Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan Antlaşması’nı ve Misak-ı Millî sınırlarından verilen tavizleri gündeme getirmesi, tarihin hafızasında kayıtlı millî bir ukdeyi tekrar canlandırdı: Musul…
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzaladığımız Mondros Ateşkes Antlaşması’nın daha mürekkebi kurumadan İngilizler tarafından işgal ve gasp edilen bu öz be öz Türk yurdu, Lozan Konferansı’nda yapılan hatalar, iyi savunulamaması ve geri alınması yönünde eldeki kozlar ve fırsatların değerlendirilememesi neticesinde maalesef sınırlarımızın dışında kaldı.
Aynen Hatay gibi tekrar anavatana dâhil edilmesi yönündeki girişimler, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren zaman zaman TBMM, basın ve kamuoyunda gündeme geldi. Fakat ütopik/hissi düşünceler ve tasarıların ötesine geçemedi. Hatay için gösterilen siyasî-hukukî cesaret, mücadele ve kararlılık, ne yazık ki Musul için sergilenemedi. Temel gerekçe de şuydu: Petrolün Batı açısından hayatî öneme sahip olması ve (SSCB ve komünizm tehdidinden ötürü muhtaç ve müttefik olduğumuz) Batı ile muhtemel bir krize ve savaşa girmekten kaçınılması.
Musul ve Kerkük’ün anavatanla birleştirilmesi çabaları doksanlı yıllarda Özal ve Körfez Savaşlarıyla birlikte Türkiye kamuoyunda ciddî anlamda yoğunluk ve gündem kazandı. Ancak muhalefet, basın ve ordu tarafından “macera” olarak değerlendirilmesiyle akim kaldı. Amerika’nın 2003 yılında Irak’ı işgaliyle kadim dava yeniden depreşti.
Ağustos 2016’da ülkemizin DAEŞ, PYD ve YPG terör örgütlerini süpürmek ve sınır güvenliğini sağlamak amacıyla Suriye’ye düzenlediği Fırat Kalkanı Operasyonu münasebetiyle konu tekrar gündeme geldi. Örgütün tamamen bitirilebilmesi ve güney sınırımızda bir emniyet şeridinin oluşturabilmesi için Rakka ve Musul’a da girilmesi, kontrolün ele geçirilmesi icap ediyor. Zira Haziran 2014’en beri Musul, DAEŞ’in işgali altında ve örgütün en önemli gelir kaynağı buradaki petrol kaynakları. Musul’a düzenlenen operasyon Türkiye’yi nasıl etkileyecek, ne gibi sonuçlar doğuracak; bekleyip göreceğiz.
LOZAN’DA YAPILAN HATALAR
Daha Millî Mücadele yıllarında Musul meselesine odaklanan; Ankara’nın, buradaki hâkimiyet ve menfaatlerine yönelik oluşturabileceği muhtemel tehlikelere karşı uyanık davranan; alternatif plan ve stratejiler hazırlayan ve Ankara ile resmi ve gayrı resmi görüşmelerde müzakere/pazarlık konusu yaparak Musul’daki varlığını sağlama almaya çalışan İngiltere, Lozan’da istediklerini nasıl elde etti? Peki biz hasımlarımızı korku ve kaygıya gark eden elimizdeki büyük koz ve imkânları nasıl heba ettik? İşte, “Lozan zafer mi hezimet mi?” sorusunun, Musul bahsi çerçevesinde cevabı:
Bazı kaynaklara göre İnönü, Lozan’da Musul’u gerektiği şekilde müdafaa etmemiş ya da edememiştir. İkinci murahhas Dr. Rıza Nur’un beyanına göre, daha Lozan’a gitmeden kendilerine “Musul için hiç uğraşmayın” telkininde bulunulmuştu. Hatta Rıza Nur, Lozan’da İnönü ile aralarında sık sık şu doğrultuda bir konuşmanın geçtiğinden bahsetmektedir: “İsmet Lozan’da Musul için daima bana: “Canım gel şunu bırakalım da sulh yapalım.” der, beni zorlardı. Ben: “Olmaz bütün mukavemetleri yapalım” derdim. “Canım sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız, verelim.” derdi.”
İnönü, meseleyi İngilizlerle özel/gizli görüşme ve pazarlıklarla halletme yanlışlığına düştü. İngilizlerin Lozan’daki temsilcisi Lord Curzon, Türk tarafının gizli görüşme teklifini memnuniyetle kabul etti. Curzon, bunu hatıralarında şöyle anlatmıştır: “Buna çok memnun oldum. Zira meseleye ve bilhassa petrol işine verilen ehemmiyetten nefret ediyordum ve Musul Meselesini Lozan’a getirmek dünya nazarında bu meseleye alâkayı artıracaktı.”
Hâlbuki dünya kamuoyu harpten bıkmıştı ve İngilizlerin, Musul’u petrolden ötürü bırakmak istemediği konferansta fark edilmişti. Onların menfaatlerinin korunması adına barışın bozulması veya gecikmesi arzu edilmiyordu. Ankara Hükümetinin dışişleri bakanlarından Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in naklettiğine göre, Musul’da petrol yatakları bulunan İngiliz petrol şirketleri bile Türk tarafına, “haklarımızı tanırsanız, Musul sizde kalabilir” demişlerdi.
Dolayısıyla, meseleyi Türkiye’ye hiçbir faydası olmayacak hususî görüşmelerle çözmeye çalışmak, elimizdeki kozları değerlendirememek ve uluslararası kamuoyunun İngiltere aleyhindeki tavrından faydalanamamak anlamına geliyordu.
İNGİLTERE ÜMİTSİZDİ
Aslında İngilizler de başlangıçta Musul meselesinde katı bir tutum içerisinde değillerdi ve istedikleri sonucun çıkacağına pek ihtimal vermiyorlardı. Dahası, Başbakan Bonar Law ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon, konferans başlamadan önce “Musul için savaşmayacaklarını” açıklamışlardı. Daha konferansın ilk günlerinde Curzon, dışişlerine şunları yazmıştı: “Türkiye her konuda anlaşacak, Sovyetlerle bile karşı karşıya gelebilecek; yeter ki, sadece Musul vilayetini verelim.”
Bu kanaati, Lord Curzon’un biyografisini kaleme alan Earl of Ronaldshay şöyle ifade etmiştir: “İngiltere Başvekili ümitsizliğe yaklaştığı bir anda Curzon’a yazdığı mektupta şöyle diyor: “Şimdiye kadar aşmaya muvaffak olduğun güçlükler çoğalmakta. Gazetelere bakılacak olursa Türklerin Musul’u bir münakaşa mevzuu yapıp anlaşmamaları muhtemeldir. Her halükârda bundan daha kötü bir şey olamaz. Zira bu takdirde halkımızın en az yarısı ve bütün dünya, petrolün hatırı için sulhu reddettiğimizi söyler.”
Ayrıca Curzon, bir mektubunda, Fransa temsilcisi Bonar’ın ağzından şunları aktarmıştı: “Bonar’ı, bir kavga gürültü koparmaktansa; Musul, Boğazlar ve İstanbul’u terk edip herhangi bir şeyden ve hatta her şeyden vazgeçmeye çok hevesli buldum.”
OYUNA GELEN TÜRK HEYETİ
Musul’u hakkıyla savunamamada, İnönü kadar Türk Heyetindeki müşavirlerin de büyük payı vardı. Bunların çoğu üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeyi bırakıp, İngiliz Gizli Servisi mensuplarıyla Musul petrolleri üzerinde imtiyaz pazarlıklarına girişmişlerdi. İngiliz casusları, petrol şirketleri adına çalışıyor gibi görünerek Türk heyetinin yaklaşım ve niyetlerini çözmeye çalışıyorlardı. Bundan başka Türk Heyeti, toprağın Türkiye’ye verilmesi karşılığında petrolün İngilizlere bırakılabileceği teklifinde de bulunmuştu. Rıza Nur hatıratında, Curzon’un gizli bir görüşmede Türk Heyetine Musul’dan vazgeçmek şartıyla Suriye’yi vermeyi teklif ettiğini; ama kendilerinin reddettiğini yazmıştır.
Hususî görüşmelerden istediği sonucu alamayan Curzon, 23 Ocak 1923’te meseleyi konferans gündemine taşımıştır. Türk Heyetinin bütün açıklarını ve bakış açısını öğrenen Curzon, artık kendine güveniyor ve Türkiye’nin sergileyeceği strateji ve taktiklerden çekinmiyordu. Türk Heyetini yıldırmak ve dize getirmek için bolca tehdit savurma taktiğine başvuruyordu.
Earl of Ronaldshay, Curzon’un tehditlerinin boş olduğunu, İngiltere başbakanının kendisine gönderdiği telgraftaki ifadelere dayanarak şöyle ortaya koymuştur: “Muhtemel bir ihtilafı önlemek için kanaatimce Musul için harbe gitmemeliyiz. Fikrim o kadar katîdir ki, önceden kestirilemeyecek bir sebep hariç, hiçbir şeyin fikrimi değiştirebileceğini zannetmiyorum. Bundan başka hiçbir siyaset hakkında mesuliyet kabul etmem.”
Aynı şeyi Curzon, I. Lozan Konferansı’nın kesintiye uğramasının ardından 4 Şubat’ta Türk Heyetine ilettiği mesajda da doğrulamış ve barışın gerçekleşeceğinden emin olduğunu ve Türk Heyetinin özveriyle çalışmaya devam etmesini rica etmişti. Bu yaklaşım, İngiltere’nin sonuca barış yoluyla gitmek istediğini gösterdiği gibi, bu yolda yeni bir savaşa soyunmaya cesaretinin olmadığını da açık ediyordu.
KURTARMA KARARLILIĞI YOKTU
Görüldüğü gibi tüm kozlar ve şartlar tamamen lehimizdeydi. Fakat Ankara Hükümetinde, Musul’u kurtarmaya yönelik esaslı bir politika, cesaret ve kararlılık bulunmuyordu. Hararetli tartışmaların yaşandığı mecliste “Musul’u vermeyiz, gerekirse bu uğurda tekrar harbe gireriz.” tarzında bir heyecan da gözden kaçmıyordu.
Mustafa Kemal’in, hükümetin Musul politikasıyla ilgili eleştirilere 27 Şubat 1923’te meclis kürsüsünden verdiği tarihi cevap bu anlamda oldukça çarpıcıydı: “Musul meselesini bugün halledeceğiz; ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız, dersek, bu mümkündür, Musul’u gayet kolaylıkla alırız. Fakat Musul’u aldıktan sonra, savaşın hemen sona ereceğine kani olamayız...”
Meclisteki tartışmalarda ismi en çok ön plâna çıkanlardan biri olan ve işi Mustafa Kemal’le restleşmeye kadar vardıran İzmit Milletvekili Sırrı Bey, Türk Heyeti’nin konferansta yeterince güçlü girişimlerde bulunmadığını, inisiyatifi diğer devletlerin temsilcilerine kaptırdığını, dolayısıyla masaya oturduğunda davayı baştan kaybettiğini; sonuç itibariyle Lozan’da yaşananların ve gelinen noktanın büyük bir hayal kırıklığı olduğunu dile getirmişti. Eleştirilerini bir adım daha öteye taşıyarak heyetin, Misak-ı Milli’yi çiğnemesine izin verdiği için hükümetin istifa etmesi gerektiğini savunmuştu.
Öte yandan İngiliz istihbaratının, “Türkiye’nin Musul için savaşı göze alamayacağı”, bilgisi dâhilindeydi. Zira Lozan’daki Türk Heyeti ile Ankara arasındaki istihbarat, İngilizlerin kontrolündeki Köstence üzerinden sağlanıyordu. Dolayısıyla bütün sırlarımızdan, izleyeceğimiz taktik ve stratejilerden anında haberdar oluyorlardı. Curzon hatıralarında bundan alaylı bir biçimde söz etmiştir. Durum böyle olunca İnönü’nün, Curzon’un blöflerine boyun eğmekten başka şansı kalmamıştı.
Mesele çözümsüzlüğe sürüklenince de İnönü, kendi isteğiyle konuyu Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) bünyesine taşımayı teklif etmişti. Bu teklif tam da İngilizlerin arzuladığı bir neticeydi. Çünkü İngiltere’nin gayesi, meselenin Lozan’da çözümünü engelleyip, kendisi için daha avantajlı bir zemin olan (Türkiye’nin üye olmadığı) Cemiyet-i Akvam’da halletmekti.
Hâliyle meseleyi, konferans gündeminden çıkarıp, Türkiye ve İngiltere’yi alakadar eder bir hâle indirgemek hataların en büyüğü idi. Konjonktür gereği tavizkâr bir tutum sergilenmesi ve mevcut kozların iyi değerlendirilememesi sonucunda 24 Temmuz 1923’te tasdik edilen Lozan Antlaşması, Musul meselesi noktasında istediğimiz gibi neticelenmemiştir.1
İsmail Çolak (Aralık 2016) Dipnotlar: İnönü’nün Hatıraları, Lozan Kısmı, Ulus Gazetesi, 12-22 Eylül 1968; Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, C.2, İstanbul 1957, s. 255; Earl of Ronaldshay, The Life of Lord Curzon, T.3, London 1928, p.332-333; Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul 1968, s. 982, 998-1002, 1019; Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleriyle Rauf Orbay, İstanbul 1965. s. 115, 121-122; Kürkçüoğlu, aynı eser, s. 263, 275-288; Sonyel, aynı eser, s. 306-311; Lord Kinross, Atatürk, C.2, İstanbul 1967, s. 546; Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, Ankara 1981, s. 274; M. Cemil Birsel, Lozan, c.2, İstanbul 1933, s. 585-586; TBMM Gizli Celse Zabıtları, Ankara 1985, c.3, s. 1246-1247, 1304-1305, 1310, 1317-1319, c.4, s. 109; Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, İstanbul 1964, s. 122; Mısıroğlu, aynı eser, s. 30, 85-121; Karadağ, aynı eser, s. 108; Esma Torun, “İlk Mecliste İlk Muhalif: İzmit Milletvekili Sırrı Bey”, I. Uluslararası Kocaeli ve Çevresi Kültür Sempozyumu Bildirileri, c.2, Kocaeli 2007, s. 1141-1148.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak