Kur’ân, ara bir sınıf gibi “kalbinde hastalık olan”, genel olarak îmânı kalbine tam olarak yerleştirememiş kişilerden söz eder. Îmânî yönden kuşku içinde olan, Kur’ân âyetlerini anlayamayan, kolayca şeytānın etkisine girebilen bu kimseler müşrik, kâfir ve münâfık özellikleri gösterirler. Kur’ân’ın ifâdesiyle bu kişiler, “İkisi arasında bocalayıp dururlar.” Yâni küfürle İslâm arasında, münâfıklıkla Müslümanlık arasında bocalayıp dururlar.
Bu kimselerin samîmî îmânı kazanmaları kolay olur, ama münâfıklığa da müsâit alt yapıları vardır. Kalbinde hastalık olanlar kîne, öfkeye, dedikoduya, kavgaya yatkın olurlar. Bu yönüyle münâfıklar ile aynı ortak hastalık içindedirler. Ancak kalbinde hastalık olanlarda, münâfıkların Müslümanları rahatsız edecek, kızdıracak, onları korkutmaya yönelik, onları huzursuz etmeye yönelik sert ve alenî saldırıları olmaz. Münâfıklar diğerlerinden farklıdırlar. Onlar, dilleriyle inandıklarını söylerken hastalıklı kalplerindeki küfrü ve tutkulu kinlerini saklamaya çalışırlar. Konuşma ve davranışlarıyla mü’minlerden, şeytānî ruhlarıyla kâfirlerden çıkar beklerler.
Kalbinde hastalık bulunan kişi, îmânı zayıf olduğundan, rüzgâr yönünde sürüklenen yaprak gibidir. Kalbini Allâh’a tam olarak bağlayamaz ve O'ndan gereği gibi korkup sakınamaz. Îmânı gereği gibi anlayamaz ve kavrayamaz. Dîni tam olarak yaşayamaz; îmânına şirk katar. Vicdânı doğruyu işâret etse de o, nefsinin bencil tutkularına kapılır ve gerçekleri hayâtına geçiremez. Âhiret kazancı yerine dünyâ hayâtını ve dünyevî çıkarlarını tercîh eder. Tutkuyla bağlandığı dünyâya öncelik verir, âhireti arka plana atar.
İnanan insan da bazı durumlarda kalbi hastalıklı kişi özellikleri gösterebilir. Örneğin kötü gibi görünen bir olayla karşılaştığında bir an umutsuzluğa kapılabilir. Âyetteki ifâdesiyle, “... artık o, ye'se düşen bir umutsuz” gibidir. (Fussilet, 49) Ya da bazen yanlış olduğunu bildiği halde başına gelen musîbet karşısında şeytānın etkisiyle endîşe, korku ve hüzün hissedebilir. Kimi zaman dünyânın çekici süslerine kanabilir, önceliklerini belirlemede hatâ yapabilir.
Said Nursî bu konuyla ilgili olarak Hz. Eyyûb (as)'ı örnek verir ve “onun zâhirî yara hastalıklarının mukābili bizim bâtınî ve rûhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyûb'dan daha ziyâde yaralı ve hastalıklı görüneceğiz” der.
Ve şöyle devâm eder: “Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve rûhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyûb (as)'ın yaraları, kısacık hayât-ı dünyeviyesini tehdîd ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayât-ı ebediyemizi tehdîd ediyor.”
İnsanın içindeki yara kalbindeki kuşkuyla orantılıdır; kuşku ne kadar güçlüyse yara da o kadar derindir. Mânevî yaralar sonsuz hayâtı tehdit eder hâle gelir, günah kalbe işler ve kalbi katılaştırır. İnsan tedâvi için çaba göstermek yerine, hastalığını daha da artıracak ortamlarda bulunursa, hastalık durumu sürer.
Ancak ne yaşarsa yaşasın bunlar, îman sâhibi insanın kolaylıkla şifâ bulabileceği durumlardır. Kur’ân, “Sînelerde olana bir şifâdır, hidâyet ve rahmet”tir. (Yûnus, 57) Kalbinde hastalık olan insan Kur’ân’a sıkı sıkı sarıldığında, hastalığı şifâ bulur. Kişi yalnızca ilacı alır, kalbindeki hastalığın gitmesi için Rabbine samîmî duā eder ve Allâh’ın dilemesiyle tedâvi olur.
Dolayısıyla kalbinde hastalık olduğunu hisseden insanın tedirgin olmasına gerek yoktur. Samîmiyetle Kur’ân’a sarılması, vicdânına uyması yeterlidir. Allâh’ın dilemesiyle hasta hep hasta olarak kalmaz. Zâten adı üzerinde hasta, tedâvi olabilecek olan kimsedir.
Kur’ân ayrıca, “Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilense de Allâh’ın kesinlikle bağışlamayacağı” ve “kalpleri parçalanmadıkça” vazgeçmeyecek olan kişilerden söz eder. Onlar şifâ bulamayacak karakterdeki kişilerdir ve ölmedikçe mümkün değil durdurulamazlar hattâ cehennemde de azgınlıklarına devâm ederler.
Yine Kur’ân'da, “Allâh’ın kinlerini hiç ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?” buyurulur. Münâfıklar hasta kalplerinin şifâ bulması zor kişilerdir. Ancak Kur’ân, Allâh’ın sonsuz merhametiyle kalbini hastalıktan kurtardığı münâfıklardan söz eder. Allah, samîmî olarak Kendisinden korkan, vicdânî duyarlılığı artan, ihtiyaç içinde bağışlanma dileyen münâfıkların da dilerse samîmî tevbesini kabûl eder. Bir Kur’ân âyetinde savaşa çıkmaktan kaçınan üç kişiyi bağışladığını haber verir:
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabûl etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabûl edendir, esirgeyendir. (Tevbe, 118)
Allah sonsuz adâlet, sevgi, rahmet, merhamet ve lütuf sâhibidir. Kendisine samîmiyetle yönelenin karşılığını fazlasıyla verir. Allah, iyiliği bol, esirgemesi çok olandır ve O, dilediği takdirde her hastalıktan kalpleri arındırır.
... Allah, sînelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir. (Âl-i İmrân, 154)
Kasım 2024, sayfa no: 6-7
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak