -ne bir dağ, ne ova ne de bir ev- hiçbir yer kalmamak üzere onun nûru ile aydınlanır.’ Râhip: ‘Evet, çok güzel bir cevap verdin. Sen mi çok bilirsin, yoksa Hz. Ebû Bekir mi?’ ‘Eğer sen Hz. Ebû Bekr’i (ra) görseydin, ilminin çokluğunu ancak o zaman anlardın.’ ‘Bir mesele daha sorayım.’ ‘Ne istersen sor.’ ‘Peygamberiniz Muhammed (sav) dermiş ki, Hakk Teâlâ Cennette dört ırmak yaratmıştır. Birisinden şarap, birisinden bal, birisinden süt ve birisinden de su akar. Fakat hiç birbirlerine karışmazlar. Bunun dünyâdaki misâli nedir?’ ‘Allah (c.c) insan vücûdunda ve bir karış miktârı yerde ki, kafadır, dört su halk etmiştir. Hiç birbirlerine karışmazlar. Birisi kulak suyudur ve acıdır. Biri göz suyudur ve tuzludur. Biri burun suyudur ve kokmuştur. Biri de ağız suyudur ve tatlıdır. Râhip: ‘Yine çok güzel cevap verdin. Sen mi çok biliyorsun, yoksa Hz. Ömer mi?’ ‘Eğer sen Hz. Ömer'i (ra) görseydin, o zaman ilminin çokluğunu anlardın.’ Râhip bir suâl daha sorar: ‘Peygamberiniz Muhammed (sav) iddia edermiş ki, Hakk Teâlâ Hazretleri Cennette bir kısım tahtlar yaratmıştır. Bunların 500 yıllık yol kadar kalınlığı vardır. Bir kimse ona çıkmak istese, basamakları vardır, ona basar o da yukarı kaldırır ve üzerine çıkar. Dünyâda bunun misâli var mıdır?’ ‘Deve büyük bir cisim olduğu hâlde, küçücük bir çocuk yularına yapışıp başını aşağıya eğerek üzerine binebilir.’ Hz. Süleymân’ın (a.s) rüzgâr ve bulutlara nasıl hükmettiğini de misâl olarak verince Râhip: ‘Hakîkaten doğru söylüyorsun. Sen mi çok biliyorsun yoksa Hz. Osman mı?’ deyince Hz. Hâlid yine evvelki gibi cevap vererek: ‘Eğer sen Hz. Osman'ı (ra) görseydin, ancak o zaman onun ilminin çokluğunu anlardın’ der. Râhip yine bir suâl sorar: ‘Peygamberiniz Hz. Muhammed (sav) yine dâvâ edermiş ki, ehl-i cennet yerler içerler fakat hiç bir istifra ve kazâ-i hâcete muhtaç olmazlarmış. Bunun dünyâda misâli var mıdır?’ Hâlid Bin Velid (ra): ‘Vardır. Ana rahmindeki çocuklara, dört -beş aydan sonra Hakk Teâlâ Hazretleri iştiha verir ve onlar da çok çeşitli gıdâlar ile beslenirler. Fakat hiç bir istifra ve kazâ-i hâcete muhtaç olmazlar.’ Râhip: ‘Hakîkaten doğru söylüyorsun. Sen mi daha çok bilirsin yoksa Hz. Ali mi?’ ‘Eğer sen Hz. Ali'yi (ra) görseydin, ilim hazînesinin ne demek olduğunu o zaman anlardın’. Râhip bir suâl daha sormaya hazırlanırken Hz. Hâlid (ra): ‘Artık insâf eyle, sen bana dört suâl sordun, dördüne de cevap verdim. Şimdi ben sana bir suâl sorayım cevap ver.’ Râhip: ‘Ne istersen sor, cevap vereyim.’ Hz. Hâlid (ra) sorar: ‘Cennetin anahtarı nedir?’ ‘Hazreti Îsâ ve Meryem'e îmân etmektir.’ ‘Hz. Îsâ ve Meryem hakkı için doğruyu söyle. Cennetin anahtarı nedir? Bana haber ver, seni tasdîk edeyim.’ Bunun üzerine Râhip cemaatine dönerek: “Ey kavm! Bu kimse bizden korku üzere iken yemin verdim ve o yemin üzerine kendisini bize bildirdi. Şimdi ise bana bir suâl sordu ve cevap vermem için yemin verdi. Ben ise bu kimseden korkmadığım hâlde, yemini tutmamak câiz değildir. Bana ‘cennetin anahtarı nedir?’ diye soruyor. Doğrusu, ben kitaplarda okudum ki cennetin anahtarı “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh”dır.” deyince orada hazır bulunan binlerce kişi de hep bir ağızdan kelime-i Şahâdet getirerek o râhip ile berâber İslâm'a dâhil oldular. Yüce Allah âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denilince yer açın ki, Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın” denilince de kalkın ki, Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”3 Allâh’ım! Faydasız ilimden, kabûl olmayan duâdan Sana sığınırız. Yâ Rabbi! İlmimizi ve îmânımızı kuvvetlendir, kararmaya yüz tutmuş, paslanmış kalplerimizi Kur’ân’ın nûru ile temizle. Ey Allâh’ım! Sen O (Kur’ân’ı) hak ile indirdin, O da hak ile indi. Allâh’ım! Kur’ân’a olan bağlılığımızı, düşkünlüğümüzü artır, onu gözümüze nur, kalbimize şifâ kıl. Ey bize iyilik verip de bize rızık veren, ey bize iyilik verip de kötülükten uzak tutan; bizi yolundan ayırma. Bize sıkıntı çektirecekleri bize musallat etme. Yâ Rabb, Sen bize Kur’ân’ın ile tecellî eyle. Nuriye Eycan Dipnotlar: 1 Alak, 1-5 2 İbn Mâce, Mukaddime 17 (224) Tirmizî, İbnu Mâce. 3 Mücâdele, 11.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak